ÜZÜM SERGİSİNDE YILDIZLARLA YOLDAŞLIK

ABONE OL
19:41 - 20/12/2020 19:41
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Baklan Ovası bir üzüm uçmağıdır. Sakın abartı sayılmasın! Belki de dünyanın en lezzetli üzümleri burada yetişir (Sevgili Burhan Voyvoda, ova sulandıktan sonra üzümlerin tatlarının değiştiğini söylemekte.). Ovanın acar insanları, işlerine sevdalıdır. En iyisini yapma, en iyisini üretme, en lezzetlisini sofraya koyma konusunda kendileriyle yarışır.

İnsanın kendi kendisiyle yarışması güzel bir şey… Kendisiyle yarışan kişi, doğruyu bulmada güçlük çekmez. Bu, hep en iyiyi arama çabasıdır. İyinin peşinde koşan kişi er geç amaca ulaşır.

Bağcılık, atalardan kalıttır İsabeylilere. Atalardan öğrenilen bilgiler, deneyimler sonraki kuşaklarca varsıllaştırılarak torunlara aktarılır. Böylece kuşaklar boyunca bilgi ve uygulama sürer gider. Aslında bağlar, bahçeler, tarlalar bir eğitim alanıdır. Küçükler, büyüklerinden bu eğitim alanlarında tarımla ilgili ilk bilgilerini uygulamalı olarak alırlar. Uygulamayla öğrenilenler unutulmaz. Bilgilenmenin, öğrenmenin en iyi yolu, uygulama ve deneydir. İşte, tarım alanları en geniş ve uygun deney alanıdır.

İsabey’in yaşuluları (yaşlıları) sakin, sabırlı, öfkelerini kontrol edebilen kişilerdir. Bu nedenle küçüklere öğretirken sabırlı davranışları öne çıkar.

İsabeyliler emeklerinin karşılıklarını almış, yetiştirdikleri çekirdeksiz üzümlerini tescillendirerek haklı bir övünce kavuşmuşlardır. Bu övünce giden yol, kuşaklar boyunca oluşturulup aktarılan deneyim ve bilgi birikimidir. Bilgi, yaşama uygulandığında büyük değer kazanır.

Doğa ana, evlatlarını yormamak ve yoksun bırakmamak için işleri sıraya koyar, derim sıkça. Sıraya koyar ki çiftçi yavruları sıkışmasın, hepsini değerlendirme, toplama fırsatı bulsun. Böylece de yavruları kışı karnı tok, sırtı pek geçirirler.

Doğa ana Baklan Ovası çiftçilerine gerekli zamanı ve koşulları vererek önce arpa, sonrasında buğday hasadını yapmalarını sağladı. Ambarlar, tahılla dolunca sıra bağlara gelir. Hem kışlık eğlencelikleri hem de para kazanılacak ürünün hasadına gelmiştir sıra.

Temmuz ortasında Çal karasına ilk alaca düştüğünde yüzler güler. İnsanların içine sevinç dolar. İlk alaca lezzetin habercisidir. İlk üzümler koparılıp sofraya geldiğinde mutluluk doruğa çıkar. Doğa ana, yavrularına emeklerinin karşılığını sunmuştur, hem de cömertçe. Olgunlaşan ilk üzümler, evlere farklı bir tadın muştusudur. Yaz başından beri türlü meyvelerle şenlenen sofralarda üzüm de yerini almıştır artık.

Çal karasından sonra diğer üzüm türleri sıraya girer. Yavaş yavaş onlar da olgunlaşmaya başlar. Üzümlerin olgunlaşmasıyla yeni bir çalışma başlar. Eylülün gelmesiyle üzümlerin kurutulacağı sergi yeri hazırlanır. Önce çardak elden geçirilir. Çardak, yerden birkaç metre yükseklikte bir yer. Geceleyin üzüm sergisini bekleyenlerin kaldıkları yer. Yüksek olmasının nedeni, hem kurutulan üzümleri görmek hem de çevreyi gözetlemek.

Sergi yerindeki toprak, yurgu taşıyla iyice bastırılıp düzeltilir. Eylül’ün 15’inde çekirdeksiz üzümler kesilmeye başlanır kurutulmak için. Önceden posota hazırlanır. Posotanın içinde potasyum vardır. Ayrıca üzümün parlaklığını artırmak ve canlı görüntüsünü korumak için zeytinyağı katılır posotaya. Eğer yeterli potasyum yoksa bunun yerine kül karıştırılır suya. Çiftçilerin çoğu potasyumu az koyarak külle destekler karışımı. Karışım, tamamen doğaldır. Karşımın doğru yapıldığını anlamak için sıvının içine domates atılır. Eğer domates sıvıya batmaz, yüzeyde kalırsa demek olur ki karışım istenen kıvamdadır. Bu işte ustalaşanlar, göz kararıyla karşımın olup olmadığını anlarlar. Kesilen üzümler, kelterlere doldurulup sergi yerine getirilir. Ailenin deneyimli, işbilir bir büyüğünce salkımlar özenle posotaya batırılır. Sıvıya batırılan salkımların yüzü güneyi görecek biçimde sırayla dizilir ki güneşi doğrudan alıp kolayca kurusunlar diye.

Kurutulacak üzümler ya sabah ya da ikindi serinliğinde toplanır. Çünkü serinlikte üzüm taneleri daha canlı ve serttir. Öğlen güneşi üzüm tanelerini gevşetir, canlılığını azaltır. Bu nedenle üzüm kesiminin zamanı, kurutma işinde çok önemli. Eğer kurutulan üzümlerin daha parlak ve bal rengi olması isteniyorsa kurutulma sırasında sırt tulumbasıyla üzerlerine bir kez daha posota atılır.

Çal karası ve iri kara üzümleri de kurutulur. Ancak bunlar posotayla yıkanmaz. Olduğu gibi güneşe serilir bu üzümler.

Üzümler bir haftaya kalmadan kurur. Kuruyan üzümler, ilk kurumaya bırakılandan başlanarak sırayla toplanmaya başlar. Üzümlere toz ve toprak bulaşmaz nedense. Toplanan üzümler çuvallara doldurulur. Çuvallar, evlere taşınır. Uygun bir zamanda üzümler sap ve çöplerinden ayrılır. Temizlenen üzümler torbalara doldurulur. Büyük çoğunluğu satılırken bir bölümü de aile üyelerinin yemeleri için ayrılır. Gelene, gidene üzüm ikram etmek ve uzaktaki tanıdıklara ağız tadımlığı üzüm göndermek gelenektir.

Kuru üzüm deyip geçmeyelim. İlk şeker fabrikalarımız Cumhuriyet’le kuruldu. Alpullu ve Uşak şeker fabrikaları kurulmadan önce halk, şeker gereksinimini dışalımla karşılardı. Bu da çok pahalıya patlardı. Bu nedenle şeker, günlük kullanıma giremezdi yoksul evlerde. O dönemde halkımızın yüzde doksanının yoksulluk içinde olduğu düşünüldüğünde ağız tatlandırmanın ne denli zor olduğu anlaşılır. Bu nedenle günlük yaşamımıza az da olsa girmiş olan çay ve kahve başta üzüm olmak üzere tatlı kuru meyvelerle tatlandırılırdı. Birçok tatlının tatlandırıcı hammaddesi üzümdü. Bu nedenle kuru üzüm günlük yaşamımızın vazgeçilmezlerindendi. Üzüm hoşafı içmeden sofradan kalkmak olmazdı. Cephede vatan için savaşan askerlerin sofrasının baştacıydı üzüm hoşafı.

Bağbozumuyla üzümlerin önemli bir bölümü yaş olarak satılır. Kurutulan üzümlerden sonra pekmezler kaynatılır. Sirke yapılır. Dileyen dünyanın en lezzetli şaraplarını yapar. Düğünlerin vazgeçilmezlerindendi şarap. Dost söyleşilerinin, yarenlik yapmanın ağız tadıydı şarap. Ancak şarabı içmenin de bir adabı vardır. Şarap seni içmeyecek, sen şarabı içeceksin. Yaren sofrasında koyvermeyeceksin kendini, oturduğun gibi kalkacaksın. Ağzınla içip dilinle konuşacaksın.

Üzüm kurutma eğlenceli bir iştir aslında. Üzüm sergilerindeki çardaklarda nöbet tutulur. Geceleyin yabani hayvanlar gelip dağıtmasın, hırlı hırsız uğramasın diyedir bu nöbet. Nöbet tutanların bazılarının yanında tüfeği bulunur. Bu, savunma amaçlıdır. Ancak çoğu kişinin yanında ya bir değnek vardır, ya da hiçbir şey yoktur. O sergi yıllarında tüfekle yaralanan ya da ölen kişi işitilmedi. O yıllarda sergilerden üzüm hırsızlığı da duyulmadı pek.

Üzüm sergisi nöbeti tutanların komşuluk ilişkileri de övgüye değer. Çıkınlarındaki iki lokma ekmek komşularla paylaşılırdı. Allah’ın kırında saatlerce üzüm nöbeti tutanlar, bu durumu fırsata çevirip yarenlik ederlerdi. Lokmalar, dertler, mutluluklar, zamanlar, gönüller paylaşılırdı. Toprak testilerdeki su söyleşilerine yaşam verirdi.

Bazı çocuklar, büyüklerle üzüm sergilerinde gecelemek isterlerdi. Bu, hem yaşamlarında bir değişiklik hem de bir eğlenceydi. Ben de dayılarımdan biri nöbete gittiğinde peşine takılmak için elli bin bahane uydururdum. Aslında bu duruma alışıktım. Çünkü asıl yaşadığım yer olan Trabzon-Of’ta fındık sergilerinde geceleyin nöbet tutmuştum çokça. Ama ovanın ortasında bir gece geçirmemiştim. Israrlarıma dayanamayıp dayım beni yanına aldı.

Eşeğe binip gittik Kirazlı Bağ’a. Önce eşyalarımızı indirip yerleştirdik çardağa. Eşeği bağladık çardağın yanına. Hava karardı kararacak… Alacakaranlıkta bağda dolaştım biraz. Seçebildiğim meyvelerden toplayıp getirdim çardağa. Süleyman Dayı’mla söyleştik uzun süre. Sonrasında dayımla türküler söyledik. Türkü, yalnızlığımızı unutturdu. Dayımın sesinin ovanın en uzak yerinden işitildiği düşüncesindeydim. Söyleşimizde türkülerimiz de bitti.

Gece ilerliyor ardına bakmadan. Dayım epeyce yorgun, ancak bir yandan benimle söyleşmek istiyor, bir yandan da uyku gözkapaklarını yükleniyor. Derken ikimiz de uyumak için uzandık çardağa serili kilimin üzerine. Başımızı koymak için minder var iki tane. Bir de yorgan. Ben uyumayacağımı söyledim ona. O da bana “Üzümlerimiz sana emanet yeğenim!” dedi ve bir süre sonra uykuya daldı. Ben, oldum olası uykuyu sevmem. Uykum yok! Zaten geceler kısacık. Ova, sessiz bir derya… Gecenin ve bağların tadını çıkarmalıyım. Çardakta olmak güzel… Yüksekte olduğum içim görüş açım çok geniş.

Yanımızda ışığımız yok! Olmasın… Gökyüzünde yıldızlar birer fener gibi… Ay, ovada bulanık gölgeler oluşturmakta. Ova sessizlik içinde. Arada sırada bir kımıltı oluyor. Ya kuş ya da başka bir hayvan… Arada bir, bir gece kuşunun kanat sesi geliyor. Cılız böcek ötüşleri… Köyler, küçük ve cılız ışık kümeleri ovanın çevresinde. Gece yarısına doğru ışıklar gittikçe azaldı. Gece ilerledikçe gökyüzü ışıktan bir kubbe gibi gittikçe büyümekte. Gökyüzünün sonsuzluğu insanı büyülemekte. Kayan bir yıldız görmek için uzun süre gökyüzünü izledim. Serginin yanında bir hışırtı işittim. Eğildim baktım. Önce köpek sandım değilmiş. Anlatınca ürkek hayvanın bir tilki olduğunu sabahleyin dayımdan öğrendim. Kuru bir yapraktaki çekirge kımıltısı bile işitilmekte gece yarısı.

Gece yarısı bildiğim masalları yıldızlara anlattım uzun süre. “Yıldızlar işitir mi?” demeyin sakın. İşittiklerinden eminim. Çünkü ben anlattıkça göz kırptılar bana. Sabaha dek konuştum yıldızlarla. Ay’ın bütün ovayı dolaştığına tanıklık ettim. Gece boyunca ay ışığının yarattığı gölgeler değişip durdu. İmgelemler oluşturdum kafamda yıldızlara ovaya dair. Düşlerim kanatlanıp uçtu gökyüzüne. Onların kanat sesleriyle yüreğim irkildi.

Birden üşür gibi oldum. Kısa kollu gömlek var sırtımda. Yüzüm Baklan yönüne dönük. Az sonra Beşparmak Dağı’nın üstü ağarmaya başladı. Demek ki benim üşümem, sabahı muştuladı da haberim yok! Aydınlık soluk bir ışıktı, gittikçe parladı. Baklan seçilmeye başladı. Güneş kendini gösterdi yavaşça. Önce gölgeler uzadı Çökelez’e doğru. Bu gölgeler, Beşparmak’tan Çökelez’e gönderilen oklar mı, yoksa ulaklar mı? Gölgeler, Çökelez’e varmadan yok oldu. Sonrasında gölgeler gittikçe kısaldı.

Güneşin doğmasıyla dayım uyanıp kalktı. Zorunlu gereksinmelerimizi görüp elimizi, yüzümüzü yıkadık. Eşeğimizi yemledik. Heybemizdeki yiyeceklerimizi çıkardık. Bir gün önce ekmek günüydü. Anneanneme sıcak ekmeğe iki tane haşhaş yağı sürülmüş dürüm yaptırmıştım. Birini yemiş, diğerini de sarıp heybeye koymuştum bağda yerim diye. Heybemiz yiyecek dolu. Bağ komşumuz olan kişiye de ünledik, geldi. Soframız varsıllaştı. Ah, böyle sofra beylerde, paşalarda bulunmaz. Hafif yel tenimizi yalayıp gitmekte. İştahsız bir çocuk olarak bir gün öncesinden sakladığım dürümü alıp yalamadan yuttum. Tanrı’m bu ne lezzet! Böyle güzel bir gecenin sonunda böyle bir kahvaltı, dünyada kaç kişiye nasip olur ki? İşte ben, böylesine şanslı biri oldum o gün.

 

Çocukluğun bu tatlı anısı usuma geldikçe uçarım havalara, mutlulukla kanatlanırım. Acaba bugün yine üzüm sergilerinde nöbet tutanlar var mıdır? Haşhaş sürülmüş dürümler yapılır mı şimdilerde? Zamanın bencilliği yok etmiş midir üzüm sergilerini? Doğru düzgün hırsızlık olayının olmadığı o sergileri acaba kaç kişi anımsar? Günümüzde o sergiler, bazı kötü niyetlilerce talan ediliyor mudur?

 

İsabey’in insanın gözünün içine bakarak konuşan güzel insanlarının torunları dedelerini, ninelerini anımsarlar mı acep?

 

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.