TÜRKÇESİ VARKEN

ABONE OL
19:02 - 01/10/2020 19:02
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Kimliğinin yansıması olan dilini kirletmekten utanmayanlara…

Kendini bilmez, duyarsız kişilerin, günden güne artan bilinçsiz ve sapkınca bir yabancı dil hayranlığı içerisine düştüklerini görüyoruz. Oysa onlar, bu davranış ve özenti ile başlayan aymazlıkla, dilimize verdikleri zararın yanı sıra ne kadar acınası ve gülünç duruma düştüklerinin ayırdında bile değiller. Kişilerin kendilerine olan güvensizliklerinden ve eğitim aksaklıklarından kaynaklanan bu özenti, dili günden güne kirletmekte ve yozlaştırmaktadır. Hele bu tür kirliliğe neden olanların başında yer alan, kendilerini “aydın” diye adlandıran kandilleri sönüp de karanlıkta kalasıca bir kesim var ki onlara söyleyecek söz bulamıyorum. Sözümün yokluğundan değil suskunluğum, aksine çokluğundan. Cahilin bahanesi belli âliminki ne ola? Oysa onlardan beklenen, örnek alınası kişiler olmaları değil midir?
Yabancı dile ve yabancı dil öğrenmeye karşı olmak ne mümkün! En az kendi dilime saygım kadar bütün dillere saygı duyarım. Ama yabancı dil öğrenmek başka, yabancı dili kendi dilinle karıştırmak başkadır. İşte işin özü de burada. Yerli yersiz ve genellikle yanlış vurgulamalarla seslendirilen el dilinden devşirme sözcükler, asıl kaynağına bile ters düşen yapılarda yozlaşarak dilimizde yer edinmeye başlamıştır. Bu da yetmezmiş gibi Türkçe söylemlerin arasına serpiştirilen bu asalak sözcüklerin sonuna veya başına eklenen Türkçe ekler veya sözcüklerle “bellekmemory, çekirdekshop, CARdesh (kardeş), pratick çözümler…” gibi piçleşmiş yeni sözcükler oluşturulduğunu ve anlaşılmaz bir çokbilmişlik edasıyla kullanıldığını görüyoruz. Böylesi sözcükleri türetmeyi ve kullanmayı marifet belleyen ve içine sindirebilen bu kişiliksiz kişilerin azınlıkta olmasına rağmen cehaletin cesareti olsa gerek ki sesleri duyarlı çoğunluğunkinden daha gür çıkmakta ve maalesef ne acıdır ki baskın olmakta, kabul görmektedir. Bizler, dil konusunda duyarlı olduğunu söyleyenler, genellikle bu azınlığın acınası zavallılıklarını buruk bir tebessümle geçiştiririz. Aslında bu tebessüm, söylemek isteyip de söyleyemediğimiz pek çok duygunun basitçe dışa vurumudur. Pek çok şey söylemek isteyip de söyle(ye)memek, “Bana ne, hangi birini düzelteyim, balık baştan kokmuş.” diye umursamaz bir tavırla olayı geçiştirmek, kelimenin tam anlamıyla vurdumduymazlık değil midir? Oysa olaya anında tepki göstermek, ilgiliyi uyarmak, her ne pahasına olursa olsun dile özen gösterilmesi için çabalamak, bu dil benim diyenlerin boynunun borcu değil midir? Susmak ve olayı görmezden gelerek geçiştirmek en az dil bozguncuları kadar dile zarar vermenin ve dil hainliğinin ta kendisi değildir de nedir?

Asırlar boyunca özenle kuşaktan kuşağa aktarılan, geçmişin izlerini taşıyan değer yargılarımızla gururlanan bizler, “Gelecektekilerin de geçmişleriyle gurur duyma hakları var, olmalı.” diyerek aynı değerler çerçevesinde bu emanetlere sahip çıkmak ve onlara hıyanetlik etmeden geleceğe aktarmakla yükümlü değil miyiz? Eğer onlara da onurlu bir geçmişin izlerini taşıma gururunu yaşatmak istiyorsak, üstümüzdeki yükümlülük gereği emaneti gereğince ve özenle korumak ve yaşatmak zorundayız. İşte bu nedenle üstünde durmamız gereken en önemli nokta, bir toplumun kimlik ve kültür birikimlerinin yansıması olan “dil”dir. Bir ulus, dilini yitirdiği anda ne kadar derin köklere sahip olursa olsun; suya hasret asırlık bir çınarın dökülen yaprakları, kuruyan dalları gibi tüm değer yargılarını birer birer yitirmeye ve sonunda kuruyup yok olmaya mahkûmdur. Bu gerçeği görmek, bilmek ve dilimizi koruyup ona saygı duymak zorundayız. Bu doğrultuda yapılması gerekenlerin başında, dili yabancı sözcüklerin sinsice saldırısından koruma gayreti yer almaktadır. Bu da özen isteyen bir konu olup abartıya kaçılmadan ve yanılgıya düşülmeden bilinçli bir şekilde yapılması gereken bir iştir. Amaç, birilerine kızıp, olayı kişiselleştirip, siyasallaştırıp asırlar boyu bu dilde barınan, dilde yerini almış ve artık bizim olan, bize hizmet eden, bu ulusun kültüründe iz bırakan sözcüklerle cebelleşmek, onları dışlamaya kalkışmak değil, yıkıcı güçlerin sinsi emelleri doğrultusunda dilimize sokulan sözcüklere karşı verilen uğraş olmalıdır. Bu uğraşın hedefi de önce “dur” demek, sonra kendi içinde “sen-ben” demeden “biz” olup sorunlu ve tartışmalı sözcüklerle ilgili çalışmalar yapmaktır.

Elbette zaman içerisinde diller arası sözcük alış verişi olmuştur ve olacaktır. Bu, dil olgusunun kaçınılmaz bir yaşam gerçeğidir. Dil yaşadığı, var olduğu sürece kendini yenileyecek, yeni türetmelerle zenginleşecektir. Ama bu yine kendi kök ve ekleri ile gerçekleştirildiğinde ana dili tadında, güzel, anlamlı ve bizim olacaktır. Dünyanın en işlek dillerinden biri olan dilimizin kök ve ek zenginliği, anlam bulgusu tıpkı satranç oyunundaki hamleler kadar sağlam kurallara ve sınırsız boyutlara sahiptir. Kendiyle barışık olamadığı gibi diliyle de barışık olamayan ve dilimizin zenginliğini görmezden gelenlerin, çıktıkları kabuğu beğenmeyen küçümser tavırlarla dile dil uzatmaları, onların zavallılıklarının, yetersizliklerinin ve en önemlisi, aslını inkâr eden satılmışlıklarının göstergesidir.

Bunca laftan sonra hâlâ “Boş ver dostum, bir sözcükten ne çıkar, bize bir şey olmaz, bunları biliriz, biliriz de yine bildiğimizi okuruz.” diyecek kadar duyarsız kalabiliyor, yaşananları görüp de görmezden gelebilecek kadar bakar kör olabiliyorsanız ne dense azdır. Eğer hâlâ bu yaşadıklarımızın ayırdına varamıyorsanız gerçekten sözün bittiği yerdesiniz demektir. Yalnız şunu unutmayın: Bir sözcükten ne çıkar diye küçümsediğiniz o sözcüğün dile olan etkisi tek başına belki bir fiske kadar bile olsa zaman içerisinde artarak çekiç ve balyoz şiddetine erişecektir. Bugün dilini kirletenlere göz yuman, meydanı onlara bırakanlar, yayılımcı (emperyalist) güçlerin kültür balyozunun ağırlığını tepelerinde hissetmeye başladıklarında iş işten geçmiş olacaktır. İşte o zaman bağırıp çağırmanın hiçbir anlamı olmayacaktır. Çünkü görüşlerinizi, duygularınızı yansıtmaya çalıştığınız sözcükler tepenize inen o balyozun -bir zamanlar küçümsediğiniz- küçük fiskeleri, siz de isteseniz de istemeseniz de onların birer piyonu durumunda olacaksınız. İş işten geçtikten sonra dövünmeler boşunadır. Rüzgârın önüne kattığı bulut misali savrulmaktan ve dağılmaktan başka bir seçeneğiniz, çıkış yolunuz kalmayacaktır.

Gelin sözün bittiği yere gelmeden bu gidişe bir “dur” diyelim. Atlası kirleten yabanın tozudur. Giysilerimizdeki tozu savururcasına, kara bir bulut gibi dilimizin üstüne çöreklenen bu illeti de savurmaya gayret gösterelim. Yılmak, yıkılmak demektir. Bu toplumun bireyleri olarak yıkılmamak için sorumluluklarımızın bilinciyle bir ilke etrafında birleşelim ve yılmadan, bıkmadan üstümüze düşeni yapalım. Hedef, kuşaklar arası uçurumların ortaya çıkmayacağı, herkesin anlayabileceği, duru ve temiz bir dile sahip olmak ise bu ilkenin özü de şudur: Türkçesi varken el diline ne gerek?

***

Konu ile ilgili olarak yaptığım çalışmalara aşağıdaki bağlantıdan ulaşabilirsiniz: www.turkcesivarken.dilimiz.com

Tahsin MELAN

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.