ÖLÜMCÜL CEHALET…

ABONE OL
20:20 - 16/02/2021 20:20
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best
AKIL BİLİM SANAT İTİBAR GÖRMEDİĞİ TOPLUMLARI TERKEDER. OKUMAMIŞ BİR TOPLUM YARATMAK ÇARKLAR ARASINA SIKIŞIP KALMAK DEMEKTİR. GÜÇ DAİMA EĞİTİMİ DÜŞÜK İNSANLARI CEZBEDER CESARETLENDİRİR. CEHALETİN HIZLA BÜYÜDÜĞÜ BİR MEMLEKETTE ÖNCE AKIL SONRA İNSANLIK ÖLÜR. AKLI TÜKENEN BİR TOPLUMUN KADERİ İŞTE BÖYLE BAŞLAR. 
 
Felsefenin temelini oluşturan şey. Kişinin enerjisini sömüren toplumsal teslimiyet tüm söylemlere inanmak kısacası farkında olmadan bir çarkın ortasına bağlanmaktır. ” hayatın olumsuzlaşması” Hakikatin değer ve Nesnelliği üzerine kökten tükenişi tüm hayatı etkisi altına alması. Şimdi sergilenmek istenen işte budur. Toplum uyusun konuşmasın görmesin söylenen her şeye sorgulamadan inansın. Cahil bir toplum özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz sadece seçim yaptığını zanneder. Kimi neden niçin seçtiğini anlamaz cehaletin pençesindedir.  Cahil toplumla seçim yapmak okuma yazma bilmeyen adama hangi kitabı okuyacağını sormak kadar ahmaklıktır. Böyle bir seçimle iktidara gelmek düzenlenen bir tiyatrodan farksızdır. Burada aklı bilimi devreden çıkarıp inanç duygularını devreye sokmak, özellikle din ve bilimsel değerleri karşı karşıya getirmektir.  Allah’ın istediği din her zaman bilimle yan yanadır, birilerinin kendi siyasal çıkarları uğruna yarattıkları din anlayışı bu gerçeğin çok gerisinde kalmıştır. Toplumun insan hak ve özgürlüklerine bağlı kalması bunu paylaşması noktasında ise, birileri adeta din saygınlığını tutarak akıl ve bilim değerlerini yok saymaya kalkması da felsefenin temelindeki gerçeği yansıtıyor.  Özellikle din tacirlerinin bilgisizce inadına yaptıkları açıklamalar akıl ve bilime düşman bir anlayışın eseri değil mi? Ülkenin içine düşürüldüğü siyasal çöküşü, çarkların arasına sıkışmış kalmışlıktan akıl ve bilim değerlerinin aydınlığa çıkaracağı gerçeğini görmek için. Ben hala zamanın var olduğuna duyduğum inancımı kaybetmemeye çalışıyorum. Ama halkın sabahtan akşama kadar bir hafta içinde hazırlanan tarihi bile yansıtmayan filmlerle, içi boş anlamsız mistik dizilerle, akşama kadar kadın programlarıyla, bacım edebiyatı programı yapanların magazinsel saçmalıklarıyla. SURVİVOR denen hiçbir getirisi olmayan anlamsız bulduğum programlarla harcadığı zamanı düşünüyorum. Böyle bir toplumun Lafonten masallarına inanmaması mümkün mü?
DİN VE SİYASET…
İnanç saygınlığının siyasete sürülmesiyle ülke yönetiminin şekillenmesi mümkün olabilir mi? Akıl ve sanatın bilimsel değerlerin bu kadar tüketildiği bir ülkede çağdaş düşüncenin yansımalarını görmek mümkün değil. KARL MARX ” Din afyondur topluma hükmedebilmek için dini kullanacaksın halk din konusunda hassastır” demiş. Bugün yaratılmak istenen kurgulanan budur. Ben birilerinin kendi adını koydukları din anlayışına değil. Allah’ın beni görmek istediği gibi bir Müslüman olabiliyorsam işte inandığım din saygınlığım budur. Bırakalım insanlar istedikleri gibi inanca olan saygılarını görevlerini yapsınlar, kimsenin inanç duygularını sorgulama ya da yönlendirme hakkına sahip olmamalıyız. Dini siyasetin dışında bırakmalı özellikle camiye sokmamalıyız. Bugün dini eğitimden uzak olan din tacirleri ne yazık ki dine en çok zarar verenlerdir. Bunların yanında asıl büyük tehlikede din istismarcılarıdır, dini istismar ediyoruz, dini siyaset içinde kullanmakla halkın din duygularına olan hassasiyeti saygınlığı tüketiyoruz.
Toplumu özellikle dinle siyaset içinde toplayarak bir arada resimlemek dine verdiğimiz en büyük zarar değil mi? Bugün inanç duygularına sarmalanmış bir siyaset anlayışını zorlamaya çalışanların, daha sonra yaşanacak olan sorunlardan ortaya çıkacak tükenmişliği tamir etmeleri mümkün olmayacaktır. Laik sözde değil özde dolaysız bir cumhuriyet ülkesinde bu felaketin sonrasını düşünmek bile istemiyorum. Burada din duygusundan inanç saygınlığından bir resim çizmeye çalışanların bu gerçeği iyi görmeleri gerekiyor. Yarın Ortadoğu’nun KABİLE demokrasisinin yansımalarını görmeye başladığımızda tükenmişliğin adını koyacak zamanımız bile olmayacak. Kısacası siyasetle din saygınlığının tüketilmemesi gerek, Türk halkını tüm İslam ülkelerinde olduğu gibi, hatta daha fazla inançlarına bağlı bir ülke olarak görmemiz gerek.
Dini siyasal malzemeye sürmek, halkı kurtulamayacağı bir çarkın ortasında bırakmaktan başka bir işe yaramayacaktır.  Biz halkı dinden soğutmaya uzaklaştırmaya çalışıyoruz bunun farkında değiliz. Sayısını unuttuğumuz sayıda cami var ülkemizde, her biri devasa paralar harcanarak yapılmış camilerimiz. Buna elbette bir itirazımı yok olamaz da , ama içini dolduracak cemaat yok bunu nasıl açıklayacağız acaba? Biz inançlara olan saygınlığın içini siyasetin ortasına alarak tüketirken halkı dinden soğuttuğumuzun farkında değiliz. Önüne gelen din tacirleri olmadık açıklamalar yapıyor, ama kimse bunun yanlışlarını görme noktasında değil. Bugün dini bilime düşman olarak göstermek ” dünya hikmetinin, yani bilimin yok sayılması anlamındadır” Din ne yazık ki asıl değerlerinin dışında topluma , ümitsizliği acıyı tükenmişliği cehaletin adı olarak yansıtıyoruz.
Çıkarların ve gücün peşinde olmak dine asıl zarar vermenin diğer bir başka adıdır. Ama ne hazindir ki, düne kadar bilimselliği yok sayıyoruz, ama bugün kurtuluşu aradığımız bilime sarılıyoruz bu dağılımın açıklamasını nasıl yapacağız acaba? İnançlara olan sadakat ne kadar önemliyse. Akla bilime tarih, Mantık, felsefe, Matematik, Coğrafya, Fizik bunların da hepsi o kadar anlamlı ve değerlidir. Batı aydınlığına bakınca kendime sormadan yapamıyorum, ” tarihe adını altın harflerle yazdırmış bilim adamlarından benim ülkemde neden yok” Biz karanlığa ışık tutmaktan çok kapıları kapamaktan hoşlanıyoruz.
Bugün bize emanet edilmiş hiçbir ülkeye nasip olmayan tarihimizin karanlıklarda kalmasına değil, ışıklar içinde Türk toplumunun paylaşmasını sağlamak asıl görevimiz olmalı. İçine düştüğümüz düşürüldüğümüz cehaletin pençesinden kurtulabilirsek bu mümkün olacaktır.
Ne Mutlu Türküm Diyene.
Prof. Dr. Levent Seçer

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.
    Tüm Yorumlar (1)
    • Mert

      “KENDİ ELLERİYLE YONTTUKLARINA TAPANLAR”!

      “Kendi Elleriyle Yonttuklarına Tapanlar”!
      Saffat; 95: “ De ki: Kendi ellerinizle yonttuklarınıza mı ibadet ediyorsunuz?”
      (Gale e ta’budune ma tenhitun?)
      “Ad kavminin ardından yeryüzüne sizi yerleştirdi. Düzlüklerinde saraylar, dağlarında evler (köşkler) yontuyorsunuz. Artık Allah’ın nimetine düşünün de yeryüzünü talan etmeyin.” (A’raf; 74).

      “Siz burada rahat ve lüks içinde yaşayacağınızı mı sanıyorsunuz.”
      Böyle bahçeler, çeşme başları, salkım, salkım hurmalar ve ekinler içinde, Dağları yontup saray yavrusu evler (köşkler) yapıyorsunuz. Allah’tan sakının ve sözümü dinleyin.
      “Haddi aşanların, yeryüzünü talan edenlerin peşinden gitmeyin.”
      (Şuâra; 146-153)

      Görüldüğü gibi, bu sözler, Ad kavminin ardından yeryüzünde (ortadoğuda) kök salan Semud kavminin “zenginlikten şımarmış ileri gelenlerine” Hz.Salih tarafından söylenmekte.
      Onlar yeryüzünün ovalarında saraylar, dağlarında köşkler yapmış, rahat ve lüks içinde yaşayan, geniş bahçelerde, çeşme başlarında, salkım salkım hurmalar ve çiftlikler içinde, korunaklı saraylar/duvarlar (burç/burj/burjuvazi?) içinde yaşamaktaydılar. Allah’tan (halktan) bihaberdiler. Dışarıda ne olup bittiğinden haberleri yoktu. Kendi elleriyle yontukları sarayların etrafına, yine kendi elleriyle yontukları korunaklı duvarlar örmüşlerdi. Gayet asude bir hayat sürüyorlardı.

      Üstelik bütün bunları yeryüzünü talan etme pahasına yapıyorlardı.
      “Ne kadar güçlü ve zengin olduğunuz görünsün diye dağa taşa binalar yaparak gönül mü eğlendiriyorsunuz”?
      İçinde ebedi kalacakmış gibi villalar, kaşaneler dikiyorsunuz. Önünüze gelene merhametsiz zorbalar gibi saldırıyorsunuz. Allah’tan sakının ve sözümü dinleyin.” (Şuara; 128-132)

      İbrahim’in “Neye tapıyorsunuz, kendi yonttuklarınıza mı? sorusuna, “Putlara (esnam) tapıyoruz, onların başında dikilmeye de devam edeceğiz.” (Şuara; 71) şeklinde verilen cevapta geçen “putların” (esnam) altında neyin yattığını anlamak istiyorsanız Şuara suresinin İbrahim’den sonra gelen Nuh, Ad ve Semud bölümleri (Şuara; 69-159) okuyunuz.

      Bu nedenle artık “Kur’an okuyalım, Kur’an’a dönelim” çağrılarının önemi kalmamıştır. Artık esas mesele “Kur’an-ı hangi gözle okuyacağımız’dır.
      Kerem, malum karşılıksız verme/cömertlik ve bundan kaynaklanan asalet/şeref/onur demektir. Paylaşımın, bölüşümün, diğergamlığın, kardeşliğin, dostluğun, ötekiciliğin tüm kuralları buradan çıkar.

      Kur’an-ı bu gözle okumadığınız zaman, onun ayetlerinin derununda yatan ruhun ne olduğunu anlayamazsınız. Bu nedenle Kur’an-ı kendi ellerimizle yonttuğumuz kurallara göre değil; onun koyduğu kurallara göre okumalıyız. Bunun için de önce kapaktaki isme bakmalıyız; Kur’an-ı Kerim mi?

      Bu şu demek:
      “Ey okuyucu”! Eline aldığın bu Kitab’ı “Kerim” gözle okursan derinliklerime girebilirsin! Aksi halde bardağı dışarıdan yalar ama suyumu içemezsin!
      Çevremiz kendi ellerimizle yonttuklarımızla doludur.
      Hayatımız kendi ellerimizle yonttuklarımıza tapmakla geçiyor.
      İnsanoğlunun kendi elleriyle yontarak yaptığı en büyük icadı hiç şüphesiz “mamon” (para)dır. Yontulduğu günden beri kendisine perestij edilmekte ve gelmiş geçmiş en büyük “yonut” olma özelliğini sürdürmektedir.
      Kendi ellerimizle yonttuğumuz “partilere, örgütlere, cemaatlere” tapar. Öyle ki örgütlenerek, örgütlenemeyenleri çaresiz bırakmak, esir almak isteriz. Bunları yüce amaçlar uğruna kendi ellerimizle yontarız (kurarız), sonra yonttuğumuzu amaç haline getirir, yontu (parti, örgüt, cemaat) zindanının müebbet mahkumu oluruz. Bunlarla asıl büyük cemaatten (halk, kitle, ma’şeri vicdan) kopar, ona tepeden bakarız.
      Kimimiz kendi ellerimizle yonttuğumuz “kariyere ve konfora” tapar.

      Öyle ki oraya çok uzun yıllar bekleyerek gelmişizdir. Artık bizim için korku yoktur, tasa da geride kalmıştır. Asude fanusların içinde mutluyuzdur. Artık ne pahasına olursa olsun onu korumaya yönelir bütün eski fotoğrafları yakarız.
      Böylece bulunduğumuz yerin biçimini alır ve con-form oluruz. Artık her şekle girmeye hazırızdır yeter ki elimizdeki güç, taht, makam, saraylar, zenginlik, servetim gitmesin.

      Velhasıl, daha hangisini sayalım, ömrümüz kendi ellerimizle yonttuklarımıza tapınmakla geçiyor.
      Kimimiz kendi ellerimizle yontuğumuz “servete” tapınıyor.
      Kimimiz kendi ellerimizle yontuğumuz “devlete” tapınıyor.
      Kimimiz kendi ellerimizle yontuğumuz “şöhrete” tapınıyor.
      Kimimiz kendi ellerimizle yontuğumuz “şehvete” tapınıyor.
      Kimimiz kendi ellerimizle seçtiğimiz “iktidara” tapınıyor.

      Oysa, en büyük eşitleyici ilke olarak ölüm, her daim bize, kendi ellerimizle yonttuklarımıza tapmamamız gerektiğini öğretir durur.
      Çünkü mezara bunların hiç birisini götüremeyiz. Bilakis kendi ellerimizle yonttuğumuz mezarın içine konuluruz.
      Ve orada bir ses şöyle der:
      “Yâ Sin”! (Ey İnsan!) Hayatın kendi ellerinle yonttuklarına tapmakla geçti. Ve şimdi onların hiçbirisini yanında getiremedin. Nerede yonttukların?
      Sana demedim mi eline geçenle (yonttuğunla) şımarma, eline geçmeyenle (yontamadığınla) üzülme diye.
      Bugün yonttuklarının seni kurtaramayacağı, yontmak isteyip de yontamadıklarının da sana hiçbir fayda vermeyeceği gündür !

      O gün gelmeden önce kendi ellerinizle yonttuklarınıza tapmaktan vazgeçin.
      Neye HAYIR (Lâ) diyemiyorsanız o sizin ilâhınızdır.
      Elinize geçenden (yonttuklarınızdan) dolayı şımarmayın, elinize geçmeyenden (yontamadıklarınızdan) dolayı da üzülmeyin.
      Yontulara bağlı yaşamaktan kurtulun, özgür olun.
      “İnsan” hiç kendi yonttuklarının önünde eğilir mi ?
      ‘Kendi ellerinizle yonttuklarınıza mı tapıyorsunuz ?
      “Malı Götüren Adamdan Siyasetçi Olur mu”?

      “Ey müslüman, Kur’an-ı Kerim’i eline al, ve sonra kapalı bir odaya çekil, sakin kafayla bir Euzu Besmele çek ve aç Şura süresini oku, istişare nedir önce bir öğren, sonra başını iki elinin arasına al kendini hesaba çek ve sorgula;
      “Bir tek kişiye Kanun yapma hakkının verilmesi doğrumudur yanlışmıdır düşün kararını ver.”

      Her insan gibi o da bir insandı, hemde dünyanın en fakir, en saraysız bir devlet başkanıydı.
      Tüm dünya’ya başka bir yolun mümkün olduğunu o herkese anlattı ve bunu yaşayarak ispat etti gösterdi.
      Kim mi?
      Bu dünya Başkan José Mujica gibi bir insanla tanıştı.
      O dünyanın en sevilen Cumhurbaşkanı olarak tanınan Uruguay’ın eski Başkanı Jose Mujica.
      Maaşını yoksullara bağışlayıp Başkanlık sarayını çıkmayı reddetti.
      Düşündüğü gibi yaşamak istemedi, yaşadığı gibi düşündü.
      Zengin olmak isteyen, eninde sonunda ruhunu şeytana satar dedi.
      Dünyayı değil ama o insanların hayatını değiştirdiğini söyledi.
      http://www.timeturk.com/tr/fotogaleri/dunya/dunyanin-en-fakir-ve-en-comert-baskani/

      “EY MÜSLÜMAN“!
      Şimdi size soruyorum; Hangisinin yaşam tarzı daha İslami?
      Sosyalist ve Ateist Mujica mı? Yoksa 1150 odalı Saray’da oturan Müslüman kabadayı Tayyip Erdoğan mı?
      Hangisi; Allah Resulü Peygamber Efendimiz gibi devrimci?

      “EY MÜSLÜMAN”!
      Allah aşkına son bir kez kendini sorgula;
      Hangi yaşantı İslami?
      Hangi hayat bir Müslümanın yaşantısı olabileceğini düşünüyürsun?
      Bu duruma vicdanın rahat mı? İçine sindirebiliyormusun?

      Yanıtla
      +0
      -0