DOKSANINCI YIL YAZILARI – 2

ABONE OL
11:53 - 23/10/2020 11:53
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Cumhuriyetimizin doksanıncı kuruluş yıldönümü yaklaşırken bu yazıda devletimizi ve toplumumuzu temellerinden sarsmakta olan, işi Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını sorgulamaya kadar götüren son yılların modası kimlik konusuna değineceğim.

İnanç kimliği ve etnik kimlik, günümüzde toplumsal uyum ve barışı bozan birer unsur haline getirilmiş, iç ve dış politikada araçsallaştırılmış ve devlet düzenini tehdit etmeye başlamıştır.

Günümüzde iç ve dış tahriklerle gelişen bu tehlikeli durum sadece bugünün işi değildir.
Bugünü anlayabilmek için Türkiye Cumhuriyeti’nin öncesine ve kuruluş felsefesine bakmak gerekiyor.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılış dönemi 1774’de Küçük Kaynarca Antlaşması ile başlamıştır.

Bu antlaşma, 1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nın bugünkü Bulgaristan topraklarında Osmanlı ordusunun yenilgisi ile sonuçlanması ile imzalanmıştır.

Dönemin Osmanlı Padişahı I. Abdülhamid, Rus Çariçesi ise II. Katerina’dır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun müzakere heyetinin başında daha sonra Berlin’e atanacak olan ilk büyükelçi Ahmed Resmi Efendi’dir.

Şumnu yakınlarındaki Balya Boğazı kıyısındaki Küçük Kaynarca’da yapılan bu antlaşmaya göre Osmanlı İmparatorluğu çok büyük bir toprak kaybına uğramamışsa da içinde yaşayan Ortodokslara Rusya’nın müdahale etme hakkını tanımış, Karadeniz üzerinde yüzyıllardır süren egemenliğini yitirmiş, Kırım Hanlığı’nın ileride Rusya tarafından işgaline olanak sağlayacak şekilde özerkliğini tanımak ve Avrupa devletlerinin üstünlüğünü kabul etmek zorunda kalmıştır.

Bu antlaşma, Osmanlı İmparatorluğu’nun büyük devlet olma özelliğinin sonu ve gerilemesinin başlangıcıdır.

Fakat en önemlisi, başka bir devletin, Osmanlı’nın kendi tebası, yani Ortodokslar üzerinde hak iddia edecek olmasıdır.

Bu, ümmet esasına dayalı Osmanlı millet sisteminin iflası anlamına da gelmektedir.

Çünkü millet, bugünkü anlamından farklı olarak inanç üzerine kurulmuş bir yapıdır.

Bundan sonra yıkılış 144 yıl sürmüştür.

Ondokuzuncu yüzyılda Müslüman ve Türk olmayan tebanın Osmanlı İmparatorluğu’ndan koparılması çabaları son raddesine varmış, önce Balkanlar’da daha sonra da Birinci Dünya Savaşı ile de Ortadoğu’da yapay Osmanlılık sona erdirilmiştir.

Fransız düşünür Ernest Renan’ın 11 Mart 1882’de yaptığı “Millet nedir?” başlıklı ve klasikleşmiş konuşmasındaki şu satırları anımsamakta yarar vardır:

“Türkiye’nin milletlerin dini aidiyet esasına göre ayrıştırılması politikasının çok ciddi sonuçları olmuştur: Bu, Doğu’nun çöküşünün nedenidir. Selanik veya İzmir gibi bir kentte her birinin ayrı hatıraları olan beş veya altı tane farklı ve birbiriyle neredeyse hiç ortak yanları olmayan cemaat yaşamaktadır. Bir milleti millet yapan, onu oluşturan bireylerin ortak yanlarının olması, geçmişin bazı anılarını da unutmalarıdır.”

Renan devamla kendi çağındaki İtalya ile Türkiye’yi de bu açıdan karşılaştırmakta, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarına zaferle kattığı her yeni etnik/dini unsurun bir “ulus potasında” bir araya getirilmemiş olmasının yıkılışa götürdüğünü ileri sürmektedir:

“Zamanımızda İtalya’nın yenilgileriyle ve Türkiye’nin de zaferleriyle yıkılışına tanık olduk. Her yenilgi İtalya’nın lehine olmuştur. Türkiye her zaferiyle yıkılışa gitmiştir. Çünkü İtalya tek bir ulustur ve Türkiye Anadolu dışında tek ulus değildir.”

Millet veya ulus kavramını ondokuzuncu yüzyılın sonunda bu şekilde yorumlayan Ernest Renan’ın düşünceleri 1828 Mora İsyanı ile başlayan 1876-1878 Osmanlı Rus Harbi (93 Harbi) ve sonra da 1912-1913 Balkan Savaşları ile yaşanan süreçlerde haklılığını göstermektedir.

Doğaldır ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını salt bu şekilde gerekçelendirmek mümkün değildir.

Dağılan İmparatorluğun kurtuluşu için ileri sürülen Osmanlıcılık da yarar getirmeyince kültür birliğine dayanan Türk milliyetçiliği gelişmiştir.

Türk milliyetçiliğinin ırka bağlı olmayan tanımı Cumhuriyet felsefesinin esin kaynağıdır.

Cumhuriyetimiz emperyalist işgale karşı ulus birliği düşüncesine uyan ulusal kurtuluş savaşı sonunda kurulmuştur.

Osmanlı toplum yapısı içinde dinsel aidiyete göre ayrı milletler olarak parçalanmış toplumun çağdaş bir ulus tanımı ile yasalar önünde eşit, ortak geçmiş ve ortak gelecek düşüncesi ile tek bir ulus haline getirilmesi Cumhuriyet’in temel felsefesidir.

Bu ulus tanımının içinde 19. Yüzyıldan miras kalan çağdışı ırk kavramına yer hiçbir zaman olmamıştır.

Kanla ve irfanla çizilen ulusal sınırlar içinde, yani Cumhuriyet Türkiyesi’nde, yaşayan yurttaşlara etnik aidiyetlerine bakılmaksızın Türk denmiştir.

Bu, siyasi ve hukuki bir tanımlamadır.

Etnik-kültürel bir kimliğin tanımı değildir.

Kaldı ki yurt toprakları üzerinde yaşayan insanlarımızın kültür birliği de vardır.

Son yapılan bir ankete göre anadilini Türkçe olarak ifade edenlerin oranı % 87 olarak ortaya çıkmıştır.

Bu sonuç geri kalanın farklı görülmesine ne ihtiyaç duyar, ne de gerekli görür.

Adı Türkiye olan tek vatanın üzerinde tek ulus olma fikri Cumhuriyet’in temel taşıdır.

Büyük Atatürk, Cumhuriyet’i kuran halka Türk denir, demekle ulusun tümünü kastetmiştir.

Tükler, Kürtler, Araplar, Arnavutlar, Boşnaklar, Lazlar vs ayrımı yapmamıştır.

Osmanlı’nın acı hatırası farklı bir tanımlamaya engel olmuştur.

Ulusal birliğin yasal ve moral güvencelerle sağlanamadığı yerlerde ayrışmayı körüklemek ve bunda başarılı olmak kolaydır.

Herkesin özelinde kutsal olan etnik ve dinsel kimliklerin ulus-devletin bünyesinde farklı kolektif kimlikler olarak tanınması bu felakete neden olmaktadır.

Eğer toplumu gereksiz yere kabilelere ayırmaya kalkarsanız ulus-devleti de yok edersiniz.

Türkiye’yi yıkarsınız.

Ülkemizde anlamsız ve yıkıcı dozda bir kimlik tartışması sürdürülmektedir.

Örneğin, başarılı futbolcu Mesut Özil’in Alman medyasında pek haklı olarak “Alman oyuncu” olarak nitelendirildiği gözardı edilerek Türk ulusunun içinden çıkan ve bizden biri olduğu apaçık bilinen, yasal olarak da farklı bir kimlik taşımayanlara ayrımcılık kokan bir etnik etiket yapıştırmak son derece gereksizdir.

Çağdaş dünyada cebinizde taşıdığınız pasaport sizin tek kimliğinizdir.

O resmi belgede etnik aidiyete yer verlmemiştir, gerek de yoktur.

Etnik veya dinsel aidiyetiniz sizin özelinizdir ve çok değerlidir.

Bunu grup kimliği haline getirip ulusun ve devletin dağılmasına yol açmak en büyük ihanettir, buna karşı mücadele etmek gerekir.

Nobel ödüllü ekonomist Amartya Sen, özellikle son 30 yılda pek moda olan kimlik ayrışmasını “kimlik tuzağı” olarak nitelendiriyor. *

Ben de bu görüşe katılıyorum.

İnsanların hiçbir zaman tek bir kimlikleri yoktur, olmamalıdır da.

Fakat tek bir etnik kimlikle etiketlenen veya kendini böyle etiketleyen bireylerin toplum içinde eşit yurttaşlar olarak yaşamaları çok zordur.

İşte Türkiye Cumhuriyeti 90 yıl önce bu birleştirici ve dışlamayı yasaklayan felsefe ile kurulmuştur.

Uygulamada görülen aksaklıklar bu felsefenin temiz özünü kirletmeye muvaffak olamaz, olamayacaktır.

Bir sonraki yazımda Cumhuriyet’in dış politika yaklaşımını ele alacağım.

Dr. O. Can Ünver

* Amartya Sen (2007), Die Identitätsfalle. Warum es keinen Krieg der Kulturen gibt. Bundeszentrale für politische Bildung. C.H.Beck. Bonn

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.