YUNUS EMRE VAKFI BERLİN’DE

ABONE OL
18:49 - 01/10/2020 18:49
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Yunus Emre Vakfı’nın toplantısındaydık(15.04.2013). Vakıf Genel müdürü Prof. Dr. Hayati Develi’yi dinledik. Vakfın kuruluş amacını anlattı: ” Vakıf sizler için kurulmadı. Almanlar için kuruldu, onları Türk kültürüyle tanıştıracağız, Türk dilini öğreteceğiz onlara. Kültür üretmeyen toplumlar yok olmaya mahkûmdurlar. Sizler Türk kültürünü bilen tanıyan insanlarsınız, bu amaçla da örgütlenmişsiniz. Türk toplumunun örgütlenmiş olması geleceğine yatırım yapması anlamına gelir. Hz. Âdem’den beri gelen kültür birikimine sahip olan bir milletiz biz, oldukça zengin bir kültürümüz var. Karşılaştığımız her topluma ve millete kültürümüzden bir şeyler verdik ve onlardan da aldık. Biz kültürlü bir toplumuz. Şimdi bu kültürümüzü Almanlara tanıtmaya geldik, onlara kültürümüzden bir şeyler vereceğiz ve onlardan da bir şeyler alacağız. Onlar Itri’yi dinleyecekler biz de Bach’ı. Asıl amacımız Avrupa ülkeleri standartlarında dil eğitimi vermektir. Fizik mekânlarımızla, kütüphanemizle, dil öğretimi için kullanacağımız araç ve gereçlerimizle örnek bir çalışma ortaya koyacağız. Türk milletini hak ettiği yere getireceğiz.”

Sivil toplum örgütlerinin temsilcileri ve de basın mensupları vardı salonda. İlgiyle dinlediler. Hep bir şeyler almaya alışmış, vermeye gelince de kendi değerlerinden utandığı için sükût etmiş bir yapımız vardı bizim, ne olduysa bu yapı yavaş yavaş değişmeye başlamış. Herhalde Galatasaray’ın UEFA kupasını kazanmasından, milli takımımızın dünya üçüncüsü olmasından sonra başladı bu alışkanlık biz de. Aslına bakarsanız fena bir alışkanlık da değil. Berlin’e bir genel müdür geliyor; “Biz Almanlara dilimizi öğreteceğiz, kültürümüzü öğreteceğiz, bunun için bütçe ayırdık, biz borç alan değil borç veren bir ülke haline geldik” diyebiliyor. Ezber bozan söylemler bunlar.

Ve devam etti Develi, Yunus Emre Vakfı’nın amacını anlatmaya: “Biz 2009 yılında kurulduk, daha çok yeniyiz, emekleme dönemindeyiz. Şu anda dünyada 35 noktada faaliyetlerimiz var. Bosna, Mısır ve İran’daki Yunus Emre vakıfları oldukça iyi duruma geldiler.

Bizim el sanatlarımız var, gergefimiz var, iğne oyamız var, cam işleme sanatımız var, udumuz var, bağlamamız var. Sedef işçiliğimiz, cam işçiliğimiz var…
Kültür işleri pahalı işlerdir. Karşılığını para olarak da alamazsınız. Biz Yunus Emre Vakfı olarak buraya geldik, burada yaşayan üç milyon insanımıza da elbet hizmet vereceğiz, ancak biz bütün Almanya’yı kurtaramayız, Türkiye’den taşınan suyla Almanya’da değirmen döndürülmez. Sizler de elinizi taşın altına koymalısınız, üzerinize düşen görevi yerine getirmelisiniz. Burjuvazinin desteklemediği entelektüel faaliyetler yürümez, gelişmez. Bugün dünyada kültür ve dil pastasından en büyük payı Amerika ve İngiltere alıyor. Filmiyle, dil eğitimiyle, müziğiyle, tiyatrosuyla, romanıyla, özel kolejleriyle, üniversiteleriyle alıyor. 2 bin yıllık tarihe sahip olan bizler neden o pastadan bir pay alamıyoruz? Almalıyız, çok geç kaldık.”

Evet işte tam burada “Niçin o pastadan pay alamadık?” sorusuna cevap aradım. Benim bulduğum cevabı tahmin etmiş olmalısınız. Sizler de benzer cevaplar hatırlayabilirsiniz. Zaman o kadar hızlı akıyor ki; neler olup bittiğini anlayamıyorsunuz bile. Ve çok çabuk unutuluyor geçip gidenler, ibret alınmıyor.
Evet Türk Milleti 2 bin yıllık bir yoldan geliyor. Yollarda yeni kültürlerle, dinlerle tanışmış, medeniyetler kurmuş, imparatorluklar kurmuş, oldukça geniş bir kültür mirasına sahip. Kendi kültürünü hep sahiplenmiş, onunla övünmüş ve o kültür zenginliğinin verdiği özgüvenle alnı açık olarak yaşamış. Kültürüyle müziğiyle, folkloruyla ulaştığı ilmi seviyeyle hep zirvede kalmış, hep alkışlanmış, zaman gelmiş üç kıtada birden alkışlanmış, zaman gelmiş dünyaya adalet dağıtmış, zaman gelmiş Kardinal külahına, Osmanlı sarığı tercih edilmiş…

1928 yılına kadar böyle gelinmiş. 1 Kasım 1928 tarihinden itibaren Türk Milleti kendi değerlerine yabancılaştırılmaya başlanmış, yer yüzünde kendi kültürüne düşman başka bir zihniyet var mıdır onu bilemiyorum: Önce alfabe kaldırılmış, böylece; geçmişiyle, diniyle, diliyle, kültürüyle bağı koparılmış Türk Milleti’nin. Arap alfabesi İslam kültürünün ayrılmaz bir parçası sayıldığı için böyle yapılmış. “İmkân oldu olanak/ Mesele oldu sorun/Anlaşamaz oldu dede ile torun” sözü durumumuzun vahametini anlatmaya yetiyor.

1928’den sonra pastadan pay almak düşüncesi yerine, biz kültürümüzden nasıl kurtuluruz diye çalışılmış. Devlet bütün kurum ve kurullarıyla seferber olmuş 2 bin yıllık tarihin izlerini silmeye. Böylece muasır medeniyet seviyesine yükselecektik. Sahip olduğumuz değerlerimizle muasır medeniyet seviyesine ulaşmamız mümkün olamayacaktı. O günkü “Akil” insanlarımız böyle düşündüler.
Dilden sonra sıra musıkimize geldi ve 1926’da okullarda Türk musıkisi öğretimi yasaklandı. 1934’te de Radyoda çalınması yasaklandı. Kendi müziğimizden uzaklaşmak için yaptığımız bu akıl almaz çalışmaları Ali Ulvi Kurucu şöyle anlatıyor:
“Cumhuriyetten sonra Batılılaşmak sevdasıyla, Türk müziği önce okullardan kaldırılmış ve müzik derslerinde Türk müziğinin öğretilmesi yasaklanmış, daha sonra “İstanbul Belediye Konservatuvarı” adını alan “Dar’ül-elhan’ın Türk Müziği Bölümü 1926’da kapatılmıştır. Böylece Türk müziği gençlere öğretilmediği gibi, öğretecek olan öğretmenlerin veya icra edecek olan sanatkârların yetişmesinin de önü kesilmiştir.
Buna karşılık, Batı müziğini öğretecek öğretmenler yetiştirmek üzere, 1924 yılı sonunda “Musıki Muallim Mektebi” açılmış: 1925’te Avrupa’ya bu iş için on genç gönderilmiş; 1927’den sonra Anadolu’da şehir bandoları teşkil edilmiş; 1932’den sonra ise bütün Halkevleri’nde Batı çalgıları öğretilmiş, orkestralar, korolar kurulmuştur. Bir taraftan, bütün okullarda da mandolin, mızıka, keman gibi batılı aletlerin öğrenilmesi mecbur kılınmıştır.
Daha da vahimi? 1934 te, Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanlığı’nın emriyle, o sırada sadece iki merkezden yayın yapan Türkiye Cumhuriyeti Ankara ve İstanbul radyolarında Türk müziğinin çalınması yasak edilmiştir.”

2009 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti devleti 1926’daki düşüncenin peşinde koşmuş durmuş. Her on senede bir yaptığı ihtilallerle de kültüründen tamamen uzaklaşmış. Muasır medeniyet dediği o ne olduğu bile belli olmayan hayali medeniyetin peşinde olmuş hep. Oysa o medeniyet onun “ceketinin astarının içinde” imiş. Unutmuş onu orada. Avrupalı da aslında onun arayışı içindeymiş. 2009 yılında aklına gelmiş ve çıkarmış ceketinin cebinden onu ve kurmuş Yunus Emre Vakfı’nı…

Kurmuş kurmasına da, aradan geçen 87 senede ne alfabe kalmış, ne dil. Ne din kalmış ne müzik. Ne kılık kıyafet ne de eğitim. Muasır medeniyet sevdasına peşkeş çekilmiş 2 bin yıllık tarihi birikim. Bu arada pastadan pay almak şöyle dursun, elindeki pastayı da kaptırmış…

Almanya’nın 1925 yılında kurduğu enstitüyü (Goethe Enstitüsü/ Deutsche Akademie) biz 2009 yılında ancak kurabilmişiz. O da topal ördek misali yürüyor… Berlin’de hâlâ bir binası yok, tek personelle çalışıyor, Almanya’da tam olarak nasıl bir çalışma yapacak ona bile tam olarak karar verebilmiş değil.

Yunus Emre Vakfı Berlinlilere hayırlı olsun. Hani Yunus demiş ya “gönüller yapmaya geldim” inşallah Yunus Emre Vakfı da Yunus gibi gönüller yapmaya gelmiştir. Gönülleri yıkmaya değil. Son sözü Yunus’umuz söylesin:

“Benim bunda kararım yok
Ben bunda gitmeye geldim.
Bezirgânım, metaım çok,
Alana satmaya geldim.

***
Ben gelmedim dâvî(kavga) için
Benim işim sevi için
Dost evi gönüllerdir,
Gönüller yapmaya geldim.”

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.