BİZİ BÖYLE TEMBİHLEDİLER

ABONE OL
11:52 - 23/10/2020 11:52
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

BİZİ BÖYLE TEMBİHLEDİLER


Kendinizden bir şeyler bulacağınıza, özlemle geçmişi andıracağına emin olduğum bir çocukluk anısı.

Çankırı’nın tam ortasında, Atatürk heykelinin biraz yakınında bir mahalledeyim. Tekel binası ve karşısında PTT var. Sırtınızı Ata’ya verip ilerlediğinizde ŞEN KÖŞE BAKKALİYESİ çıkar karşınıza. Mehmet İzmirlioğlu abimizin bakkalı. Sabahları Emine anne (Mehmet abinin annesi, bizim de annemizdi) açardı bakkalı, oğlum biraz uyusun, dinlensin diye. Mehmet abinin bir bacağı dizinden hiç kıvrılmaz, düz dururdu. Yıllarca birlikteliğimiz oldu ama bir kez bile “neden” diye sorma gereği duymadım. Çünkü o benim için kusur değil, Mehmet abimin kendine has bir özelliğiydi. Tıpkı benimki gibi. Orta okul sıralarındaydım. beni yakaladığında hemen dükkânı bana bırakır “Çarşıda biraz işim var, siparişler vereceğim.” diye çıkıp giderdi. O “biraz” dediği de en az 2-3 hatta bazen 4 saat falan sürerdi. Eee nasıl olsa bakkalı çeviren biri vardı. Bu beni yorsa da gururlanırdım onun bana olan güveninden dolayı. O yokken boş kaldığımda gazoz içerdim, Çamlıca gazozu. Tadı hâlâ damağımdadır. 25 kuruşluk sarı leblebi eşliğinde. Fakat daha yemeye içmeye başlamadan anında babamın açtırdığı veresiye defterindeki hesap hanesine notumu düşerdim. Böyle tembih edilmişti bize. Hak geçmesindi, emanete hıyanetlik yapılmazdı. “Haram lokmadan, yalandan uzak dur!” diye tembihliydik. Bazen karnım acıkırdı. Hele taze ekmek gelince onları dolaba yerleştirirken bakkalın içine yayılan o taze somun kokusu yok muydu? Aman Allah’ım. Gel de yeme… Hele içine tahin helvası koydun mu… Yeme de yanında yat diyeceğim, ama yemeden durulur mu?

Bir gün yine taze ekmek gelmişti. Somunları kasalardan tek tek alıp ekmek dolabına yerleştirirken yayılan kokunun esiri oldum. Bir somun aldım ve ortadan kestim. Yarım ekmek elimde sıcacık duruyordu. Kesince içinden buharı yayılmıştı bakkalın içine. Daha bir çekici koku kapladı. Onu parmaklarımla ortadan ikiye yardım. Helva tepsisine gidip oradan 200 gram helva tarttım. Elbette hemen veresiye hanesine işlemeyi ihmal etmedim. Yoksa boğazımdan geçmez, bilirim. İki kalın dilimdi. Bu dilimleri ortasını ayırdığım yarım somunun buhar çıkan beyaz içine adeta sanat eseri oluşturur edasıyla yerleştirdim. Bir koku ki anlatamam. Dükkânda müşteri yok. Bir de Çamlıca gazozu açtım ki krallarda böyle bir sofra ve damak zevki olmaz. Tam ısıracağım pat bir müşteri girdi. Hemen sakladım. Alış veriş bitti müşteri çıktı. Ben hemen saldırdım sıcak yarım somuna… Tam elime aldım ağzıma götüreceğim çat kapı yine bir müşteri… Velhasıl bu böyle sürdü dakikalarca. Ki o dakikalar bana asır gibi geliyor. Tahin-ekmek bana bakıyor, ben de ona. Yutkunmak mı? Hem de nasıl?

Nihayet Mehmet abi geldi. Hoş-beş derken ben kaçmak için fırsat kolluyorum. Aklım içine özenle tahin helvası döşediğim yarım somunda. Tabii olarak somun soğumuştu ama ne gam… Ekmeği komşumuz Ali Bey amcanın Mehmet abinin bakkalı için özel olarak eski gazetelerden yaptığı kese kâğıdının içine koydum. Bu yaşanmışlık, kese kâğıdı olgusu da komşu desteğinin, dayanışmanın, gözetmenin en güzellerinden biriydi. Komşu hakkı denen bir şey vardı. Komşun açken tok yatamazdın. Böyle tembihleniyorduk. Ali Bey amca çok sevdiğimiz bir komşumuzdu. Maddî durumu iyi sayılmazdı. Terzilik yapardı. Boş zamanlarında da gazete kâğıtlarından hamurla yapıştırarak kese kâğıdı yapardı. Nerde o zamanlar “poşet” denen adı da kendi de batasıca naylon torbalar. Ya bu gazetelerden kese kâğıdı ya da babamın sürekli cebinde taşıdığı cinsten beyaz pamuklu ipten örülmüş fileler vardı. Şimdi kaçımız biliriz bunları, biliriz ve kullanırız acaba? Varsa yoksa çevreyi öldüren, zehirleyen lanet “poşet”ler. İşte Mehmet abi de gidip toptancılardan normal kese kâğıdı almaz Ali Bey amcadan alırdı. Ucuz, pahalı düşünmezdi. Amacı bir nebze de olsa Ali Bey amcaya katkıda bulunmaktı. Çünkü Ali Bey amca çok onurlu ve gururlu bir şahsiyete sahipti. Emeğinin karşılığı olmadan bir şeyi kabullenmezdi. Onun yaptığı gazeteden kese kâğıdı da bir emeğin ürünüydü ve Mehmet abi onun bedelini ödüyordu. (!) Kimseyi kırmadan, incitmeden. İşte böyle günlerdi o günler.

Dükkândan çıktım eve doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladım. Bir an evvel helvanın en kalın olduğu bölgeden ısırmak için can atıyordum. Saray Mahallesi’ydi mahallemizin adı. Ayrıca Cumhuriyet Mahallesi olarak da bilinirdi. Gerçekten saraylara layık kişiler yaşardı o sokakta, mahallede. Fakir, ama gönülleri krallardan daha zengin örnek Anadolu insanları. Anıt çıkmazı da sokağımızdı. Çıkmaz bir sokaktı. Yaklaşık 90-100 metrelik bu sokağın iki tarafında 10 ev vardı. Sırt sırta vermiş, dostça. İşin ilginci hiçbirinin kapısında kilit yoktu. İstediğiniz an istediğiniz eve girebilirdiniz. Güven doruk noktadaydı. Aile gibiydi çünkü bütün o sokağın sakinleri. Sokağımıza girişte tam köşede Dr. Vedat Şuvağ diye birinin evi vardı. Aslında orada doktor var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Ama onun cadde üzerindeki tabelasını hiç unutmuyorum. Nasıl unuturum? Evle bakkal arasında gidip gelirken her seferinde altından geçtiğim o tabelaya zıplayıp değmeye çalışırdım. Ona parmaklarımın değeceği günü özlemle bekliyordum. Boyumun uzadığının kanıtı olacaktı. İlk yıllar her zıplayışımda hüsranla geçer giderdim, moralim bozuluyordu. İşte o gün helva ekmeğin keyfiyle bir an evvel eve ulaşma sevdasıyla koşarken olağan tavrım uyarınca altından geçmekte olduğum tabelaya doğru yine zıpladım. O da ne? Aman Allah’ım! Hiç ummadığım bir anda nasıl zıpladıysam “küütt” diye tabelaya vurmayı başarmıştım. Başarmasına başarmıştım ama “Nasıl olsa değemem.” Düşüncesi hakim olduğu için tedbirsizliğimin cezası olarak “zıng” diye yere kıçımın üstüne çakıldım. Hiç beklenmedik bir olayı başarmış ama yere de kalıbımı çıkarmıştım. Sevinç, korku iç içe girdi o anda. Ya tabela düşseydi. Hâlâ sallanıyordu. Ya o gizemli adam şimdi çıkıp beni fırçalar, bağırır, çağırırsa… Karışık duygularla boğuşuyorum o kısa ama asırlar gibi gelen sürede. Ama içim içime sığmıyor bir yandan. Tabelaya uzanabilmiş, hatta vurmuş, sallandırmıştım. Demek ki boyum uzamıştı. O an için dünyanın tek ve en önemli olayı buydu. Bunu hemen birileriyle paylaşmalıydım. İlk aklıma gelen kişi de doğal olarak anamdı. Hemen düştüğüm yerden kalkıp koşa koşa eve döndüm. “Ana, anaaaa!” diyerek kapıyı kırarcasına açıp avluya daldım. Avlu girişinde de bir barfiksim vardı ki eve giriş çıkışta da mutlaka onda sallanır havada bir tur atmadan yoluma devam etmezdim. Yine fırlayıp demiri tuttum havalanıp bir tur atıp kendimi boşluğa bıraktım. 3-5 metre ileriye doğru süzülüp yere indim, anamın yanına vardım. Anamın soru sormasına fırsat vermeden “Boyum uzamış, boyum uzamış…” diye naralar atıyor, olduğum yerde -sanki bir yerlerime nişadır sürülmüş gibi- zıp zıp zıplıyordum. Anam maviş gözlerinin taaa içinden gülüyordu. Onun sevgisini göstermesi buydu. Öyle cıvık cıvık, salya, sümük öpücüklerle ilgisi yoktu. Bu sevgi bir başkaydı bizim için. Anam gülerken birden bire ekmek aklıma geldi. “Anaaaaa… ekmeğimi unuttum!” diyerek gerisin geri fırladım. Yine barfiks denen sallanma demirine zıplayıp iki elimle kavradıktan sonra o hızla havada bir tur atıp kendimi avlu kapısına doğru boşluğa fırlatmıştım. Koşa koşa caddeye, tabelanın altına gidiyordum. Aradaki mesafe topu topu 30-40 metre olsa gerek. Fakat o mesafe uzadıkça uzuyordu. 3-5 saniye önceki o delicesine mutluluk yerini karamsarlığa bırakmıştı. Ya helva-ekmeğimi biri aldıysa… Çöpçüler sokağı süpürürken onu da çöp zannedip kutuya attıysa… Karma karışık duygularla kısa mesafede bir asırlık koştuktan sonra nihayet hedefe ulaşmıştım. Oh beee… İşte oradaydı ekmeğim. Ali Bey amcanın kese kâğıdı sağ olsun. Sağlammış, yırtılmamış. Yerden aldım ve üç defa öpüp alnıma götürdüm. Nimetti, bize böyle tembih edilmişti.

Eve dönerken yine helva, ekmeğin hasretliği çökmüştü içime. Sokağımıza girerken sağa sola baktım kimsecikler yoktu. Artık daha fazla dayanamayacaktım. Sabrım tükenmişti. En azından bir ısırıkçık… Hemen kese kâğıdını ucundan açtım ve büyük bir özlemle ısırmak için hamle yaptım ki bir de ne göreyim sokağımızın tam ortasında bulunan ve oranın âdeta simgesi olan dibeğin arkasında biri var ve bana bakıyor. Ekmeği ısıramadım. Dondum kaldım. Ahmet’ti o arkadaşımın adı. Biz ona mahallece “Güzel Âmed” derdik. Babası kahveciydi. Hiç cebinde, elinde para görmedim. Para onun için erişilmez bir şeydi, bunu biliyordum. Canı bir şey isterse iri gözlerini ona diker, öylece bakar dururdu, ama asla istemezdi. Beni de çok severdi. Ben de onu elbette. Hatta o yıllarda okuldaki başarısızlığı nedeniyle atılacaktı. Bir türlü okuma, yazmayı öğrenememişti. Mehmet abinin ardiyesi denen yerde oyun oynar gibi bir dershane yapmıştık ve ben ona kısa sürede okuyup yazmayı öğretmiştim. Onun öğrendiğini görünce ben ondan daha mutlu oluyordum. Bana bıkıp usanmadan teşekkür ederdi. Oysa asıl teşekkür etmesi gereken bendim. O yaşta onun sayesinde birilerine yararlı olmanın verdiği hazzın ne kadar güzel ve anlamlı olduğunu öğretmiş, yaşatmıştı bana. Ve dahi bu yapabildiğimce yaşayacaktı benimle. İşte karşımda duruyordu. Elimde helvalı somun, karşımda Güzel Âmed. Gözleri sevgi dolu bakıyordu. Önce göz göze geldik. Sonra ekmeğe kaydı gözleri. Bir türlü ayrılmıyordu. Adeta enginlere dalmış gibi kese kâğıdının içinden onu, helvalı somunun tamamını görebiliyordu… Bense iki elimle avucumun içinde ucunu hafiften çıkardığım ekmeği iyice ağzıma yaklaştırmış vaziyette kilitlenmiştim. Bir Güzel Âmed’e baktım, bir de kese kâğıdına. Ucunu çıkardığım ekmeğin kızarmış hali ve ortasındaki kalın dilim helva âdeta “Ye ben, ye beni!” diye haykırıyordu… Oysa Güzel Âmed suskunlardaydı. Yuvarlak gözleri kocaman olmuş ucu görünen ekmeğe takılıp kalmıştı. Zaten kokusu mahalleye yeterdi. Görmeye ne hacet… Bir an nefsime yeniliyorum sandım ama yenilmedim. Hemen “Oooo Güzel Âmed”im sen ne zaman geldin?” diye ona doğru yürüdüm. Aynı anda ucu dışardaki ekmeği tekrar kese kâğıdına sokup ağzını kapattım. Bir-iki şakalaştık. “Güzel’im ben gidiyorum, anam beni bekliyor, yemek yiyecekmişiz. Helva-ekmak yaptırmıştım ama şimdi bunu yersem yemek yiyemem. Anam da beni bir güzel haşlar. Lütfen sen al. Canın isterse yersin. İstemezsen birine verirsin.” dedim. “Yok, yok!” diyordu, açlığına galip gelen gururuyla, onuruyla. “Lütfen!” dedim. “Yoksa nimet boşa gider, israf olacak, al şunu!” diyerek eline tutuşturdum. Hızla dibeğin yanından ayrılıp 2-3 metre ilerisindeki evimizin avlu kapısını açıp içeri daldım. Bu defa barfikse zıplamamıştım. Düzgün adımlarla ilerde sedirde oturan anamın yanına vardım. Her ana gibi nefes alışımdan bir şeylerin ters gittiğini anlardı. “N’aptın, ne var yine? Balfikte sallanmadın (barfiks diyemezdi)?” diye sordu. “Yok bi şey.” dediysem de mümkün mü inandırmak? Sonunda helva-ekmeği ve akıbetini anlattım. Yine gözlerinin içi gülüyordu. Birden bire “Niye verdin, vermeseydin!” dedi. Şaşırmıştım. Anam nasıl böyle bir şey diyebilirdi ki? Yüzüne nasıl baktıysam… Rahmetli hâlâ gözleriyle tebessüm ediyordu. Yine tekrarladı. “Niye verdin, kendin yeseydin ya!” Şaşkındım… “Ya ana siz bize böyle tembih etmediniz mi? Dışarıda bir şey yenmez, sakın yeme. Yersen ve biri görürse mutlaka onunla paylaş diye tembihlemediniz mi?” diye homurdanıyordum.  Anam “güccüğüm (küçüğüm) benim” diye saçımı okşadı. Onun en büyük sevgi gösterisi buydu. Aynı anda “Sakın bu huyundan hiç vazgeçme. Gerçi ben cahilim, okur-yazarlığım yok ama bu tembihim aklından hiç çıkmasın!” diye mırıldanıyordu. O güzelim, nefis helva-ekmeği yiyememiştim ama anamın sevgisini bir kez daha üstümde hissetmiştim. Binlerce helva-ekmeğe değerdi bu.

Biz cahil(!) anamızın bu tür basit(!) tembihleriyle büyüdük, şereflendik. Nice bayramlar gördük. Merak ediyorum şimdi çoğunluğu üniversite mezunu olup da elit tabaka olduğunu sanan ana-babalardan kaçı bu basit tembihlerle evlatlarını yarınlara, insanlığa yönlendiriyor? Ve dahi kaçı anamın bana baktığı gibi evladına sevgiyle bakıyor ve “anneciğim, babacığım” saçmalığını kullanmadan sevgisini yansıtabiliyor acaba?

Ekmeğe “nimet” gözüyle bakıp onunla şereflenmesini beklediğimiz gençliğin özlemini çekiyoruz. Saygı bekleyen önce saygı duymasını öğrenmelidir. Umut tükenmez. Umudun tükendiği yerde sevdiklerinizi rahmetle anmayı, onların tembihlerini hatırlamayı asla unutmayınız. Bu da benim tembihim olsun.

Tahsin MELAN /Frankfurt – Mayıs 2015

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.