İsrail’in son saldırısıyla birlikte İran’ın yıllardır kaçınılmaz olan çöküşü açık bir biçimde ortaya serildi. Bunu görmek için kâhin olmaya gerek yoktu. Nüfusları, ekonomik yapıları, ideolojik yönelimleri ve küresel sistemle ilişkileri incelendiğinde zaten taşlar çoktan dizilmişti. İran, tüm uyarılara rağmen mezhepçi bir kabuğa sıkışmayı seçti. Bu tercih yalnızca ülkeyi değil, bölgeyi de ağır bedellere sürükledi.
İsrail’in nüfusu 9 milyon civarında. Ekonomisi 500 milyar dolara yaklaşıyor. Ama bu büyüklük, petrol ya da doğalgazdan değil; yüksek teknoloji, savunma sanayii, yazılım ve inovasyon temelli bir modelden besleniyor. İsrail, kendine ait bir akıl geliştirdi. Bir “start-up” devleti oldu. Arkasında ABD gibi dünyanın en büyük askeri ve finansal gücüyle, mutlak bir stratejik ortaklık kurdu. Bu ittifak, sadece askeri değil, diplomatik ve istihbari destekle de perçinlendi.
İran ise 90 milyonluk nüfusa sahip. Ekonomisi yine 500 milyar dolar bandında. Ama bu ekonomi, büyük ölçüde petrole bağımlı. Üretim yok, teknoloji zayıf, yazılım sanayii neredeyse hiç yok. Gelirin kaynağı, toprağın altındaki doğal kaynaklar. Yani dışa bağımlı bir zenginlik. Üstüne bir de on yıllardır süren ambargo ve yaptırımlar eklenince, İran içe kapandı. Din merkezli siyasal sistem, halkın dinamizmini ve yaratıcılığını bastırdı.
Bu tablonun sonucunda, İsrail İran’a bir operasyon düzenlediğinde, hedefler nokta atışıyla vurulabiliyor. Komutanlarının yatak odasına kadar sızılabiliyor. Ülkenin hava savunma sistemleri, istihbarat ağları ve askeri planları iflas ediyor. Çünkü İran, 1980’lerin başında kurduğu teokratik devlet modelini sorgulamadı. Zamanı durdurdu. Mezhepçilikle halkı bastırdı. Kadınları, gençleri, düşünceyi zincire vurdu. Rejim, halkı için değil; kendini korumak için çalıştı. Bedelini halk ödedi.
Ancak halk yok olmadı. Yok olmayacak da. İran halkı, binlerce yıllık uygarlığın taşıyıcısıdır. Ancak artık özgür iradesiyle değil, büyük güçlerin denetimi altında yaşayacak. ABD ve İsrail’in kurguladığı sistem içinde, yeni bir dengeye zorlanacak. Bu tablo bir dram değil, bir uyarıdır.
Çünkü aynı film şimdi Türkiye için hazırlanıyor. Farklı versiyonuyla ama aynı senaristler tarafından.
Türkiye, son 20 yılda siyasal İslamcıların ve milliyetçi muktedirlerin elinde adım adım İranlaştırıldı. AKP, devleti bir parti aygıtına dönüştürdü. MHP, bu yapıya güvenlikçi meşruiyet sağladı. DEM Parti ise muhalefetin içinden işlevsizleştirilmesine yardım etti. Ortada gerçek bir muhalefet kalmadı. Parlamenter sistem dağıldı. Yargı siyasallaştı. Medya teslim alındı. Ekonomi, ranta ve inşaata gömüldü. Bilim ve teknoloji, üniversiteler, düşünce üretimi sistem dışı bırakıldı.
Oysa Türkiye’nin potansiyeli İran’dan çok daha yüksek. Genç nüfus oranı büyük. Sanayisi çeşitlenmiş. Eğitimli insan gücü hâlâ azımsanmayacak düzeyde. Ancak bu potansiyel, politik körlük ve ideolojik tutsaklıkla boğuluyor. Tıpkı İran gibi, biz de her gün daha fazla dışa bağımlı hale geliyoruz. Savunma sanayii adı altında reklam yapılan projeler, yerli üretim değil. Montaj ve dış lisansla yapılan işler. Ekonomide üretim yok, dış borç var. 2025 itibarıyla Türkiye, 500 milyar dolara yaklaşan borçla dünyanın en riskli ekonomileri arasında.
İran’a saldırı gelirken herkes bunu öngörüyordu. Ama İran rejimi, kibirle ve mutlak doğrularla hareket etti. “Bize bir şey olmaz” dedi. “Allah bizimle” dedi. “Batı çökecek” dedi. Ama çöken kendisi oldu. Aynı mantıkla Türkiye de “yerli ve milli” sloganlarıyla göz boyamaya devam ediyor. Ama ortada ne milli bir ekonomi kaldı, ne yerli bir eğitim sistemi, ne de özgür bir toplum.
Bundan sonrası açık: Eğer bu gidişat durdurulmazsa, Türkiye de dışarıdan müdahaleye açık, içinden çürümüş, kendi halkına yabancılaşmış bir ülkeye dönüşecek. Suriye’nin parçalanması, Irak’ın bölünmesi, İran’ın teslim alınması… Hepsi sırayla gerçekleşti. Bu zincirin son halkası Türkiye olabilir.
Ancak hâlâ zaman var. Hâlâ toplumun uyanma ihtimali var. Gençler, kadınlar, işçiler, bilim insanları, sanatçılar… Toplumun taşıyıcı kolonları henüz tamamen yıkılmadı. Ama bu yapı daha fazla darbeye dayanamaz. Demokrasiye, laikliğe, hukuk devletine dönüş olmazsa, Türkiye de bir gün sabah kalktığında, “artık çok geç” olduğunu görecek.
GörünenKöy uzak değil. Hatta artık köy bile değil; gözümüzün önünde kurulan koca bir şehir. Yolu belli, tabelaları asılmış, oyuncuları sahnede. Sadece gözümüzü açmamız ve bu senaryoya “dur” dememiz gerekiyor.
Yoksa biz de İran gibi kendi halkımızı, kendi aklımızı ve kendi geleceğimizi kaybedeceğiz.
AntwortenWeiterleitenReaktion hinzufügen |
ALMANYA
Az önceALMANYA
Az önceALMANYA
3 saat önceALMANYA
5 saat önceALMANYA
11 saat önceGÜNCEL
12 saat önceGÜNCEL
14 saat önce