MEMLEKETİMDEN MANZARALAR (III)
05.09.2023 22:18Gün geçtikçe Denizli’de olduğum arkadaşlar tarafından duyulmuş. Arkadaşlar dediklerim, yarım asır önce Millî Türk Talebe Birliği (MTTB) çatısı altında Denizli'de emperyalistlerle ve onların şürekası ile mücadele ettiğimiz kişilerdir. ‘68 kuşağı derler onlara.’ 80 İhtilali öncesi dönemin kuşağı. ‘Sarp yokuşa talip’ yiğit insanlardır onlar. Ben onlara Aksaçlılar diyorum.
Mehmet Emin Aydınyüz’ün bağ evinde toplanacaklarmış. Mehmet Çiftçi davet etti. Şehrin gürültüsünden uzaklaşmak için yapmış Mehmet Emin evini. Zaman zaman da arkadaşları davet edermiş oraya. Sohbet edilir, yemek yenir ve çay içilirmiş o davette. Menüde salata ve ‘tenekede tavuk’ olurmuş. Tenekede tavuk şöyle pişiriliyor: Bir düzenek var, en altına patates ve soğan döşeniyor, üzerindeki çatallı demir çubuğa tavuk butları, özenle takılıyor, sonra o düzenek ters çevrilen teneke ile kapatılıyor. Etrafı da hava almasın diye toprakla kapatılıyor. Ve teneke ateş çemberinin içine bırakılıyor. Ateşin harına göre 45 dakika veya bir saat sonra tavuk tabaklarda yerini alıyor. Rayihası bile yetiyor. Yeme de yanında yat derler ya. O cinsten. Ancak biz yanında yatmayı değil yemeyi tercih ettik. “Tavuk, balık, kelle bunlar yenir elle” mantığıyla yumulduk tabaklara. O tavsiyeye uyduk. Keyifli bir yemek yedik. Sonra çaylar geldi. Sonra da muhabbet. Geyik muhabbeti değil elbet.
Misafir olmamdan dolayı günün sohbetini benim yapmamı istediler ve bir soru ile sohbeti başlattı Süleyman Kayrakçı. “Rüştü Hocam, Almanya’dan Türkiye nasıl görünüyor?” Kayrakçı, Oğlum Zülfikar’ın Denizli Anadolu Lisesi’nden öğretmeni. Denizli’de sevilen sayılan bir kişilik. Bu tür sohbetlerin oturum başkanı her zaman Süleyman Kayrakçı olurmuş. Arkasından başka sorular da geldi. Güzel bir sohbet oldu. Hâzirûn seviyeli olunca sohbetin tadı da bir başka oluyor. Duamızı yaptık ve temenni cümleleriyle sohbeti sonlandırdık. Şöyle:
“Memleketimize sahip çıkalım, emperyalistlere fırsat vermeyelim, geçmiş olaylardan ders çıkaralım, birlik ve beraberliğimizi bozmak ve parçalamak isteyenlere, Kitabımıza, bayrağımıza, vatanımıza, bizi biz yapan değerlerimize kastedenlere fırsat vermeyelim, kardeşimiz de olsa, babamız da olsa, çocuklarımız da olsa bölücülere fırsat vermeyelim. Allah’ın ipine sımsıkı sarılalım. Bir tek Türkiye var başka Türkiye yok. Bugün Türkiye'nin kapısına dayananlar, dün Çanakkale’ye kadar gelenlerdir. Menderes Nehri’ne kadar gelenlerdir. Kurtuluş Savaşı’nda Yunanlıları üzerimize salanlardır.”
Cuma günü de Ensar Vakfı’na davet edildim. Oradaki format başka. Önce Kur’an’dan 2 sayfa okunuyor (Taha Suresi’ne gelinmiş), meali veriliyor ve sorumlu hocaefendi kısa bir açıklama yaparak sözü katılımcılara bırakıyor. Oturum başkanı Kayrakçı, toplantıyı gayet güzel idare ediyor. Konuşmalar oldukça seviyeli. Sonra da görevli başka bir arkadaş önceden hazırladığı 3 hadisi okuyor. Kur’an sohbeti böylece sonlandırıldıktan sonra güncele geçiliyor. Görevli hocaefendi gelmediği için o gün okunan sayfaların açıklamasını bana bıraktılar: Hz. Mûsâ’nın kıssasıydı okunan. Mûsâ’nın Firavun’la olan mücadelesinden bahsediliyordu. Ben de “Firavunların her zaman olacağından, hiçbir zaman eksik olmayacaklarından bahisle, bizlerin Firavunlarla mücadele eden birer Mûsâ olmamız gerektiğinden söz ettim. Kur’an kıssalarının Kur’an’ın en can alıcı bölümleri olduğunu vurguladım. Kıssaların hikâye olarak okunup geçilmemesi gerektiğini anlattım. O bölümlerde yaşanmışlıkların olduğundan ve o yaşanmışlıklardan dersler çıkarmamız gerektiğinin üzerinde durdum. Bugünün Musâlarının da bizler olduğundan söz ederek bu çatının altında bulunmanın önemli olduğunun altını çizdim. Bizler birer Mûsâ olursak, Yüce Mevla’mız bizi Firavunun sarayında büyütmeye muktedir olacaktır dedim.
Güncelde de bana 20 dakikalık süre verdiler. Önceki sohbette bıraktığım yerden devam ettim. “Almanya’dan Türkiye nasıl görünüyor?”
Cumartesi günü bu sohbet halkalarının sorumlusu Bilal Sönmeztürk başka bir halkaya davet etti beni. Bilal Sönmeztürk Denizli’nin tanınan ve sayılan iş adamlarından. On kişilik bir grup vardı orada. Katılımcı profili farklıydı. Kayrakçı yine oturum başkanı olarak sohbeti açtı ve sözü bana bıraktı. Konu “Müslümanların hâl-i pürmelali.”
Konuya giriş yaptım yapmasına da hemen araya girenler oldu. Birdenbire konu değişiverdi. Sorulanların konu ile alakası da yoktu. Şöyle: “AK Parti kadınlara özgürlük verdi ve boşanmalar çoğaldı. Zina arttı. Kadınlar kocalarına itaat etmiyor. Müslümanlar çekinmeden faiz yemeye başladılar. Avrupalılara taviz veriliyor. Suriyeliler başımıza bela oldular. Eğitim sistemimiz tamamen bozuldu. Ekonomi bozuldu. Emeklilere maaş artışı yapılmadı…” uzadı gitti sorular. Bunlara soru demek de yanlış olur. Korsan konferans demek daha doğru olur.
Müslümanların böyle bir gündemi olamaz. Dört bir yanımızı Türkiye hayranı Türk düşmanları çevirmişken bu konuşulanlar neyin nesidir? Nasıl bir inanmışlıktır ki ahirete dünyayı tercih ederek Müslüman olarak kalınabileceğine inanmak? Müslüman geçim derdinden söz mü edermiş. Müslüman bilmez mi ki rızkın kefili Allah'tır. Aklım havsalam almadı. Ama yapacak fazla bir şey de yoktu.
Oturum başkanını da dinleyen yoktu. Dedim ya dinleyici profili tamamen farklı diye. Böyle bir ortamda ne yapılır? Ya o ortam terkedilir ya da susulur. Ben ikisini de yapmadım. Konuşmaya devam ettim. Bazen sesler yükseldi bazen de normalleşti. Bir saat kadar böyle devam ettik. Sonunda susan taraf onlar oldu. Ya söyleyecekleri bitti ya da yoruldular. Ya da beni dinlemeye gerek duymadılar. Öyle veya böyle sohbet rölantiye girdi. İyi de oldu. Medeni insanlar gibi konuşmaya başladık. Sohbet bir yere vardı. Saat gece 12’yi çoktan geçmişti. Kucaklaştık ve cuma günü tekrar Ensar Vakfı’nda bulaşmak üzere dağıldık.
Ensar Vakfı’nda Kur’an çalışması yapan arkadaşlarımız 42 yıldan beri bu çalışmayı sürdürüyorlarmış. Anlamlı bir çalışma. Hepsini teker teker tebrik ettim. Kolay bir iş değil. Kendinizi rutine bağlayacaksınız ve her cuma rahlenin önünde hazır olacaksınız. Sıra size geldiğinde ikramda da bulunacaksınız. Maddi fedakârlık yapacaksınız. Sizde olanı başkalarıyla paylaşacaksınız. Nefse ağır gelen zor bir iş. Ama onlar o zoru başarmışlar.
Ben yine de onların affına sığınarak bir tavsiyede bulundum; “Arkadaşlar 42 yıldır okuyoruz okumasına da bu okuduklarımız hep bu çatının altında kalıyor olmalı. Biraz da bu okuduklarımızı günlük yaşamımıza yansıtmamız gerekiyor. Allah bizden, konuşmaktan ziyade icraat istiyor. Sadece Kur’an’ı okuyup dağılmak bir işe yaramayacaktır. Kur’an, alışverişimize, söylemlerimize, ailemize, çocuklarımıza, mesleğimize, okuduklarınıza yansımalıdır. Allah’ın bizden istediği budur. Biraz önce Ensar Vakfı’nın çatısı altında Allah ile buluşup sözleşme imzalayıp da vakfın kapısından çıkar çıkmaz sözleşmeyi çöpe atarsak; senetten, çekten, arabamızın markasından, arsadan, evden, vergi kaçırmanın yollarından bahsedersek, bizim Kur’an okumamıza gerek yoktur. Kur’an okumayan nice insanlar vardır ki belki bizlerden daha hayırlıdırlar.”
Bir sonraki gün, oğlum Zülfikar’ın Anadolu Lisesinden arkadaşları özel sohbet istemişler. Onlarla bir kafede buluştuk. Pırıl pırıl üç genç. Onlarla yapılan sohbetin omurgasını hassasiyetlerimiz oluşturdu. Hangi konularda daha hassas olmamız gerekiyordu. Gençlerin üçü de Denizli’de hatırı sayılan iş adamlarından. Onlarla;
“Zekâtı konuştuk, yardımlaşmayı konuştuk, çocukların eğitimini konuştuk, küreselleşmeyi konuştuk, kültür yozlaşmasını konuştuk, tarikatları da konuştuk. Zaman zaman sorularla sohbet detaylandırıldı. Onlara; Denizli’de mutlaka bir gazete veya dergi çıkarmaları gerektiğinden, suni bir çevre oluşturarak çocuklara arkadaş seçiminde yardımcı olmaları gerektiğinden, yapacakları maddi yardımların da Denizli'nin dışına çıkarılmaması gerektiğinden bahsettim. Örnek verdim; yıllardır Filistin’e Afganistan'a, Afrika ülkelerine yardımlar göndeririz, maalesef onların durumunda iyileşme olmadığı gibi her geçen gün kötüye gittiler, gidiyorlar. Belki bir kısım yardımla onlarla bir iş birliği başlatılabilir. Ona sözüm yok. Ancak, kendi çocuklarımız, geleceğimiz, gözümüzün önünde eriyip giderken bu yapılanlar yanlıştır. Suni çevre için bir arazi satın alabilirsiniz. Oraya bir çiftlik kurabilirsiniz. Oraya oyun parkları kurabilirsiniz. Çocuklar dışarıda oynarken sizler de salonda seminerler düzenlersiniz. Geziler düzenlersiniz, böylece çocuklara kültür değerlerimizi ve ülkemizi tanıtabilirsiniz. Sizler bunu yapabilecek maddi ve manevi donanıma sahipsiniz” dedim. Saat yine 12.00. Sabah iş zamanı.
Tekrar bir oturum daha yapmak üzere sohbeti sonlandırdık.
Köyümdeyim. Kolak Köyü’nde.
Denizli’nin Çameli ilçesine bağlı bir dağ köyü. Rakım 1500. Çam ağaçlarının içinde bir köy. Herkes bir evlek toprak bulmuş ve oraya evini yapmış. 15 yaşımda çıktım köyümden. Zaman zaman gittim elbet sıla-i rahim çerçevesinde. Kısa ve günübirlik ziyaretlerdi bunlar. 55 yıl sonra topluca köylülerimi görebileceğim bir davet aldım. Asiye teyzemdi davet eden. Rahmetli eşi ve oğlu için dua yaptıracakmış. Hem mevlid hem de ilahi okuyacakmışım. Neredeyse 40 yıldır mevlid okumuyorum. Teyzem söyleyince tamam dedim. Ne de olsa teyze ana yarısıdır. Oğlu Zekai Doğan da duaya geleceğimden çok memnun oldu. Kendisi Cumhuriyet lisesinden öğrencimdir. Benim yüzümden okumayı bıraktığını söyler durur. Ben din dersinden zayıf vermişim. O da din dersinden hem de teyzemin oğlundan zayıf alırsam, sınıftan geçemezsem bu okul bitmez demiş okuldan ayrılmış. Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış hesabı. Kendisi sevdiğim bir delikanlıdır.
Duanın başlama saatinin 08.30 olduğunu ondan öğrendim. Biz 12.00 de çıkacaktık Denizli’den. Öğleden sonra okunacağını tahmin ediyorduk. Eniştemin Renodes’iyle gideceğiz. Beş kişiyiz Renodes’te. Devamlı yokuş yukarı çıkacağız. Rakım 324 ten 1500’e. Kilomuz hatırı sayılır cinsten. Sıcaklık 36 derece. Merak ettim ve sordum enişteye;” Sıkıntı olur mu enişte, sonra yolda kalmayalım ne dersin?” Bu soru eniştenin hoşuna gitmedi…
Direksiyona damat Ali Topal geçti. Kardeşim Sema’nın damadı. İyi şofördür. Darıveren’de çay molası verdik. Köye gırgır şamata vardık. Fatmana Teyzem ve Durali dayım da oradaymış. Annemin kardeşlerinden geriye kalanlar. Yaşlanmışlar, zor yürüyorlar. Yürümeleri için birilerinin kollarına girmeleri gerekiyor. Onlarla uzun süre sohbet ettik. Fatmana Teyzem’in bende emeği çoktur. Kur’an Kursu’nda okurken iki sene onun yanında kalmıştım. Ekmeğini, aşını yedim. Çamaşırımı yıkadı. 55 yıl önce. çok duygusallaşmış. Bana sarıldı ve bir süre öylece kaldı. Ağlıyordu. Ben de ağlıyordum. En büyük kızı Ayşe ile gelmiş duaya. Suçatı Köyü’nde yaşıyor. Zamanında oraya gelin gitmiş. Araba ile bir saatlik mesafe. Asiye teyzem en küçükleri.
Orada 108 yaşında olduğunu söyledikleri yaşlı bir teyze ile tanıştırdılar beni. Yaşlanmış ama hâlâ ihtiyarlamamış. Akli melekeleri yerinde. Annemin halasıymış. Başka akrabalar da var. Hepsiyle tanıştık. Çameli’de iken öğrencisi olduğum Hasan Hocam da oradaymış. Ben onu tanıyamadım o tanıdı beni. Sarıkavak’ta yaşıyormuş.
Mevlid okumak için yerimizi aldık. Yamaç bir arazideyiz. Yoldan aşağıya inerken zorlanıyorsunuz. Ev ile yol arasına yapay evlekler oluşturmuşlar. Evlek demek de belki doğru değil. Yolak gibi. Oraya iki çadır kurulmuş. Birisinde yemek yenecekmiş ikincisinde ise mevlid okunacakmış, hocalara ve onları dinlemek isteyenlere ayrılmış. Yemek yenilenecek olan çadırda masa ve sandalye var. Hocaların ve mevlidi dinlemek isteyenlerin çadırında ise yok. Yere toprağın üzerine halı ve kilim sermişler. Diz çökerek torağın üzerinde o sert zeminde oturulacakmış. En az bir saat diz üstü oturacaksınız. İşkence çekeceksiniz yani.
Yusuf Hoca beni o işkence çadırına davet etti. Kendisi İmam-Hatip Lisesi’nden öğrencimdir. Saygı gösterdi. “Hocam bugün hoca sayısı fazla. Herkesin okuması gerekiyor, âdettendir. Siz de okumak isterseniz okuyabilirsiniz. Duayı da siz yaparsanız memnun olurum” dedi. Teklifi kabul ettim. Öğrencilerimi vazife başında görünce memnun oluyorum. Kim memnun olmaz ki. Hele bir de saygı görürseniz. Onun keyfi bambaşka oluyor.
Yalnız, Yusuf Hocam ben toprak zeminde oturmam. Sandalyelerden alıp getirelim.” dedim. “Peki Hocam” dedi ve 3 sandalye getirdi. Biz oturduk sandalyeye. Diğer hocalar oturmadılar. Toprak zeminde diz çökerek okumanın sevap olduğu düşüncesinde olduklarını sanmıyorum. Âdettendir belki.
Kur’an tilavetiyle başladı mevlid programı. Sonra Süleyman Çelebi’nin Mevlid şiirinden bir bölüm okundu. Ancak okuyanlarla dinleyiciler arasında mutabakat sağlanamadı, arada mesafe var. Ses cihazı da o kadar güçlü değil. Yemek çadırının altında oturanlarda ise okuyuculara saygı yok. Orada yemek yeniyor sohbet ediliyor. Yusuf Hoca’ya söyledim, “Bunları davet edelim, buraya gelsinler, biz burada kendimiz çalıp kendimiz oynamayalım .” dedim
“Gelmezler Hocam” dedi. Okuyan Hocaefendiye,” Hocam lütfen keser misiniz? Ben o çadırın altındakileri davet edeceğim.” dedim O da saygı gösterdi ve verdi mikrofonu bana.
Davet ettim onları bizim çadıra. Davetime kimse icabet etmedi. Davetimi 3 kez yineledim yine icabet eden olmadı. Tınlamadılar bile. Bu sefer yerimden kalktım, onların çadırına kadar gittim. Davetimi yineledim. “Sevgili köylülerim, bakın biz orada Kur’an okuyoruz siz burada yemek yiyorsunuz, muhabbet ediyorsunuz. Bu uygun değildir. Bu yaptığınız Allah’ın gücüne gider. Allah bir yerde konuşmaya başlamışsa orada kula susmak düşer.” dedim.
Oradan birisi saygısız bir şekilde, “Hoca sen işine bak, bizim işimiz var yemek yiyip gideceğiz!” demesin mi. Başımdan kaynar sular döküldü.” Ben yine bir şey olmamış gibi, usulünce davetime devam ettim. Muhtar Mustafa Adak (Akrabam olur) kalktı yerinden ve bana eşlik etti. O kalkınca 5-10 kişi daha kalktı. O bana müdahale eden kişi muhtara müdahale etti, “Gitme oradan kalkamazsın ve öteki mevlide ulaşamayız” dedi. Ama muhtar onu dinlemedi. Muhtarın bu hareketi anlamlı geldi bana. Ya iş büyümesin diye kalktı yerinden koluma girdi, ya da gerçekten örnek bir davranış sergileyerek bir kamu görevlisi olarak onlara örnek olmak için önden yürüdü. Ben örnek olayım diğerleri de arkamdan gelsin diye düşündü. O ne düşündü bilemiyorum ama her iki durumda da takdire şayan bir davranış sergiledi. Yapılması gerekeni yaptı. Toplumun liderine yakışan bir hareketti yaptığı. Kendisine teşekkür ettim.
Mevlid okunan çadırda 20 kişi kadar toplandı. Diz çöküp toprak zemine oturdular. Muhtar Mustafa da oturdu. Belki o çadırda sandalye olsa çok daha fazla insan oraya gelebilirdi. İnsanların kimisinin dizi oturmaya elverişli değildir, kimisi de ihtiyardır…
Okumaya devam ettik. Muhtar Mustafa programın bir yerinde benden müsaade istedi ve çadırdan ayrıldı. Benden müsaade isteyerek ayrılması da şık bir hareketti. Belki bir gün tekrar görüşür de sohbet ederiz kendisiyle.
Mevlid okundu, ilahiler okundu programın bitmesi gerekiyor. Yusuf Hoca uzaktan yakından gelenler vardır, Hocamı tanımayanlar olabilir şeklinde bir grizgâh yaparak hâzırûna beni tanıttı. “Köyümüzün yetiştirdiği değerlerden Ferit Hoca’nın oğludur, kendisi benim Hocamdır…” ve mikrofonu tekrar bana uzattı. Bir de ricası oldu, uygun görürsen 5 dakikalık bir de konuşma yapabilir misin Hocam? Dedi. Oradaki diğer hocalar da “5 dakikayla sınırlamayalım fazla da konuşabilir” diyerek teklifi desteklediler.
Önce konuşmayı yaptım. Verilen süreyi aşmamaya özen gösterdim. Şöyle; “Sevgili köylülerim, sevgili büyüklerim, sevgili bayanlar ve sevgili gençler, sevgili Hocalarım; ben bu köyde doğdum, ilk okulu burada bitirdim. Ben bu toprakların emzirdiği bir kişiyim. Tahsilime devem etmek için köyümden ayrıldım (1960). Ancak köyümle olan irtibatımı koparmadım. Böyle programlara rastlamadığım için de çoğunuzla görüşemedik. Muhterem köylülerim, bazı değerlerimiz vardır ki, o değerler bizleri ayakta tutar. Bizi biz yapan değerlerdir onlar. Bunların başında saygı gelir. İlk saygı gösterilecek olan Varlık da Yaratıcımız olan Allah’tır. Allah’ın konuşmaya başladığı yerde kula susmak düşer. Bakın burada, sevgili hocalarımız sizin ahirete intikal eden sevgilileriniz için toplanmışlar Kur’an okuyorlar, dua ediyorlar. Sizler o çadırın altında yemek yiyor ve sohbet ediyorsunuz. Bu doğru bir davranış değildir. Yaratıcı’ya kafa tutmaktır. Önünüze konulan yemekler O’nun verdiği nimetlerdir. Verdiği nimeti yiyeceksiniz sonra da O’na kafa tutacaksınız. Bu Allah’ın gücüne gider. Topu topu bir saat sürüyor mevlid. Bir saat sessiz kalsak, okuyanları dinlesek ve sonra da şükrümüzü eda etmek için sofraya otursak daha anlamlı olmaz mı?” minvalinde bir konuşma yaptım...
Sonrasında bir aşır okuyarak dua ettim. Program dua ile sona erdi. Sonra da yanıma gelip tebrik edenler oldu. Kendi rahatsızlıklarını dile getirenler oldu. Kültür erozyonundan bahsedenler oldu. Saygının ve sevginin kalmadığından şikâyet edenler oldu. Sosyal medyadan şikâyet edenler oldu. Eğitim sisteminin bozukluğundan şikâyet edenler oldu… ve yemekten sonra ayrıldık o mekândan.
Devam edecek…
Yorumlar
Yazarın Diğer Yazıları
- MEMLEKETİMDEN MANZARALAR (IV)13.09.2023
- FİLENİN SULTANLARI08.09.2023
- MEMLEKETİMDEN MANZARALAR (II)31.08.2023 Tümünü Gör