ERMENİ TEHCİRİ NİÇİN BİR “SOYKIRIM” DEĞİLDİR?

ABONE OL
11:47 - 23/10/2020 11:47
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

ERMENİ TEHCİRİ NİÇİN BİR “SOYKIRIM” DEĞİLDİR?

2017 yılının Kasım ayında Hannover’de Kiel’de yaşamakta olan arkadaşım Halil Fehmi Dağ ile buluştuğumuzda bir konu üzerinde kimi fikir alışverişlerinde bulunduk: Ermeni Sorunu, içinde yaşadığımız günlerde yeni bir ivme kazanmıştı.

Onca Avrupa ülkesinin 1915 yılında yaşanan Ermeni Tehciri’ni kendi parlamentolarında bir “soykırım” olarak tanıma çabaları, son günlerde önce Almanya’nın ardından da Hollanda’nın kendi parlamentolarında da “Soykırım” deyimi olarak nitelendirilmişti.

Ancak bu olayın bir soykırım olarak yorumlanması sorunun çözümü yönünde bir katkı sunmadığı gibi, daha da içinden çıkılmaz ve çözülemez bir duruma getiriyordu. Üstelik tarihi bir olayı parlementoların siyasi bir kararla “soykırım” olarak nitelendirmeleri, eşyanın tabiatına aykırı bir durumdu. Zira konu tarihsel ve hukuksal boyutları vardı ve öncelikli olarak bu boyutlardan açığa kavuşturulması gerekiyordu. Türkiye dışında olayların tanığı olacak öteki ülkelerin arşivleri kapalıydı ve Türkiye’nin uluslararası bir tarihçiler komisyonunun kurularak, olayların ortaklaşa araştırılması çağrısına kulak da verilmemişti. Anlaşıldığı kadar bir oyun dönüyordu. Dağlık Karabağ olayları ile Azerbaycan’ın topraklarının neredeyse yirmi yıla yakındır Ermenistan tarafından işgal edildiği göz önüne getirildiğinde; konunun yalnızca 1915 yılındaki olaylarla sınırlı kalmadığı, güncel olan bu olayların dünya gündeminden karşı bir atakla düşürülme çabalarının da bu süreçte bulunduğu anlaşılıyordu. Daha da kötü olan şey, özellikle Avrupa’da yaşayan Türkler’in “soykırım” terimine ısındırılması için sanki bir plan devreye sokulmuştu.

Bu durumda ne yapabilirdik? Bir kitap yazmak ve sonra da bir dizi konferanslar düzenleyerek Avrupa’da yaşayan Türklere olayların gerçek yüzünün ne olduğunu anlatmak ve böylelikle olumsuz propagandanın etkilerini azaltmak için çabalamak… Bunun için ayrıca bir sergi de açabilir; Ermeni taraftarı tezlere karşı tarihi gerçeklere dayalı bilgilendirmeler yapabilirdik.

Bunu da yaptık. Önce bir söyleşi kitabı hazırlayarak Ermeni Tehciri denilen olayın tarihsel süreciyle ilgili ayrıntılı bir bilgilendirme yaptık. Ardından bir sergi malzemesi hazırladık. Sırasıyla Kiel, Lübec, Hamburg, Hannover, Bremen, Berlin, Dortmund, Diusburg gibi Almanya kentlerinde seri konferanslar düzenledik ve sergiler kurduk. Burada savunduğumuz temel tez şuydu: Ne tarihsel, ne de hukuksal olarak Ermeni Tehciri bir soykırım değildir. Bu Dağlık Karabağ’da Ermenilerin haksız işgallerini unutturmak için Türkler’i baskılamak için kullanılan bir tarihsel iftiradır. Bu emperyalist güçlerin Türkler için uydurdukları bir yalandır.

Niçin Ermeni Tehciri denilen olay bir soykırım değildir?
Önce iki terimi açıklamakla işe başlayalım:

“Tehcir nedir?”
“Soykırım nedir?”
İlkinin yanıtı çok açık: “Tehcir” sözcüğü, “bir grubu bulunduğu yerden zorla başka bir yere göç ettirmek” anlamına geliyor. Konu “Ermeni Tehciri” olduğuna göre; bu da, birinci Dünya Savaşı’nda, Osmanlı Hükümeti’nin 1915 yılında, Mayıs ayında çıkardığı bir yasayla, kendi tebaası Ermenilerin bir kısmını, bulundukları yerden göç ettirerek, yine Osmanlı toprakları olan başka bölgelere yerleştirmesidir. Bu göç ettirmenin gerekçesi o dönemde çıkarılan yasalarında ve resmi açıklamalarda “güvenlik gereği” olarak belirtilmiştir.

Soykırıma gelince; bu terimin İngilizce karşılığı olarak “genocide” sözcüğü kullanılır. Bu terim biri Yunanca, öteki de Latince olan iki sözcüğün birleşmesiyle oluşmuştur: “geno” ve “cide”… “Geno” kabile, ırk, boy anlamına geliyor; “cide” ise “öldürmek”… Doğal olarak “genocide” terimi de bir ırkı, boyu, sopu öldürmek, yok etmek anlamına gelen bir deyimdir. Daha geniş anlamda bakıldığında sözcük, bu toplumsal ya da siyasal gruplardan her birinin bilerek varlığını sürdürme olanaklarını ortadan kaldırma düşünce ve eylemi olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla genocitte birbirini tamamlayan üç sürecin ortaya çıkması gerekiyor: Yok etmeyi düşünmek, tasarlamak ve bunu uygulamaya koymak…

Kavramın dünya tarihinde ortaya çıkış serüvenine baktığımız zaman, bunun en yoğun biçimde İkinci Dünya Savaşı yıllarında kullandığını görüyoruz. Niçin? Çünkü o dönemde Almanya’da Hitler, Sovyetler Birliği’nde Stalin ve İtalya’da Mussolini sırf soy ya da soplarından dolayı kendi ülkesinin yurttaşı olan kesimleri yok edip öldürmek yoluna gitmişlerdi. Bu eylemlerin en ünlüsü elbette Almanların Musevi düşmanlığı ve kırımıdır. Bu girişimler çok kere gizli biçimde yapılmaya çalışılmışsa da olayların duyulmasıyla birlikte dünyada bu eylemlere karşı büyük bir tepki oluşmuştur. Dolayısıyla daha önce pek kullanılmayan “genocide” sözcüğünün özellikle 1944’te yoğun biçimde kullanıldığı görüldü. Bundan önce deyim daha çok Almanlar’ın Museviler’e yaptıkları kıyım için kullanılmıştı. 1944 yılında önemli bir kitap yazmış Polonyalı bir Yahudi olan Raphael Lemkin, bu deyimi ortaya ilk kez atmış ve Musevileri yok etmeyi amaçlayan Almanlar’ın gerçekleştirdiği büyük imha siyaseti için bu deyimi kullanmıştı.

Bu kavrama yüklenen anlamdan hareket edildiğinde, bir olayın soykırım olabilmesi için şu süreçlerin yaşanması gerekliydi: Öncelikle soykırımı yapanlar ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir gurubu kısmen ya da bütünüyle ortadan kaldırmak amacını gütmeliydiler. Üstelik bu amaç boyutunda kalmamalı ve eyleme dönüşmeliydi. Bunun için de tanıma uyan grupsal yapıya mensup olanların öldürülmesi ya da grup üyelerine önemli ölçüde bedensel ve zihinsel zarar verilmesi gerekiyordu. Yine grubun bütünüyle ya da kısmen fiziksel varlığını ortadan kaldırması hesaplanmalı ve bu amaçla yaşam şartları değiştirilmeli, yani grup ölüme terk edilmeliydi. Yine gurup içinde, gurubun geleceğini ortadan kaldırmak amacıyla doğumları engellemek ya da bunun için doğum kontrol önlemleri almak da genocid suçu içine giriyordu. Ayrıca bir guruba mensup çocukları zorla başka bir guruba katmak; böylece o grubun çocuklar üzerinden devamının önünü kesmek gerekliydi.

Ancak deyimin uluslararası bir hukuki kavram niteliğini alması 1948 yılında kabul edilen “Birleşmiş Milletler Evrensel ve İnsan Hakları Beyannamesi’yle oldu. Bu beyannamenin bir bölümünü “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi” oluşturuyordu. Bu belgeyle birlikte artık “genosite” deyimi uluslararası hukuki bir kavram ve tanım niteliği aldı. Birleşmiş Milletler, kendi yasalarına giren deyimin cemiyete üye ülkelerce tanınması için bir çağrıda bulundu. Türkiye de bu çağrıyı dikkate alarak; 1951 yılında “genosit” kavramını hukuki tanımı ile birlikte tanımış oldu. Dolayısıyla hukuki olarak deyim, 1948 yılında Birleşmiş Milletler sözleşmelerine girdi ve ülkelerin kabul ettiği tarihlere göre de yürürlüğe girmiş oldu.
Ermeni olaylarını ele alan çalışmalarda o tarihlere kadar “genocit” deyimi kullanılmıyordu. Gerek uluslararası hukuki ve siyasal belgelerde ve gerekse konuyu ele alan öteki çalışmalarda olay için kullanılan deyim “kırım”, “katliam”, “mukatele” idi. Karşılıklı öldürmek anlamına gelen mukatele deyiminde, “karşılıklılık” ilkesi bulunuyordu. Ancak 1970’li yıllara kadar, Ermeni Olayları ile ilgili görüşler derin bir uyuma dönemine girmiş; özellikle Türkiye tarafında tehcir olayı hemen hiç anımsanmaz düzeye kadar indirgenmişti. Kimi romanlarda ya da anılarda konu ele alınmakla birlikte, toplumsal bir temel ve anlam kazanmış değildi. “Genocit” deyimi Ermeni olayları için ancak bu yıllarda gündeme gelmeye başladı.

Ancak 1915 yılında yaşanan olaylar ne ölçüde soykırım olarak nitelendirilebilirdi? Bu olayın da bir soykırım sayılabilmesi için Ermeni Tehciri denilen olayda şu soruların yanıtlarının alınması gerekliydi:
1915 yılında tehcir uygulamasına yöneldikleri sırada, Osmanlı yöneticileri yine kendi tebaası olan Osmanlı Ermenilerini ortadan kaldırma amacı güdüp bunu eyleme koydular mı? Bunun için öldürme yoluna gittiler mi ya da zihinsel olarak zarar vermeye çalıştılar mı? Bu amaçla onların yaşam koşullarını değiştirerek, ölümlerine neden oldular mı? Gurup üyelerinin soylarını sürdürmelerini engellemek amacıyla erkek ya da dişi olanların üremelerine, kadınların doğum yapmalarına engel olacak uygulamalar geliştirdiler mi?
Kuşkusuz bunların hiç birisini Osmanlı yöneticilerinin ne düşündüğünü ne de uygulamaya koyduklarını söylemek güç… Buna birazdan değineceğiz. Yine işin teknik boyutlarından ilerleyelim.
Bir hukuki koşulu hemen anımsatalım:

Yineliyoruz; terim 1948 yılında hukuki bir nitelik almış ve uluslararası bir hukuk kuralı biçimine gelmiştir. Ancak hukukun temel ilkesi, çıkarılan hukuki kuralların geriye doğru uygulamamasıdır. Yani bu şu anlama geliyor: 1944 yılında tartışmaya başlayan ve ancak 1948 yılında yasalaşan bir kuralı daha gerilere doğru uygulama olanağı hukuk kuralı olarak uygulanamaz. Bunun da temel nedenleri vardır: Bir kere, 1915 yılında Tehcir olayına karar veren Osmanlı yöneticileri bu terimden ve hukuk kuralından habersizlerdi; çünkü böyle bir kural ve terim yoktu. Hiç kimse yıllar sonra çıkacak bir hukuki metinden dolayı bir eylemlerinden dolayı yargılanacaklarını ve hüküm giyeceklerini düşünemez. Dolayısıyla Osmanlı Devleti’nde yöneticilerin ve bu uygulamada yer alan diğer devlet görevlilerinin olmayan bir hukuk kuralından sorumlu tutulmaları olanaksızdır.

Daha da ötesi, bir eylemin her hangi bir hukuki kural yönüyle değerlendirilmesi ve sorumlu görülen kişilerin bundan yargılanarak mahkum edilmeleri ancak mahkeme kararlarıyla olabilir. Bunun için de uluslararası bir mahkemenin ilgili kurullar tarafından yetkilendirilmesi gerekir. Bugüne dek, hukuk kurallarının geriye doğru işlememesinden kaynaklanan nedenlerle hiçbir uluslararası mahkeme bu konuyla ilgili görevlendirilememiş; dolayısıyla bir hukuki karar da söz konusu olmamıştır. Ancak bunun tam tersini düşündürecek nedenler de vardır:

1918 yılında Mondros Bırakışması ile Osmanlı Devleti savaştan çekilmiş ve barış istemek zorunda kalmıştı. Bu tarihten sonra Osmanlı Hükümeti’nin yoğun İngiliz baskısı nedeniyle ulusal hakları savunamaz duruma düştüğünü; 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgal edilmesinden sonra da Osmanlı Hükümeti’nin bütünüyle İngilizlerin denetimine girdiğini biliyoruz. Bunun sonucunda Osmanlı Parlamentosu olan “Meclis-i Mebusan” İngiliz askerlerince basıldı ve pek çok siyasi kişilik, asker ve bürokrat tutuklanarak Malta’ya sürüldü. Bu gruba aralıklarla başka kişiler de eklendi. O dönemde bir kara propagandanın etkisiyle Avrupa’da ve Amerika’da 1915 yılındaki olaylarda bilinçli biçimde Ermenilerin katledildikleri söyleniyor ve yazılıyordu. Bu propagandanın etkisiyle İngilizler bir kurul oluşturup araştırmalar yaptılar ve kişileri suçlamaya yarayacak belgelere ulaşmaya çalıştılar. Bütün Osmanlı Hükümeti ve arşivleri ellerindeydi. Bulunan belgeler ışığında yargılamalar yapıldı. En sonunda İngiliz Hükümeti, bu yargılamalar sırasında Osmanlı yöneticilerinin bilerek, planlayarak ve uygulamaya dökerek bir Ermeni katliamı yaptıklarını gösterecek kanıt bulamadıklarını açıkladılar.

Bundan şu anlamı çıkarabiliriz: O tarihte henüz soykırım yasası yoktu. Dolayısıyla ne olursa olsun, Osmanlı Yönetimi soykırım suçundan sorumlu tutulamaz, çünkü yasalar geriye işlemez. Buna karşın pek çok sorumlu konumdaki kişi “Ermeni katliamı” savıyla yargılanmış; ancak somut kanıt bulunamadığı için İngiliz Mahkemelerinde aklanmışlardır.

Bir önemli konu da suçun kişiselliği ilkesi ve savunma hakkının kutsallığıdır. O gün sorumlu konumda olan Osmanlı yöneticilerinin hiç birisi bugün yaşamıyor. Dolayısıyla o insanların bugün kendilerini savunma hakkı bulunmuyor. Bu nedenlerle 1915 yılında olmuş olaylarla ilgili hukuki olarak “soykırım” denemeyeceği gibi; bunu kanıtlamaya çalışacak bütün hukuki yollar da kapalı görünüyor.

Ancak bunun tersine başka şeyler yapıldığını biliyoruz: Göç sırasında gerekli güvenlik önlemleri alınamamış ve yol bolunca kafileler halinde giden Ermeni göçmenlere, kimi sivil kişilerin saldırısı olmuştur. Ancak bunları önlemek için olaylara müdahale eden ve hatta bu çatışmalar sırasında ölen pek çok Osmanlı memuru, jandarması ya da askeri de vardır. Üstelik o ya da bu yönde Ermeni gruplara kötü davranışta bulunan kişilerden birçoğu Osmanlı Divan-ı Harbi’nde yargılanmış ve bunların bazıları cezalandırılmıştır da.
Görüldüğü gibi 1915 yılında gerçekleşmiş olan Ermeni Tehciri ne yönünden bakılırsa bakılsın bir soykırım değildir. Emperyalist dünya tarafından Türkiye’yi ve Türk dünyasını baskılamak ve bu arada Karabağ konusunda Ermenistan’ın haksız tasarrufunu gündemden uzak tutmak için uydurduğu bir yalandır. Bu yalanın gereken tahribatı yapamamasının yolu da Türk dünyasının birlik ve bütünlüğü ile ortak dayanışma ruhundan geçmektedir. Türk Dünyası’nın yükselen gücü, bu yalanı boşa çıkacak en önemli etken olarak kendini göstermektedir.

Prof. Dr. Kemal Arı
(Dokuz Eylül Üniversitesi/ İZMİR)

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.