BATI KARADENİZ GEZİSİ (VI)

ABONE OL
11:27 - 23/10/2020 11:27
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

-Bolu-Şile-Ağva-Polonezköy-

Bolu

Önce Yedigöller, sonrasında Abant. Akşam Bolu’da konaklayacağız. Bolu hakkında genel bilgiyi rehberimiz Mehmet Doğan Öz otobüste verdi:

“Bolu Batı Karadeniz Bölgesi’nde bir ilimizdir. Nüfusu 153.783 civarındadır (2017). Tarihi M.Ö. 1200’lü yıllara dayanır. O zaman bütün Hitit toprakları gibi Bolu da Friglerin elindeydi. Sonra M.Ö. 6. asırda Persler bölgeye hâkim oldular. M.Ö. 336’da ise Büyük İskender Persleri yenerek Anadolu’nun birçok yeri gibi Bolu’yu da ele geçirdi. Büyük İskender’in ölümü üzerine Makedonya yıkılınca Bolu bölgesinde “Bithynia” Krallığı kuruldu. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Bolu, Horasanlı Aslahaddin tarafından fethedildi. Bolu yöresinin tümüyle fethi ise Orhan Gazi döneminin ilk yıllarına (1324-1326) rastlar.”

 Yedigöller

Yedigöller’deyiz. Otobüs park alanında kaldı. Bundan sonrasına yürüyerek devam ediyoruz. Ormanların içinde kuş sesleri ve ağaç hışırtılarının arasında yürüyoruz. Burada sevgililer el ele tutuşmayacak da nerede tutuşacak. Evet tam da öyle oldu. Belli ki bekar olanların içi buruk. Onlar da kendi aralarında gruplar oluşturmuşlar, yürüyorlar. Herkes mutlu. Kimisi huri kimisi gılman olmuş. Burası Cennet’ten bir köşedir denilse, evet denirdi. İlerliyoruz bir köşeden öbür köşeye, hayran bakışlarla. Ve sessizliği rehberimiz bozuyor:

“Yedigöller Havzası, 1965 yılında milli park olarak korumaya alınmıştır. Rakım 780. Havza, yüzeysel ve yeraltı akışlarıyla birbirine bağlı 7 gölden oluşur.

Milli park bünyesinde Büyükgöl, Seringöl, Deringöl, Nazlıgöl, Küçükgöl, İncegöl ve Sazlıgöl olarak 7 göl vardır. Büyükgöl, canlı alabalık için damızlık balık yetiştirme amaçlı kullanılmaktadır. Ülkemizde ilk alabalık üretme istasyonu 1969 yılında burada kurulmuştur.

Yedigöller Milli Parkı bilimsel inceleme ve araştırmalar için de kuvvetli bir altyapıya sahiptir. Çok sayıda bitki türünü içeren milli park, yurdumuzun en güzel, karışık doğal ormanlarına sahiptir. Başlıca ağaç türleri olan kayın, gürgen, meşe, kızılağaç, akçaağaç, karaağaç, titrek kavak, sarı ve kara çam, köknar, fındık, ıhlamur ve dişbudak ağaçları vardır bu parkta.

Milli Park sahasında 100’ün üzerinde kuş türü tespit edilmiştir. Bu özellikleriyle Yedigöller Milli Parkı tam bir doğa cenneti konumundadır. Her yıl mayıs-eylül dönemlerinde Büyükgöl ve Deringöl’de ücret karşılığı sportif olta balıkçılığı da yapılabilmektedir.”

Öğle yemeği Yedigöller Cennet’inde yenilecekmiş. Bizler elimizi bile sürmeden yiyecekler ve içecekler önümüze gelecekmiş. Şırıl şırıl akan suların eşliğinde, püfür püfür esen rüzgârın verdiği keyifle, ağaç yapraklarının hareketlendirmesiyle çıkan hışırtıların eşliğinde yiyecekmişiz yemeği… Bizler bu azığı önden göndermişiz, hakkımız olanı yiyecekmişiz. Belli ki; para ile elde edilemeyecek nadir mutluluklardan birisini yaşayacağız Yedigöller Cenneti’nde.

Emin Bolu’dan mangal işi yapan bir ekip ayarlamış. Biz Yedi Göller gezisini tamamladığımızda mangal orada hazır olacakmış. Öyle de oldu. Ormanda kuş seslerinin de eşlik ettiği güneşli bir havada mangal keyfi, tarif edilemez bir mutluluğun yolunu açtı bizlere. Servis 10 numara. İşin ehli oldukları besbelli ekibin. Domates, biber, soğan ve patates de var et çeşitlerinin yanında. Bol oksijenli bir hava. Suyu da dağdan, ormanların arasından süzülüp gelen çeşmeden içiyoruz… Dayıyoruz ağzımızı çeşmenin oluğuna iç içebildiğin kadar…32 dişe birden keman çaldıran cinsten bu su. Buzdolabı halt etmiş yanında…

Emin Oruç kardeşimiz, gerçekten unutulmayacak olan hatıraların temelini atıyor her gezimizde. Yedigöller’de olduğu gibi. Tekrarı yok. Böylece her seferinde yeni yeni hatıralarla zenginleşen bir hatıra haznemiz oluştu.

İlk gezimizi İstanbul ve Çanakkale’ye yapmıştık. İkincisini Güneydoğu Anadolu’ya, üçüncüsünü Doğu Karadeniz ve Doğu Anadolu’nun bazı illerine, dördüncüsünü Selçuklu ve Osmanlı Başkentlerine, beşincisini Ege ve Akdeniz’e (7 Kiliseler), altıncısını Batı Karadeniz’e, ölmez sağ olursak yedinci ve son gezimizi Doğu Anadolu’ya yapacağız. Böylece Türkiye’yi; coğrafyasıyla, tarihi eserleriyle, kültürüyle, örf ve adetleriyle, mutfak kültürüyle, folkloruyla bütünüyle tanımış olacağız. Sağ olasın Emin kardeş. İyi ki varsın. Ve Abant.

Abant

Abant resmi toplantıların, sempozyumların, konferansların verildiği tebliğlerin sunulduğu meşhur yerdir. Burada Türkiye çapında büyük organizasyonlar yapılmıştır geçmişte. Bu organizasyonlar ile katılımcıların bilgi dağarcıklarını, yeni bilgilerle zenginleştirmeye çalışanlar seçimi doğru yapmışlar. Burada konferans dinlenir, sonrasında da yürüyüşler yapılarak alınan bilgiler hazmedilir. Alınan bol oksijenle beyin hücreleri yenilenir. Uyku keyfine ise şapka çıkarılır.
15 Temmuz’un temellerinin atıldığı yerdir aynı zamanda Abant. Abant denince akla hemen onun adı gelir. Fetö, fetö, fetö…

Önce gölün etrafında grupla birlikte tur attık. Bu sırada rehberimiz bize Abant ve Abant’ta yapılabilecek etkinliklerle ilgili bilgiler verdi:

“Abant Gölü yeraltında meydana gelen tektonik çöküntüler sonucunda büyük taş bloklarının vadiyi doldurmasıyla oluşmuştur. Deniz seviyesinden yüksekliği 1328 m.dir.  Abant Gölü’nü dağlardan gelen kar suları ve bir iki küçük dere beslemektedir.

Abant Gölü etrafında yürüyüş yapılabilir, her mevsim harika bir manzaraya sahip olan göl izlenebilir, Abant Doğal Yaşam Müzesi gezilebilir. Yamaç paraşütü yapabilir. At binilebilir veya gölün etrafında fayton ile romantik bir gezi de yapılabilir.

Velhasıl, Abant Gölü yılın her ayında büyüleyici bir güzelliğe sahiptir. Abant hem günübirlik gezip görmek hem de konaklamak amacıyla tercih edilen çok popüler bir tatil merkezidir. Abant Gölü’nün kenarları çeşitli su bitkileriyle ve nilüferlerle doludur. Balık meraklıları yılın belirli dönemlerinde gölde, ücret mukabili olta ile balık avlanabilmektedir. Göl kenarlarında su samurları da görülmektedir. Göl çevresindeki ormanlarda yabani hayvanlardan tilki, çakal, kurt, ayı, domuz, geyik, karaca, tavşan, sincap, gelincik; su kuşlarından yaban kazları, yaban ördekleri, balıkçıl, sakarmeke, karabatak, turna, yırtıcılardan; şahin, doğan, kara akbaba, kaya kartalı, atmaca, baykuş, diğer kuş çeşitleri olarak; toygar, alakabak, puhu, gökdoğan, ağaçkakan, karatavuk, bülbül, ispinoz ve saka görülmektedir.”

Ve bir saat serbest zaman. Yapılabilen her etkinlik arkadaşlarımız tarafından yapıldı. Köylü kadınlar sergilerinin başındalar. Alışveriş yapmamızı bekliyorlar. Beklentilerine cevap verdik. Bal alanlarımız fazlaydı. Abant’a son noktayı toplu hatıra fotoğrafı çekilerek koyduk. Akşama Bolu’da olmamız gerekiyor. Vakitlice varırsak Bolu’ya, şehri gezme imkânımız olabilirmiş. Emin öyle dedi.

Bolu’ya gelince ilk işimiz otele yerleşmek oldu. Yarım saat kadar dinlendik ve yaya olarak şehir turuna çıktık. Yolda kime rastlasak soruyoruz; Bolu’da gezilecek, oturulup çay içilebilecek yerler nerelerdedir? İstisnasız herkes “akşam 18:00 den sonra Bolu’da hayat durur” cevabını veriyor. Bize ters geldi bu söylenenler. Kocaman üniversite şehrinde hayat nasıl durur, burada bir yanlışlık olmalı dedik. Yürümeye devam ettik. Yaklaşık bir saat yürüdük. Gerçekten açık yer yok. Derken şehrin merkezinde bir iki açık mekân bulabildik. Ancak önce Köroğlu’nun anıtını bulmak, o ‘halk kahraman’ına selam vermek ve sonra da bu mekanlardan birinde oturmak üzere anlaştık arkadaşlarla. Sonunda Köroğlu’nun anıtını bulduk. Ona yaptığı yiğitliklerden dolayı şükranlarımızı arz ettik. Hatıra fotoğraflarımızı da çekildik. Tam geriye döneceğimiz sırada Oğuzhan İnci karşıda bir mekân görmüş. Bakıp gelmesi için görevlendirdik. Koşa koşa gitti ve oradan el salladı. Mekân bulunmuştu. Hep beraber yürüdük Oğuzhan’a doğru. Merdivenlerle çıkılıyor. Tarihi bir eser ve mükemmel bir mekân.

 Taşhan

 Taşhan Osmanlı’nın son döneminde yaptırılmış. Kesme taş ile inşa edilmiş, günümüzde görselliği ile ilgi çeken bir han, Taşhan. Taşhan’ın üzerindeki kitabede şöyle yazıyor: “Taşhan ülkemizde bulunan sayılı tarihi eserlerden bir tanesidir. Eşsiz bir güzelliğe sahiptir. 1750 yılında Emin Ağa tarafından yaptırılmıştır. Yaklaşık 300 yıllık geçmişi olan Taşhan Bolu’nun sembolü olarak bilinir.

Taşhan; kesme, küfeki ve dere taşlarından, iki katlı ve açık avlulu olarak inşa edilmiştir. Yapıldığı günden beri hiçbir restorasyon görmemiştir. Bugün kafe ve restoran olarak hizmet vermektedir. 17 adet odası, 1 avlusu, 1 salonu, 3 adet terası olan bir handır Taşhan.”

Odaların kimisi küçük kimisi büyük. Demek ki ihtiyaca göre yapılmış. Bir delikanlı bize odamızı gösterdi. Şark köşesi gibi dizayn edilmiş. Oturduk ve başladık muhabbete. Yaşar Cimşit’in soruları bitmediği için muhabbetimiz de uzun sürdü. Recai’nin performansını da unutmamak gerekir. Menü zengindi. Kimse kalkmak istemiyordu. Geç saatte Taşhan’dan yaya olarak döndük otelimize…

Köroğlu

Hepimizin bildiği halk kahramanı Köroğlu’nun hikayesini rehberimiz Sayın Öz şöyle anlattı Taşhan’da muhteşem Türk Kahvesi eşliğinde: “Zengin ve kudretli Bolu Beyi atlara olan ilgisi ile nam salmış bir beydir. Seyisi Yusuf da atlar konusunda çok bilgili ve son derece beceriklidir, o da nam salmış bir seyistir. Bir gün Bey, Yusuf’tan uzak illere gidip kendisine bir tay almasını ister. Bunun üzerine Yusuf yollara düşer. Birçok tay görür ama hiçbiri beyine layık değildir. Nihayet Fırat kenarında, beyin isteğine uygun bir tay bulur. Ufak tefek bir şeydir bu tay. Ama büyüyünce beyin isteğine uygun bir at haline gelecektir. Seyis Yusuf bu durumu bir türlü beyine anlatamaz, etraftaki şakşakçılar da beyi provoke edince bey Yusuf’un gözlerine mil çektirir ve Bolu’dan kovar, getirdiği o tay ile birlikte.

Tayı yanına alan Yusuf büyük bir intikam isteğiyle köyüne dönüp oğluna her şeyi anlatır. Oğlu Ruşen Ali (Köroğlu) de intikam yemini eder. Gel zaman git zaman tay, Seyis Yusuf’un istediği o at haline gelir. Ele avuca sığmaz savaşçı bir at olmuştur.  Ruşen Ali de cesurluğu ve savaşçılığı ile etrafta nam salmış bir babayiğide dönüşür. Bu arada babası Seyis Yusuf ölür.

Babasının ölümünden sonra Ruşen Ali intikamını almak için dağa çıkar. Köroğlu’nun öncelikli hatta yegâne derdi, Bolu Beyi’nden babasının intikamını almaktır. Çamlıbel Dağı’nı üs edinerek özellikle Bey’in adamlarının, askerlerinin yolunu keser, onlara baskın düzenler, kellelerini vurur, mallarına el koyar… Bu haliyle esasen; ‘kanun kaçağı bir eşkıyadır, ancak, zulme uğramış olmasını ve sevilmeyen zalim Bey’e karşı verdiği mücadeleyi içten içe destekleyen kalkın gözünde, o bir ‘eşkıyadan ziyade bir ‘halk kahramanı’dır. Üstelik halk, haksızlık eden başka ağalara karşı, haklarını almak için namı yayılmış olan Köroğlu’na başvurur. O da mazlumlarla bir olup zalimleri haklamaya başlamıştır. Dahası, talan ettiği ele geçirdiği malların ihtiyaç fazlasını, yöredeki muhtaçlara dağıtır…

Köroğlu, bu arada aşık olduğu , Bolu Beyi’nin kardeşi Döne Hatun’u da kaçırır ve onunla evlenir. Kısa süre sonra da Bolu’yu basıp yakar yıkar. Bolu Beyi’nin evini yağmalar. Ve intikamını alır. Ancak Bolu Beyi’ni öldürememiştir. O günden sonra Bolu Beyi de Köroğlu’nun peşine düşer ama bir türlü ele geçiremez.

Ve yıllar sonra Kırat’ıyla birlikte Köroğlu ortadan kaybolur. Bunun üzerine birçok rivayet söylenir; bir söylentiye göre, yeni icad dilen tüfekle oynayan Köroğlu’nun beyleri, birbirlerini vururlar, Köroğlu da ‘Tüfek icat oldu mertlik bozuldu’ diyerek beyliğini dağıtıp ortadan kaybolur. Ölümü bir sır perdesi arkasında gizlense ve birçok söylentiye sebep olsa da Köroğlu’nun destanı yıllara meydan okuyarak bugünlere kadar gelmeyi başarmıştır.

 

“Benden selam olsun Bolu Beyi’ne
Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır
Ok gıcırtısından kalkan sesinden
Dağlar gümbür gümbür seslenmelidir

Düşman geldi tabur tabur dizildi
Ak alnıma kara yazı yazıldı
Delik demir çıktı mertlik bozuldu
Eğri kılıç kında paslanmalıdır

Köroğlu düşer mi yine şanından
Çoğunu ayırır er meydanından
Kırat köpüğünden düşman kanından
Çizme dolup şalvar ıslanmalıdır.”

Ne kadarı gerçek, ne kadarı ekleme bilemesek de, ‘gerçek olan’ şu ki; bugün, Bolu meydanlarında, zalim beylerin değil, Köroğlu’nun heykeli vardır. Birçok il ‘o kişiliği’ sahiplenmek istemekte, O’nun menkıbelerini anlatmakta O’nun türkülerini söylemektedir… Anadolu, ‘Köroğlu dağları, tepeleri yaylaları, çeşmeleri, Köroğlu belleri, geçitleri’… ile doludur. Köroğlu adına festivaller düzenlenir, kültür dernekleri kurulur.

Ayvaz

 Köroğlu, baskınlarını, yol kesmelerini genellikle yalnız yapar, ancak, yine de, yaptığı mücadeleye destek vermek isteyen hayranlarından, zulme uğramışlardan, kanun kaçaklarından… az da olsa kendisine katılanlar olur. Hiç ayrılmamak üzere kendisini Köroğlu’na adayan ‘meşhur yaveri’ ve arkadaşı Ayvaz’ın kendisiyle tanışmasının da ayrı bir hikayesi vardır; Köroğlu gailesinden iyice bunalan ve itibar kaybeden Bolu Beyi, Köroğlu’nun başarılarındaki en önemli faktörlerden biri olarak öne çıkan meşhur Kırat’ını çalarak gücünü kırmak ister. O Kırat ki, kenarda beklemesi gerektiğinde bekleyen, kendisine ihtiyaç olduğu anda göreve koşan, Köroğlu’nu, en sıkıştığı zamanlarda, salim bölgelere uçarcasına kaçıran… emsali bulunmaz bir attır. Atın çalınması için, o konuda maharetli olduğu bilinen Ayvaz isimli birisini görevlendirir Bolu Beyi. Ayvaz, atı çalmayı başarır. Ancak bu arada gerçekleri de öğrenir. Bolu Beyi’nin, Seyis Yusuf’un gözlerini kör ettiğini, Köroğlu’nun Yusuf’un oğlu olup, babasının intikamı için mücadele ettiğini, çaldığı atın o olaya sebep olan ‘tay’ olduğunu, gerçekte, Köroğlu’nun iyi kalpli, mazlum ve muhtaç halka yardım eden bir yiğit olduğunu öğrenince, fikir ve taraf değiştirir. Hiçbir beklentiye girmeden, ayrılmamak üzere Köroğlu’nun emrine ve hizmetine girer.  Sonuçta, çocuklarını evden uçurmuş olan karı- kocalar için söylenen, “Bir Köroğlu bir de Ayvaz kaldık” atasözüne malzeme olurlar.”

Ağva

“Ağva’nın tarihi Roma, Ceneviz, Bizans egemenlikleri ile geçmiştir. Tarihi M.Ö 7. yüzyıla kadar uzanan Ağva’da, Hititlere ve Friglere ait kalıntıları, ayrıca Roma ve Bizans döneminden kalan kilise kalıntılarını, mezar taşlarını görmek mümkündür.

Ağva günümüzde hafta sonlarında dolup taşan tatil kasabası haline gelmiştir. Ağva Latince bir isimdir. “İki dere arasına kurulmuş köy” anlamına gelir.

Ağva, sonbaharın sarı, kırmızı ve turuncu renklerini denizin mavilikleri ile buluşturan, doğal güzellikleri ile insanı mest eden bir yerdir. Kilimli Koyu, Göksu Nehri ve temiz plajları ile Ağva, tam bir tatil kasabasıdır. Şile’ye 28 km uzaklıkta bulunan Ağva, Göksu Nehri’nin Karadeniz’le buluştuğu yere konumlanmıştır.”

Önce nehir kenarında yemek yedik. Menüde balık vardı. Ancak Amasra’daki balığa kıyasen  tatmin edici değildi. Yemekten sona tekne ile gezinti yaptık. Kısa bir gezinti. Sonrasında Ağva’da öğle namazımızı ve ikindi namazımızı cem ederek kıldık. Yukarıda tepede küçük ama şirin bir camisi var. Hemen sonra da Şile’ye doğru yola çıktık. Şile, beziyle meşhur bir ilçe.

Şile

“İlçede yaşam, yapılan son araştırmalara göre Cilalı Taş Devri’ne kadar gider. Kefken ile Bulgaristan sınırı arasındaki Karadeniz sahil kesiminde yapılan tarih öncesine ilişkin kazılarda, çeşitli yerlerde Paleolitik çağın muhtelif bölümlerine ve özellikle Epi-Paleolitik döneme ait birçok konak yeri ve işyeri tespit edilmiştir.

Şile, antik çağda iki defa istilaya uğramıştır. Roma döneminin izleri hala görülmektedir. Doğu Roma İmparatoru Diokletianus zamanında (284-305), İnkese, Sofular gibi Şile mağaraları ilk inanan Hristiyanlar için tabii korunaklar olmuştur. Gürlek Mağarası, Doğu Roma askerlerinin yakaladığı ilk inanan Hristiyanları hapsettikleri bir cezaevi olarak kullanılmıştır.

Selçuklu Türkleri, Kutalmışoğlu Süleyman Şah ile 1090 senesinde Şile’yi ele geçirdiler. Şile, I. Dünya Savaşı’na kadar 500 yıl boyunca Türklerin yönetiminde rahat bir yaşam sürmüştür. Daha sonra İstanbul’un işgaliyle birlikte İngilizler’den cesaret alan Rumlar Şile çevresine yerleşerek Dumlupınar Zaferine kadar işgallerini sürdürmüşlerdir.

Anadolu topraklarında farklı kültürler ve tarihler birlikte yaşamış, birçok uygarlık derin izler bırakarak ve diğerleriyle harmanlanarak tarihteki yerini almıştır. İstanbul’un güzel beldelerinden biri olan, tarih ve kültürle yoğrulmuş Şile; Hitit, Frigya, Lidya, Pers, Bitinya, Roma, Bizans ve Selçuklu ve Osmanlı gibi birçok kültür ve medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bu kültür ve medeniyetlerden Şile’ye miras kalan unsurların başında ahşap tezgâhlarda dokunan Şile bezi gelir.”

Şile’yi, dünyaya tanıtan en önemli ürün, bezidir. Şile bezi, geçmiş yaşamların bugüne taşınmasında önemli bir köprü ve etmen işlevi görmektedir. Şile’de geçmişin izlerini bezin motiflerinde görmek mümkündür. İnsanların sevinçleri, hüzünleri, ayrılıkları, özlemleri kadınlarımızın sanatsal yorumları motiflere işlenmiş; her motifin bir hikâyesi, her hikâyenin adı olmuştur.

Şile bezi almak için birçok dükkân dolaştık. Sonunda istediğimizi bulamasak da uygun bir şeyler aldık. Alışverişten sonra, tepede denize nazır bir mekânda eşimle birlikte çayımızı da yudumladık.  Serbest zaman 1 saat olarak verilmişti. Konaklayacağımız otel de Şile’de olduğu için oldukça rahat davrandık.

Otele geldiğimizde gün batmamıştı. Kocaman otelde sadece biz vardık. Sezon açılmadığı için otele bakım da yapılmamış. Yıldızına uygun bir otel değildi. Gezinin sonuna doğru yorgunluğumuz arttığı için hemen odalarımıza çekildik. Sabah yine kendi saatimizde Polonezköy’e uğrayacağız. Sonrasında ‘kelebekler’ diyarına. Daha sonra ise Süleymaniye Camii ziyaret edilecek ve orada kuru fasulye yenilecek.

Polonezköy

 “Polonezköy, İstanbul’un Beykoz ilçesinde yer alan, eski adı “Adampol” olan Polonyalıların köyüdür.

1938 yılında Polonezköy sakinleri T.C. vatandaşlığına kabul edildiler. 1968 yılında işledikleri topraklar üzerinde tapu hakkına sahip oldular. Öte yandan, Czartoryski ailesinin vârisleri ise Polonezköylüler lehine mülkiyet haklarından/iyelik haklarından vazgeçtiler.

18.yüzyılın sonunda, Rusya, Prusya ve Avusturya tarafından bölünerek istila edilen Polonya, Prens Adam Czartoryski başkanlığında 1918 yılında tekrar kuruldu ve özgürlüğüne kavuştu. Bu zaman zarfında sadece Osmanlı İmparatorluğu, Polonya’nın parçalanmasını kabul etmedi.

Daha sonra Michael Czartoryski ‘Şark Ajanlığı’ adıyla anılan Polonya Temsilciliği’ni kurdu İstanbul’da. Michael Czartoryski din olarak da İslam’ı seçti. Neticesinde Mehmet Sadık Paşa isim ve rütbesini aldı.

Sultan Abdülmecit de harp sonrası yayınladığı bir fermanla savaşa katılan subay ve askerleri ödüllendirdi ve köyde yaşayanlara vergi muafiyeti getirdi. İşte bu köyün adıdır Polonezköy.

Czestochova Meryem Ana Kilisesi

 Kilise, tarihin tozlu sayfalarını aralamanıza yardımcı, ayakta kalan tek şahittir. Ne yazık ki hafta içinde kapalı tutuluyor.

Kelebeğin Hikayesi

Kelebek çiftliğinde rehberliği, orada görevli bir bayan yaptı.

“Ülkemizde tek, Avrupa’nın ise sayılı kelebek çiftliklerinden biri, İstanbul Kelebek Çiftliği. Çiftlik, kimya öğretmeni Çiğdem Ünlü ve akademisyen Nafiz Ünlü çifti tarafından 2014 yılında kuruldu. Çocukların doğa ile barışık olduğu bir mekân yaratma amacıyla kurulan çiftlikte yaklaşık 20 nadir tür tropikal kelebek yaşıyor.

Kelebekler doğanın en güzel ve en sevilen yaratıklarıdır. Güneşli bir yaz günü, can alıcı renklerle bezenmiş bir kelebek gördüğümüzde içimize bir mutluluk dolar. Peki dünyada boyları 1,5 ila 30 cm arasında değişen 200.000 farklı kelebek türü olduğunu biliyor muydunuz?

Kelebekler hakkında en dikkat çekici şey, hayatlarının çoğunluğunu bir tırtıl olarak geçirmeleridir. Sürünen, bitkilerin üzerinde yaşayan, bazen bir yaprak veya kuş dışkısına benzeyen bu yaratıklar kâğıt inceliğinde rengarenk kanatlara sahip uçan böceklere dönüşene kadar, hiç de ilginç görünmeyebilirler. Acaba kelebekler göründükleri gibi güzel ve dertsiz midirler?

Kelebeğin hikayesi hayatta kalma hikayesidir. Yumurtadan kelebeğe dönüşüm yolculuğu, doğanın en inanılmaz mucizelerinden biridir. Bütün zorluklara ve sayılarını azaltan düşmanlarına rağmen, savunmasız görünen bu muhteşem canlıların yumurtadan çıkmalarından itibaren gösterdikleri hayatta kalma mücadelesinin ödülü, renkli bir uçuşla geçen kısacık birkaç gündür.

Bulunan en eski kelebek fosilleri 50 milyon yıl öncesine aittir. Böylesine olağanüstü uzun bir zaman soylarını sürdürebilmelerine rağmen, son yıllarda yaşam alanlarında görünen daralma bu güzel canlıların birçok türünün geleceğini tehdit etmektedir.

Biz kelebek çiftliğimizi kurarken özellikle bu noktaya dikkat çekmek istedik. Doğal hayatın devamlılığı kelebek türlerinin azalmadan soylarını sürdürmeleri açısından çok önemli… Kelebek serasındaki kelebekler doğal hayattan alınmış değiller. Sadece tüm dünyadaki çiftliklerde bulundurulmak üzere özel olarak üretilmekteler. Kelebekler, üretim yapılan köylerdeki yaşayanlar için de önemli bir gelir kaynağı oluşturuyorlar.”

Kelebek bahçesinde dolaşırken bir kelebek geldi ve benim elime kondu. Korkup kaçmadı da. Kızım Dilruba o anı ölümsüzleştirdi. Eşim ve kızım çok şanslı olduğumu söylediler. Ben de “Eğer şanslı olmasaydım sizin gibi iki güzel bayanı Allah bana nasip eder miydi” dedim, şakalaştık. Ve o kelebeğin kanadında çıktık Berlin yolculuğuna…

Elveda Batı Karadeniz ve elveda İstanbul.

Bitti

Rüştü Kam

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.