OVADA YILDIZLARLA KOYUN KOYUNA GECELEYENLER

ABONE OL
21:11 - 18/12/2020 21:11
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Dünyanın her yerinde toprağı ekip biçmek kutsal kabul edilmiş, eski çağlarda bu nedenle törenler düzenlenmiştir. İnsanın topraktan ekmeğini çıkarması, her dönemde saygı duyulacak bir eylem olmuş. Çiftçinin toprağa alınterini akıtıp emeğiyle ürettiği her ürün, sofralarımızı varsıllaştırdı. Bu ürünler damarımıza kan, bedenimize can verdi. Alınteri, toprakta yeşerip tarla ve bahçelerimizde bereket, sofralarımızda nimet oldu.

Her türlü üretime alınteri döken, emek harcayan kişilerin baş tacımız olduğunu söylemeliyim öncelikle. Emeğiyle geçinmek, üretmek dünyanın en namuslu işidir.

Baklan Ovası, Denizli’nin Çal İlçesi sınırları içindedir. Çal’a bağlı bir kasaba iken sonradan ilçe olan Baklan ve ona bağlı birkaç köy, ovanın doğusunda yer alır. Ovayı güney, batı ve kuzeyden Çal’a bağlı köyler çevreler. Köy ve kasabalar, ovayı dağ eteklerinden çepeçevre kuşatır adeta. Atalarımız, deprem gerçeğini görerek yerleşim yerlerini ovaya değil de dağ eteklerine, sağlam kayaların üstüne kurmuşlar. Bu yolla da tarım alanları yapılaşmamış, korunmuştur.

Yerleşim yerlerinin yamaçlara kurulmasının ikinci nedeni ise halkın düşman, soyguncu, kötü niyetli çetelerin saldırılarından korunmak içindir. Tepeden bakınca hırlı hırsız kolayca görülür ve ona göre önlemler alınır.

Büyük Menderes Nehri, Baklan Ovası’nın kuzey ucundan kıvrım kıvrım kıvrılarak akıp gider. Ovanın içine dalmaz. Nazlı bir sevgili gibi tılsımlı dokunuşlarla ovayı, kıyıcığından yalayıp serinlik bırakır. Gelinören köyünden Çal topraklarına girer. Büyük Menderes, Dayılar ve Aşağı Seyit’ten geçerek Yukarı Seyit’e selam çakarak kuzeye yönelir. Çal topraklarını güney kuzey doğrultusunda menderesler çizerek geçip sonrasında güneye dönerek batıya yönelir. Yol boyunca bereket yüklü akan bu nehir, Çal topraklarına bereketini bırakmak için menderesler çizip dolaşarak doğal ve tarihsel görevini yerine getirir. Uç beylerinin yurt edindiği bu topraklara, saygısından olmalı ki doğu-batı doğrultusundaki yönünü değiştirerek uğrayıp bereketini getirir. Buğday üreten çiftçiye, kolaylık yapmak içindir bu akış. Menderes, çiftçiye: “Gel, suyumun üzerine değirmenler kur. Bu değirmenlerde tahılını öğüt ve ekmek yap.” diye seslenir uzandığı yatağından. Doğa ana, böylece çiftçinin işini kolaylaştırmak için su değirmenlerinin kurulacağı suyu da ovanın kıyısından geçirir.

İsabey, Baklan Ovası’nın en büyük yerleşim yerlerindendir. Kendine özgü gelenekleri ve aydın insanlarıyla göze çarpar bu kasaba. Dört mevsim karınca gibidir İsabeyliler. Çalışkanlıkları, üretmeye olan düşkünlükleri nedeniyle ovada en çok toprağı olan yerleşim yeridir burası.

Ova köylerinde iş bitmez. Her mevsimin kendine göre bir uğraşısı vardır. Sonbaharla ekim-dikim sezonunun son ürünleri ambarlara yerleştirilir. İşler tam bitti derken ekim ayında tarlalar yeniden sürülüp arpa ve buğday ekilir. Zaten ayın adı ekim değil mi? Ekim ayında ekim yapılır. Atalarımız ne güzel düşünmüşler bu ayın adını “ekim” vererek.

Arpa ve buğday tohumları toprağa ekilir. Aslında ekilmez, toprak anaya emanet verilir tohumlar. Toprak ana, çocuklarının emanetine sahip çıkar. Her tohumu, bağrında kutsal emanetmiş gibi saklar. Doğa ana, yağmuru bol eder. Kış boyunca tohumları korumak için toprağın ısısını ayarlar. Emanete, ihanet etmez.

Bahar gelip havaya, toprağa ve suya cemre düşünce doğada devinim başlar. Toprak yavaşa yavaş ısınmaya başlar. Güneş ışınları, toprağın bağrında kışı geçiren tohumları yeşermeye çağırır. Tohumlar, bu çağrıya uyar. Ova, yeşile keser. Bu taptaze bir yeşildir. İsabey’in üst mahallelerinden ovaya bakıldığında canlı, yeşil bir denizin büyüsüyle karşılaşılır. Hafif yelle yeşil denizde hafif dalgalar oluşur. Her dalgada yeşilin tonu değişir. Yeşil deniz, bahar yelinin etkisiyle dalgalanıp durur. Dibekbaşı’nda baharı yaşayan güngörmüş yaşulular, yeşil denizin büyüsüne dalarak bir yandan çaylarını yudumlarken bir yandan da dalıp giderlerdi gençlik anılarına.

Baharla yeşeren tarlalar, çiftçinin yüzünü güldürür, umudunu artırır. Kış boyunca her gün umutlar, tıpkı yeşil deniz gibi büyüyüp göğerirdi yüreklerde. Umutla birlikte yürekler de büyürdü kış soğuğunda.  Umutla büyüyen yürekler, evleri ısıtırdı.

Tarlalar, yeşil bir denize dönerken tarlaları çevreleyen üzüm bağları, bağların içinden uç veren meyve ağaçları açık yeşil bir kuşak oluşturur. Çökelez’in eteklerinden başlar bağlar. Arazideki bağların çevresini badem ve armut ağaçları kuşatır. Dağın yamacından ovaya inildikçe bağların verimi artar. Dağ yamaçlarındaki bağlar, ova tarafından bakınca mendil gibi gözükür insana. Buralarda birçok üzüm türü bulunur. Genellikle evlerin günlük gereksinmelerini karşılamak içindir bu bağlar. Aralarında küçük sebze bahçeleri göze çarpar. Hele bu sebze bahçeleri sulanabilirse topraktaki bolluk anlatılamaz, yaşanır.

Dağ yamaçlarından sonra yerleşim yerleriyle birlikte bağlar uzanır boylu boyunca. Yalnız İsabey’de mi? Değil tabii ki… Bağlar, ovayı bir elips biçiminde çevreler. Bağlar; buğday, arpa ve haşhaş tarlalarının çevresinde yeşil bir halka oluşturur. Bu büyüye kapılınca bağların tarlaları koruyan yeşil bir kuşak, yapraktan bir sur olduğunu düşünürsünüz.

İsabey’in çekirdeksiz üzümü tescillidir. Ülkemizde belki de bir kasabaya özgü bir tescillenme, markadır bu. Bu da İsabey’i ülkemizde özel bir konuma yerleştirir. Çekirdeksiz üzüm deyip geçmeyelim. Ova insanına dört mevsim can ve kandır hem yaşı hem de kurusu. Çekirdeksiz üzümün erkesiyle yüzleri güler yurttaşın. Çekirdeksizin dışında razaki, kadınparmak, çal karası ve burada sayamayacağım üzüm türlerine rastlarsınız. Çal karasından yapılan şarapların ünü, ülkemizin dört bir yanına yayılmış, hatta yurtdışına taşmıştır.

Baharla erikler çiçek açar. Onları kiraz, badem, armut, elma, vişne ve diğerleri izler. Yeşil denizin çevresinde gelinliğini giymiş meyve ağaçları göründükçe insan mutluluğunun ölçüsü olmaz.

Doğa ana işleri sıraya koyar. Tıpkı ürünlerin olgunlaşmasını sıraya koyduğu gibi. Bunun nedeni, hem çiftçinin çalışmasını planlayarak işlerin sıkışmamasına yardımcı olmak hem de aylar boyunca değişik lezzetleri insanlara tattırmaktır.

Halkımız keskin zekâlıdır. Çabuk düşünür, bilgece karar verir. Yaşadığı olayları, olguları, doğa olaylarını deneyimlendirir. Doğayı gözlemler. Bu gözlemler, belleklerde yer eder, deneyime dönüşür. Deneyimlerini, sonraki kuşaklara yol göstermek için söze döker. Böylece atalar, yüzyıllar sonra gelen kuşaklara yol gösterir.

Atalarımız yüzyıllar öncesinden “Arpa aklıya, buğday göklüye biçile.” demiş. Yüzyıllardır bu öğüde uymuş torunlar. Neden mi bu öğüt? Arpa, iyice kuruyup aklaşmalı başak içinde. Aklaşmalı ki kışın ambarda çürümemeli. Bu nedenle halk, arpanın yolunacağı zamanı bilir. Havalar, olağanüstü bir değişim göstermediğinde yolum zamanı hep aynıdır. 12 Haziran geldiğinde halk, ovaya taşınırdı (Ovada sulama başladığından nem oranı artmış, bu nedenle arpanın aklaşması da gecikmiştir. Son yıllarda arpa hasadı, haziranın sonunda başlamakta.). Köyde yaşulular kalırdı. Onlar ovada çalışmaya gidenlerin yemeklerini hazırlar. Ovaya götürülmeyen birkaç baş hayvanın bakımını üstlenirlerdi. Pişen yemekler, aileden biri tarafından eşekle alınırdı. Bu konuda komşular arası dayanışma söz konusuydu. Kendi yemeğini almaya giden kişi, harman komşusunun yemeğini de alıp getirirdi. Böylece az kişiyle çok iş yapılır ve emek boşa harcanmazdı.

Harman yerinde derme çatma çadırlar kurulurdu. Birkaç aile aynı yerde konaklardı. Böylece akraba ve komşu dayanışmasıyla işler kolaylaşırdı. Harman yerine tavuklar, inekler, varsa birkaç koyun ve keçi de taşınırdı. Biçilen tarlalarda taze anızlar, dökülen arpa ve buğdaylarla bu hayvanlara adeta ziyafet verilirdi. Böylece bir tek tahıl tanesi boşa gitmezdi. Hayvanlar, öğlen sıcağından korunmak için ovada tek tük bulunan bir ağacın altına bağlanırdı. Ağaç yoksa bezlerden gölgelikler yapılırdı onlar için.

Harman yerleri, genellikle su kuyularına yakın yerlerde olurdu. İşin gücün yoğunluğu karşısında zamanı tutumlu kullanmak için bu çok gerekliydi. Böylece harman yerindeki insan ve hayvanların su gereksinmesi kolayca karşılanır. Ayakyolu için derme çatma bir yer yapılsa da genellikle doğadan gelen doğaya verilerek toprak varsıllaşırdı.

Önce arpa yolumu yapılırdı. Bu iş elle olurdu. Neden mi? Arpa başakları çok kuruduğundan tırpanla biçildiğinde taneler yere düşerdi ve onları tek tek toplamak olanaksızdı. Arpa yolumu için toprağın yumuşadığı sabah ve akşam saatleri en uygun zamandı. Öğlen sıcağında toprak kuruyup sertleştiğinde yolum işi zorlaşırdı. Yolunan arpalar kökleri, orakla kesilip arpa sapları destelenerek harman yerine taşınırdı. Desteler, özenle harman yapılır. At ya da öküzün arkasına düven bağlanır. Düvenin üzerine genellikle yaşulu ya da çocuklardan biri biner. Düven, harmanın çevresinde döndükçe altındaki çakmak taşlarıyla saplar kesilir ve taneler saplardan ayrılır.

İş bitince sıra, tane ile samanı ayırmaya gelirdi. Bunun için güneyli bir rüzgârın esmesi beklenirdi. Bu iş için en uygunu, kıble yelidir. Yel, çiftçiyi fazla bekletmez, eser. Yabalar alınır. Duruma göre bir ya da iki kişi yabayla tınazı yele karşı savurur. Saman, taneye göre daha hafif olduğu için yelle biraz uzağa gidip birikir, bir yığın oluşturur. Taneler, tınazı savuranların önünde birikir. Doğa ana, yine analık görevini yapmıştır. Çocuklarını doyurmak için verdiği tahılı, samandan ayırmak için yelini gönderir işleri kolaylaştırmak için.

Ayrılan tahıl yığınının içinde az da olsa saman kalır. Küçük taşlar, toprak parçacıkları, yabancı otlar karışabilir tahıla. Bu nedenle kalburla elenir tahıl. Temizlenen taneler çuvallara doldurulup ambarın yolunu tutar. Samanlar da samanlığa…

Arpa hasadı biter bitmez temmuz başında buğday biçilmeye başlar. “Buğday göklüye…” Bu ne demektir? Buğday fazla kurumamalı güneşte. Kuruyup da aklaşmamalı. Çok kuruyarak aklaşan buğdaydan doğru düzgün un olmaz. Olsa da ekmeği lezzetsizdir, vitaminsizdir. Üstelik bu buğday ambarda uzun süre durmaz, çürür. Ayrıca buğday, çok kurursa tırpanla biçilirken taneler yere düşer. Bu da çiftçinin işini zorlaştırır. Bu nedenle kimi çiftçiler, buğdayı ambara koymadan önce güneşte kurutur.

Buğday da arpa gibi harmanlanıp düvenle tınaz durumuna getirilir. Harman yerinde bir ayı aşkın süre kalınır. Geceleyin orada uyunur. Kuru toprağın üstünde derme çatma yataklarda doğa ananın koynunda umutlu düşler görülür. Yorgan, yıldızlarla kaplı gökyüzüdür. Kır evinin tabanı toprak, tavanı yıldızlarla kaplı gökyüzü. Düşler, toprak kadar sıcak ve kucaklayıcı; gökyüzü kadar engindir. Sonsuzlukta uçan kelebekler gibi uçuşur düşler.

İlk kez ovada uyuduğumda gece boyunca gözüme uyku girmemişti. Sabaha dek yıldızları izledim. Gece boyunca yıldızlarla ilgili imgelemler oluşturdum kafamda. Birçok yıldızın ve yıldız kümesinin adını öğrendim büyüklerimden.

Harman işi zordur. Kışın sofraya ekmek getirmek hiç kolay olur mu? Kışın onca malın masadın önüne samanını koymanın güçlüğü, bu satırlara sığar mı? Çiftçinin omuzlarında yalnız çoluk çocuğunu geçindirmenin sorumluluğu yoktur. Ahırında, kümesinde beslediği onca dilsizin de sorumluluğunu taşımak zorunda.

Ovada çalışma, gün doğumuyla başlar, gün batımıyla biter. Çiftçinin çalışma iradesi, aile sorumluluğu yorgunluğa meydan okur. Tinsel ve bedensel yorulma olsa da dışa vurulmaz ki aile üyelerinin çalışma azmi kırılmasın,  yılgınlığa kapılmasın kimse. O yorgunlukla gün bitip gece başladığında alacakaranlıkta yataklar yayılır. Önce çocuklar yatırılır. Onların üstü örtülü sıkıca. Sabahtan akşama dek tırpan sallayan, kalbur eleyen eller sevgiyle çocukların saçlarını okşar doyumsuz bir aşkla. Belki de bu okşayış, tinsel yorgunluğu alıp götürmek içindir. Çocukların umutlu, iyimser dünyasında bir tutam umudu alıp kuru toprakta, yıldızlarla dolu gökyüzünde, kurumuş nasırlı ellerde, türlü acılarla kavrulmuş yüreklerde filizlendirmek içindir. Belki de üzerinden yorgunluğu atarak dinlenmenin insanca bir yoludur bu.

Sabah olunca en lezzetli tarhana çorbasıyla kahvaltı yaptık. Öğlen ve akşam yemeklerinin tadı hala damağımda.

Harman yerinde en beğendiğim iş düvene binmek. Saatlerce düvenle dönebilirdim harmanın çevresinde. Arpa samanının yakıcılığını özledim desem inanın. Atların kişnemeleri kulağımda bir ezgi… Eşek anırmaları, işlerin zorluğuna karşı sanki bir meydan okuma… Sabahın ilk ışıklarıyla öterek ovanın sonsuzluğunda yitip giden güzel ve uzun ötüşlü Denizli horozunun umutlu, verimli, güvenli bir sesiyle ayaklanılır. İş kalındığı yerden sürer gider. Açık alanda birkaç taştan kurulu ocakta çalı çırpı, anız oduyla çorba kaynayıncaya dek durmaksızın çalışır herkes büyük küçük demeden.

Ah harman yerleri ah… Nice düşlerin, yıldızlarla dertleşmelerin yeri… Nice düşlerin kurulduğu yerler… Çocukların yıldızlarla konuştuğu sonsuz geceler… Yıldızların çocuklara masal anlattığı, büyüklere umut aşıladığı, geceleyin esen yelin en güzel ezgileri fısıldadığı harman yerleri şimdi nerelerdesiniz? O harman yerlerinde kuru ekmeği paylaşan yüce gönüllü, temiz yürekli, güzel insanlar nereye gittiniz? İmeceyle çalışan, sırt sırta vererek olmazı olduran koca yürekli adamlar, sizler artık masal kahramanı mı oldunuz? Kaşla göz arasında çorbayı kaynatan ve en güzel sesleriyle “Ekmek hazır, gelin karnınızı doyurun!” diyen her koşulda yüzleri gülen kadınlar, melek olup uçtular mı? Harman yerinde kurdun kuşun payını ayıran insan yürekli insanlar, siz de kuş olup uçtunuz mu? Geceleyin yıldızlara bakarak çocuklarına en güzel masalları anlatan nineler, analar hangi dağda solmaz bir çiçek oldunuz?

Şimdi çok uzaktan yıllar sonra kırda yenen tarhananın kokusunu, tamamen doğal ürünlerden hazırlanan lezzetli dürümleri hala duyumsayan kaç kişi kaldı acaba? Çok şey kazandık gibi görünmekte bugünkü yaşamımızda. Ya yitirdiklerimiz… Bizi biz yapan, bizi insan yapan onlarca değer nereye gitti?

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.