İNANÇ, VİCDAN, DİN VE HUKUK

ABONE OL
23:49 - 24/02/2024 23:49
3

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Din ve dine, inanca, vicdana dayalı tüm öğretiler ve onların toplumdaki yeri, gücü ve yapılanması üzerine söylenilecekler o denli çoktur ki hiçbir zaman bitmeyecektir.

İnsanlık tarihi içindeki en önemli gözüken ve etkili de olan bir konudur…

İnsanlığın var oluşundan bu yana hep ola gelmiş, ortaya çıkmış olan bu konu, bu olgu dünyanın her yerinde çok farklı biçimlerde ve aşamalarda yayılarak kendisini göstermiştir.

Çağdaş bir dünya düzeninde uygarca yaşamak isteyen toplumlarda bireyler kendilerini çok iyi yetiştirebilmeli ve diğer birçok konuda olduğu gibi inanç-din konusunda da araştırmalar, incelemeler yapmalıdır.

Temel ve genel öğretim bir ülkenin, bir devletin geleceğe yönelik en önemli ödevi, görevi ve çalışma alanı olduğu için tüm toplumsal dalgalanmalar, siyasi yapılanmalar ve bunlara bağlı olarak da inanç üzerindeki yapılanmalar ve onların türsel-biçimsel özellikleri belirlenmektedir.

Toplumları, kitleleri inanç üzerinden biçimlendirmek, yönlendirmek hiç de sıradan ve doğal akışında gelişen bir olgu değildir.

Bazı ülkelerde, örneğin Hindistan’da ne çok inanç ve ne denli çok inanç-din yapılanmaları ve modelleri vardır, diye bir bakmalıyız.

Tümüyle bu tür olguyu toplumdan ve insanın kendi yapısından çıkarıp yok etmek bugünkü dünyada asla düşünülemez; buna izin de vermezler ve de insan bu olgulardan asla vazgeçmez

Her zaman ve her yerde bunlarla karşılaşılacaktır. Hiçbir zaman dine ait konular ve olgular tek başına ne anlaşılır , ne de incelenebilir.

Bu durum çağa; o zaman dilimine ve o ülkeye; o toplumun ve halkın yapısına göre biçimlenir ve yönlendirilir.

“İnanç-iman-din” konusunun olduğu her alanda ve her zaman toplum bilim, siyaset, finans, güç, iktidar, ticaret, örgütlenme, psikoloji ve de en önemlisi HUKUK” ile birlikte düşünmek ve incelemek gerekir.

Her toplumda olduğu gibi var olan güç odakları her zaman inanç konusunu örgütler, biçimlendirir ve yönlendirir.

Yalnızca o toplum, o ülke değil genelde de tüm dünya üzerinden oluşturulan algı ve zihin etkileme operasyonları ile bu konu üzerinde odaklanmalar, yayılma ve dağılımlar, siyasete ve ticarete ilişkin müdahaleler geliştirilir.

İnsan ve tüm var olan her türlü genetik, biyolojik, anatomik… özellikleri düşünüldüğünde onun ruhsal yapısı ve insan psikolojisi “din-inanç” konusunda asla göz ardı edilmemelidir.

“Kişisel” bir olgu olması nedeniyle, her birey “kendi inançlarını benimseme” hakkına sahiptir.

Bireyler resmi ya da gayri resmi hiçbir etki, tesir, tehdit ve tedhişe uğramadan dilediği bir dinin “akidelerine serbestçe inanabilir” ve bunları benimseyerek vicdanına mal edebilirler.

Hiçbir yasa bireyleri “belirli bir inanca inanmaya” ya da belirli sınırlar içinde düşünmeye zorlayamaz.

Toplum içinde yaşamlarını, diğer insanların hak ve özgürlüklerine saygı göstererek sürdürmeye çalışan bireyler “dini anlamda” da başkalarının kendi dinlerine herhangi bir müdahalede bulunmasını kabul etmezler.

Özgürlük “belli sınırlar içerisinde” yaşanması gereken bir kavramdır. Dünyada özgürlüklerin sınırsız yaşandığı hiçbir ülke yoktur, aksini iddia eden ülkelerde bile “özgürlükler sınırsız değildir”.

Birçok uluslararası hukuk belgelerinde, “insan hakları” ile ilgili beyannamelerde ve sözleşmelerde hak ve özgürlüklerin sınırları çizilmiştir.

Toplumun yararına olabilecek birçok “hukuksal sınırlandırma” yapılabilir.

Bir birey kendi hak ve özgürlüklerinden yararlanırken diğer bireylerin hak ve özgürlüklerine zarar vermemelidir.

İnsanlığın refahını ya da sağlığını “tehdit edecek” hiçbir unsur hak ve özgürlükleri “sınırsız kullanmayı mazur görmez”.

Din ve vicdan özgürlüğünün sağlanması bakımından devletler, dini inançlarının “farklılığına” ya da “inançsız olmalarına” bakılmaksızın bireyleri eşit olarak korumakla yükümlüdürler.

İnsan psikolojisi ve “toplum sosyolojisi ve psikolojisi” ile birlikte siyaset bilimin temel kuralları da çıkar-kar-güç-iktidar sarmalında tümüyle birlikte ele alınmalıdır.

Öte yandan dünya tarihinde din savaşları, dine dayandırılan akımlar, seferler… de birlikte düşünülmelidir.

“Din adına” yapılan katliamlar, soy kırımlar, yağma ve talan… her an incelediğimizde karşımıza çıkabilecek gerçeklerdir.

Aynı din içerisindeki çıkar çatışmaları, mezhep savaşları da ayrıca yüzlerce yıl sürmüştür.

Hristiyanlık ve İslam hem kendi içerisinde, hem de çevresinde çatışmalar, savaşlar dolu yıllarla yayılmıştır.

21. yüzyılda durum nedir, diye sormak istesek; yine her yerde “din adına” yapılan çekişmeler, savaşlar, çatışmalar görülecektir.

Öte yandan tüm bu çatışmaların ve yayılmaların yalnızca o inanç grubundan ve onların kendi iç dinamiklerinden kaynaklandığını düşünmek ise çok büyük bir iyi niyet olacaktır.

Her zaman ve tüm dünyada bu tür din adına yapılan her türlü yayılmanın ve çatışmanın küresel güçlerin çıkarları doğrultusunda ve de onların planlamaları ve programlamaları ile olduğunu asla unutmamalıyız.

Din savaşları, çekişmeler, mezhep-tarikat kavgaları bitmiş midir, diye sormak ise çok boş olur; çünkü bu konuları ve kullanıp, kitleleri örgütleyen, devlete rağmen kendi içlerinde ayrı yapılanmalar kurabilenler her zaman ticaret, ibadet ve siyaset alanında yayılıp, toplumda ve devlet içerisinde kendi güçleri için yer bulmuşlardır.

Hukuk ve din derinlemesine iç içe geçmiştir ve din, “bireylerin davranışlarını etkilemede” yasalara kıyasla daha anlamlı bir role sahiptir.

Birçok insan için din, bir inançlar dizisi olmaktan da ötedir ve kullanımlara da açıktır.

Bireyler üzerilerindeki inançlarını “eyleme” dönüştürerek yaşama geçirmek isterler.

Ancak bazı eylemler diğer insanlar tarafından kabul görmeyebilir, tepkiye neden olabilir ya da yasalara ters düşebilir.

Bu nedenle eylemlerin sınırlarının belirlenmesinde ve sağlıklı bir toplumsal düzenin yaratılmasında çağdaş bir seküler hukuka gereksinim vardır ve ancak bu sağlandığında sömürü ve haksızlıklar da önlenebilir.

Din adı altında gerçekleştirilen aşırı eylemler “ulusal ve uluslararası hukuk” nezdinde kabul edilemez; edilmemelidir.

Ne dinsel hukukun ne de seküler hukukun “din kisvesi” altında yapılan tüm eylemleri “tolere” etmesi olası değildir.

Uluslararası hukukun görevi “sağlıklı ve çoğulcu” toplumları destekleyerek farklılıkların “tolere” edilmesini ve bu anlamda “din ve vicdan” özgürlüklerinin “anayasal çerçevede” korunmasını sağlamaktır.

En geniş anlamı ile “çağcıl, parlamenter, anayasal bir bağımsız ve özgür hukuk devletini” gerçekleştirebilen ve uygulayabilen, bunun kurum ve ilkelerini çalıştırabilen ülkelerde ne bir din sömürüsü, ne de din adına devlet içine sızmalar, yasalara aykırı örgütlenmeler yapılamaz.

Her türlü denetim ve gözetimler, vergilendirmeler, anayasal çerçevede olur ve kitlelerin kandırılmasına izin verilmez; verilmemelidir.

Toplumsal yaşamın hemen her sahasında farklı şekillerde karşılaştığımız din ve vicdan kavramları ulusal hukukun mutlak konuları olmalarının yanında “uluslararası hukukun” da yadsınamaz unsurlarıdır.

Esasen bu kavramlar “ulusal hukukun” üstesinden gelmekte yetersiz kalabilmektedir.

Din ve vicdan özgürlüğü 20. yüzyılın ikinci yarısında “insan hakları” temelinde daha fazla önem kazanmıştır.

Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle “uluslararası hukuk” din ve vicdan hürriyetinin korunmasını insan haklarının korunması bağlamında ele almaya başlamıştır; bunu böyle görüp kendi çıkarları için kullanmak ve her türlü istismarı da hedefleyebilen çevreler ortaya çıkmaktadır.

“Uluslararası hukuk bağlamında” din ve vicdan özgürlüklerinin korunması önemlidir ve bunun için de ülkenin anayasal düzende yasalara bu yönde uyum sağlamış olarak yönetilmesi gerekir.

Ayrım gözetmeksizin dünya üzerinde yaşayan her bir bireyin din ve vicdan özgürlüğünün “uluslararası hukuk” bağlamında korunmasının sağlanması sorunsalı devam etmektedir ve de “güçlü bir hukuk devleti” uygulaması olmayan ülkelerde her zaman yine bir kargaşa ve sorun yumağı olarak devam etmektedir.

İnsan haklarının gelişimine paralel olarak din ve vicdan özgürlüğü altında din eğitimi ve öğretiminin “evrensel hukuk” açısından temellerinin gözlenmesi ve sorgulanması da gerekir.

Din özgürlüğünden söz edebilmek için, bu özgürlüğün “inananlar kadar inanmayanları” da kapsaması gerekmektedir, diye düşünmeliyiz.

İktidarda bulunanlar anayasaya ve tüm yasalara bağlı olarak “demokratik bir hukuk devletinin” uygulanması ile görevlidirler ve de sorumludurlar.

Bu nedenle de hiçbir iktidar sahibinin her hangi bir cemaat, tarikat ve inanç yapılanmasını özel olarak “kayırmasına”, desteklemesine ve de “hukuk devletinin sınırlarının dışına çıkan” uygulamalarına göz yumması kabul edilemez; böyle bir durum zaten anayasaya ve yasalarla da “çatışır” ve sorumluluk getirir.

Bu gerçekler ve olgulardan dolayıdır ki bir ülkede yurttaşların iyi “öğretim görmesi”, “çağdaş ve bilinçli yurttaşlar olarak yetişebilmeleri” çok önem taşır.

Her türlü boş konuşmalar, her türlü boş ve anlamsız zaman harcamalar, kandırılmaya ve kullanılmaya açık ortamlar yaratır.

Ortaya atılan sahte ve aldatıcı gündemlerden ve onların tuzaklarından kaçınıp, okuyan, araştırıp, inceleyebilen, düşünebilen yurttaşlar olabilmeliyiz.

. Öğretmen Gönen ÇIBIKCI, 24.02.2024

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.