Devrimci düşünceyle çok küçük yaşta tanıştım. Babam köy enstitülü bir öğretmen olarak okuma alışkanlığı olan biriydi. Her gün evimize birden çok gazete girerdi. Ayrıca aylık dergilerden bazılarının da sürdürümcüsüydük. Bunların yanı sıra kısıtlı bütçemizin bir kısmı da kitap alımı için ayrılırdı. Bundan da anlaşılacağı üzere kitap, dergi ve gazetelerin olduğu bir evde doğup büyüdüm. Böyle olunca da ülkemizin ve dünyanın birçok yazarıyla erkenden tanışma fırsatı buldum.
Ortaokulda devrimci düşüncelerle az da olsa bir tanışıklığım oldu. 1973-74 Öğretim Yılında Of Şehit Ahmet Türkkan (Kore savaşında şehit olan komşu köyümüzden bir subay) Lisesi’ne kaydoldum. Liseye başladığımda bu tanışıklığım, serpilip gelişti. Dünya görüşüm biçimlenmeye başladı bu yıllarda. Zaten 1968’de başlayan devrimci rüzgâr, büyüyerek sürüyordu. Özellikle de gençliği etkiliyordu. Dünyada da devrimci eğilim, o dönemde güçlüydü. Dünya, emperyalizme karşı savaşımın yükseldiği ve ezilen ulusların sömürüden, baskıdan kurtulma yoluna girmişti. Devrimci yükselişler, kültür, sanat alanında da etkili olur. Bu etkiyle toplumcu-gerçekçi bir sanatın, kültürün gelişmesi de olağan.
Liseye başladığımda okuduğum kitapların içerikleri değişmeye başladı. Ayrıca Anadolu gerçeklerini anlatan öykü ve romanlar da başköşedeydi. Yanı sıra bilimsel, düşünsel içerikli kitapları da okuyorduk. Bu yıllarda dünya edebiyatıyla da tanıştık. Okuduğumuz kitapları, arkadaşlarımızla tartışırdık. Okuduklarımızı, arkadaşlarımıza verirdik onlar okusun diye. Halkevinde seminerler düzenlerdik. Bu seminerler, düşünsel eğitim kazandırdığı gibi demokratik olgunluk da oluşturuyordu bizlerde. Ayrıca bu toplantılar, aktöresel bir gelişimi de sağlıyordu.
Nazım Hikmet’in şiirleri elimizden de dilimizden de düşmezdi lise yıllarımızda. Onun şiirleri, yaşadığımız Doğu Karadeniz Bölgesi’nin dereleri gibiydi. Dört mevsim suyu kesilmez gürül gürül akardı belleğimizde. Derelerimizin temiz sularının kayalara çarparak gelen çağlayanları gibi çağlardı yüreğimizde. Onun “Kuvayı Milliye” ve “Memleketimden İnsan Manzaraları” kitapları elimizden düşmezdi. Hem kendimiz okur hem de arkadaşlarımıza okurduk. Anlaşılacağı üzere Okur, okur, okurduk.
Lise birinci sınıfta Hilmi Saral’la aynı sınıftaydık. Nerdeyse okulun ilk gününde arkadaş olduk. Okul içinde dışında neredeyse her gün buluşur söyleşirdik saatlerce onunla. Başka arkadaşlarımız da zaman zaman katılırdı bize. Lise 2’ye geçmiştik. Biraz daha bilinçlenmiştik. İkimiz de ulusal bayramlarda şiir okurduk. Şiirlerimizi, okulumuzun edebiyat öğretmeni seçerdi. Lise birinci sınıfın yarısında okul müdürümüz değişti. Yeni müdürümüz Metin Doğu, milliyetçi-muhafazakâr bir çizgideydi. Doğaldır ki Soğuk Savaş döneminin biçimlendirdiği düşünsel ortamda o zamanın milliyetçileri, Nazım Hikmet’e şiddetle karşıydılar. 29 Ekim 1974 günü kutlanacak Cumhuriyet Bayramı hazırlıkları başlamıştı okulumuzda. Müdürümüz, edebiyat öğretmenimizin seçtiği şiirleri denetliyordu kendince. İstemediklerinin okunmasına izin vermiyordu. Hilmi, elinde bir gazete ya da dergi kesiğinde yer alan bir şiir getirdi. Bunu okumak istediğini söyledi. Müdürümüz ve Edebiyat Öğretmenimiz Raif Özben’in karşısında şiiri okudu. Müdürümüz, çok beğendi şiiri. Şiiri nereden bulduğunu, kime ait olduğunu sordu. Hilmi: “Yazarını bilmiyorum, yırtık bir gazetede gördüm, hoşuma gitti.” dedi. Hilmi, şiiri çok güzel okumuştu. Onun bu şiiri okuması için izin çıktı.
Hilmi’nin okuduğu şiir: “Ayın altında kağnılar gidiyordu” dizesiyle başlıyordu. Okuyacağı şiirden önceden haberim vardı. Okumaya başladığında Raif Bey’in cam şişenin dibine benzeyen kalın camlı gözlüklerinin arkasından gözleri parladı ve müdürümüze baktı yan gözle. Metin Bey, kendini şiiri kaptırmıştı. Dinledikçe hoşlandığı belliydi. “Sarışın bir kurda benziyordu” dizesi okunduğunda müdürümüzün yüzündeki mutluluk arttı. Ne de olsa düşüncelerinin simgesi kurt vardı şiirde.
Şiirin Nazım’a ait olduğunu bilen birkaç kişiyiz. İçten içe seviniyoruz. “Dörtnala gelip uzak Asya’dan/ Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan/ Bu memleket bizim” dizeleriyle sona doğru yaklaşırken şiir, müdürümüz iyice keyiflenmişti. Atalarımızın kopup geldiği toprakları vurgulayan dizeler onu milliyetçi, tarihsel düşlere daldırmıştı. Şiirin okunması bitti. Müdür Bey, onayını verdi.
29 Ekim günü geldi kaşla göz arasında. Of Meydanı’nda bayram kutlaması başladı. Konuşmalar yapıldı, Sıra şiirlere geldi. Sırayla okuyoruz şiirlerimizi. Derken sıra Hilmi’ye geldi. Başladı okumaya. Okulumuzun ve diğer okulların öğretmenleriyle adli, idari ve mülkü erkân can kulağıyla dinliyor onu. Şiir okundukça gülümsemeler başladı içten içe. Yüzlerde memleketimizin bin bir renkli kır çiçekleri açmaya başladı. Az sonra kulaktan kulağa fısıldaşmalar… Şiir bitti. Bayramımızı dünyaca ünlü ozanımız Nazım Hikmet’le kutladık böylece.
Törenden sonra Metin Bey de öğrendi şiirin ozanını. Ancak iş işten geçmişti. Çünkü şiirin okunmasına onay veren kendisiydi. Suç varsa o da kendisinindi. Eğer soruşturma açsaydı kendi bilgisizliği ortaya çıkacaktı. Bir şiirini bile okumadığı dünyaca ünlü bir ozanı, yaftalayarak ona düşman olmanın bilgisizliği.
Ne yazık ki toplumuzda yıllarca benzer durum ve olayları yaşadık. Soğuk Savaş dönemi milliyetçileri ve İslamcıları, ABD’nin yönlendirmesiyle yurt içinde dost ve düşmanlarını seçiyorlardı. Bir kez ABD, Nazım’a “komünist” demişti. Ülkemizi yönetenler de NATO’ya bağlılıkları nedeniyle ABD’nin verdiği yargıya uyarak çocuk ve gençlerimizi, hatta büyüklerimizi Nazım Hikmet’ten korumak için seferber olmuşlardı. İçlerinden biri de çıkıp: “Bu Nazım ne yazmış?” diye merak etmemişti. Bu nedenle okumadıkları şiirlere, tanımadıkları Nazım’a düşman olmuşlardı ne adına, kimler adına?
Adil Hacıömeroğlu
GÜNCEL
1 saat önceALMANYA
5 saat önceALMANYA
5 saat önceALMANYA
7 saat önceALMANYA
8 saat önceALMANYA
8 saat önceALMANYA
8 saat önce