YİTİK CENNET / ENDÜLÜS (I)

ABONE OL
18:52 - 01/10/2020 18:52
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Lâ gâlibe illallah=”Galip olan Allah’tır”

”Erkekler gibi savaşamadın, şimdi kadınlar gibi ağla!” sözünü okuyunca kalbimiz cız ediyor. Gırnata’dayız. Santa Fe tepesinde. Son halifenin, son bakışını anlamaya çalışıyoruz Gırnata’ya bakarak bu tepeden. Sanki sözün muhatabı bizmişiz gibi bakıyoruz. Sultan Abdullah’ın Gırnata’nın teslim edilen anahtarlarının şıkırtılarına karışan seslerini duyar gibiyiz. Geride kalan müslüman halkın, Yahudi halkının imdat çığlıklarını duyuyor gibiyiz.

Sultan Abdullah aslında çaresizlik içinde oturur masaya ve anlaşmaya taraf olur. Şehir talan edilmesin, müslüman halka işkence edilmesin, malları elinden alınmasın, canlarına halel gelmesin diye 47 maddelik bu anlaşmanın altına karşılıklı atılır imzalar. Katolik krallar, 47 maddelik bu antlaşma metninde Sultan Abdullah’a, İslam inancını, cami, medrese ve kadılık gibi kurumları korumayı vaadederler. İslâm hukukunun uygulanması konusunda teminat verirler. Bunların yanında, inanç özgürlüğünü ve ana dilde/Arap dilinde eğitim hakkını garanti ederler. Endülüs’ten göç eden müslümanlar gittikleri yerlerde tutunamazlarsa geriye dönmelerinin garantisini verirler.

Böylece O muzaffer bir komutan edasıyla ayrılır Gırnata’dan bu antlaşmadan sonra, 1492 de. Ancak İsabel bu antlaşmaya üç yıl tahammül edebilir ve sonunda tek taraflı olarak bu antlaşmayı bozarak katliama başlar ve 800 yıllık müslüman varlığına son verir vahşice.

Aslında Musa bin Nusayr, 711 yılında İspanya’daki Vizigot Krallığı’nın son kalıntılarının arasındaki karışıklık ve çekişme ortamında, ispanyol yahudileri ve bazı vizigot yöneticilerinin daveti üzerine gider Endülüse. Musa bin Nusayr, Tarık bin Ziyat’ı 8.000 kişilik bir kuvvetle görevlendirmişti Endülüs halkına yardım için.
Endülüs’e ayak basan Tarık Bin Ziyad halka gerekli olan yardımı yaptı. Kurtardı halkı zorbaların elinden. O, Kuzey Afrika’da yaşayan bir berberi ailesinin çocuğudur ve cesur bir komutandır.

Tarık Bin Ziyad’ın başarılarını yakından takip eden Musa Bin Nusayr’da geçer sonradan Endülüse. Birlikte, Endülüs halkını arzuladıkları huzura kavuştururlar. Musa Bin Nusayr, görevini tamamladıktan sonra, burada bazı komutanlarını ve askeri birliklerini bırakarak, Halife’nin emri üzerine Şam’a döner. Yanında götürdüğü Tarık Bin Ziyad’ı Halife Hişam’a şikayet eder. Kıskançlıktan yapar bu şikayeti. Ancak Halife meseleye hakimdir. Buna rağmen, araştırma yaptırır. Endülüs’ün gerçek fatihi Musa bin Nusayr değil, Tarık bin Ziyad’tır. Halife Tarık’ı cezalandırmaz, ama Endülüs’e geri de göndermez. Tarık Bin Ziyad ölümüne kadar Suriye’de kalır.

Müslümanların Avrupalılarla, Avrupalıların da Müslümanlarla tarihte ilk karşılaşmaları Endülüs’te gerçekleşmiş. Farklı din, dil, kültür ve farklı medeniyet mensuplarının bir arada asırlarca ve barış içinde yaşadığı ülke yine Endülüs olmuş. Dünyanın ilk üniversitelerini bu topraklarda onlar kurmuşlar. İlk keşifler bu topraklarda yapılmış…

Endülüs’e hangi açıdan bakmak gerekir bilmiyorum. Endülüs denilince aklımıza ilim, kültür, sanat, tefekkür geliyor. Gurur duyacağımız bu yüksek medeniyete bakıp da sevinmeli miyiz, yoksa bu güzelim medeniyetin, sık sık yapılan saray darbeleleri ve iç çekişmeler yüzünden kaybedildiğini bilerek üzülmeli miyiz? bilemiyorum. Neyse biz fazla gecikmeden çıkalım Endülüs yolculuğuna.

Berlin-Malaga

Hedef Endülüs idi: Kitaplarda okuduğumuz ve keşke oralara gidebilsek dediğimiz İslâm Medeniyeti’nin beşiği olan ülkedir Endülüs. Ortaçağ’da Avrupa’nın aydınlık yüzünü oluşturan Müslüman ilim adamlarının ülkesi. İbn Rüşd, Muhyiddin Arabî, İbn Firnas, İbn Hazm, İbn Tufeyl…Bizler onları tanımıyoruz. Anlatmadılar onları bize. Oysa onlar Ortaçağın karanlığında dünyaya ışık tutan müstesna insanlardı.
Uzaklardaki yitik cennet bizleri bekliyordu. Dar’ul -İslam olan Kurtuba’yı ziyaret, bizler için sıla-i rahimdi. Gırnata Müslüman Mezarlığı’nda, Sierra Nevadalar üzerindeki Gözyaşı Tepeleri’ni seyreden âlim Muhammed Esed bizlerden dualar bekliyordu.

Karar verdik Türk Eğitim Derneği olarak. Ziyaret etmeliydik dünyaya ışık tutan o ilim adamlarını. Çıktık yola 8 Nisan 2012 sabahı. 14 hayırlı evlat. Hareket ettik Berlin hava alanından saat altıda Endülüs’e doğru. Heyacanlıydık. Nasıl bir ülke ile karşılaşacaktık. Caddeleri, sokakları evleri, Ortaçağ’dan kalma eserler ne kadardı, nasıldı, nasıl korunmuşlardı. Burası nasıl bir ülke ki, o güzide insanları çıkardı kara bağrından. O insanlardan geriye ne kalmıştı? Mezarlarını ziyaret edebilecek miydik onların? Sorular, sorular ve sorular…

Malaga’ya indiğimizde beklentirimizin boşuna çıktığını gördük. Tipik bir Akdeniz şehri. Araçlarımızı kısa sürede aldık havaalanından ve başladık Endülüs topraklarında yol almaya. Rehberimiz ”Burası Marbella’dır” dedi. ”Suudi Arabistan Kralı’nın malikanesi buradadır ve başka zenginler de buralarda mülk edinmişler. Anlayacağınız burası kodamanların yaşadığı şehirdir” dedi. Zaten şehrin silüetinden anlıyorsunuz zengin insanların burada yaşadığını.

Ronda

Ronda’da Ortaçağ’dan kalma bir cami ve bir de köprü var, körü Avrupa’nın en eski taş köprüsü imiş. Derinliği 165 m. Romalılardan kalma bir köprü imiş. Ostersonntag (Paskalya) günü Ronda da çoşkuyla kutlanıyor. Caddeler tıklım tıklım. Meryem Ana özel aracından selamlıy0r ilahiler eşliğinde insanları. Biraz seyrettik. Bugün Hz. İsa dirilmiş Hristiyan inancına göre. Katı bir katolik inancı var anlaşılan Ronda da.
Ronda stratejik öneme sahip bir şehir. İsabella ilk olarak burasını almış müslümanların elinden. Camiyi kiliseye çevirmişler. Caminin içine girmemize müsade etmediler. Dışarda müslüman geleneğinin bir eseri olarak sadece bir çeşme kalmış. Minare çan kulesi olarak kullanılıyor. Caminin ziyarete kapalı olmasını protesto etmek için caddede öğle ve ikindi namazımızı cem ederek kıldık.
Ronda aynı zamanda ilk boğa güreşnin yapıldığı şehirmiş. İlk arena da burada yapılmış. Öğle yemeğini bir İspanyol restoranında yedik ve yola koyulduk. Garsonlar inatla İspanyolca konuşuyorlardı. O kadar uğraştık İngilizce konuşturamadık onları.

Estapano

Geceyi Estapano’da geçirdik. Manzarası güzel, dört yıldızlı bir otel. Arkadaşlar otelin havuzunda yüzdüler. O soğuk havuzda mertlik gösterisi yaptılar.
Sabah kalhvaltıdan sonra Tarifa’ya doğru yola çıktık. Cebel-i Tarık boğazına paralel olarak yürüyerek Tarifa’ya ulaştık. Tarifa kalesi 10. YY da Abdurrahman III tarafından yapılmış. Zamanla tahrip olan kale 13. yyılda, Alonso Peres de Guzman tarafından yeniden inşa edilmiş.

Tarifa, Tarık bin Ziyad’dan önce keşif yapmak amacıyla 300 kişilik bir öncü kuvvetin Endülüs’e ayak bastığı yerdir. İsmini de o öncü kuvvetin komutanının isminden almış. Tarık bin Ziyad da daha sonra 8.000 kişilik orduyla Endülüs topraklarına aynı yerden çıkartma yapmış. Zülküf Ayık iki rekat namaz kıldı burada. Denizde ayaklarımızı suya batırdık. Burası Fas’a 14 km. uzaklıkta, boğazın en dar olduğu yermiş. Akdeniz’le Atlas Okyanusu’nun kavuştuğu yer. Denize karşı durduğunuzda sağınız Atlas Okyanus’u, solunuz Akdeniz. Rivayete göre Tarık bin Ziyad gemileri burada yaktırmış. O aslında burada askerlerine şu tarihi sözleri söylemiş:

”Arkanızda düşman gibi deniz, önünüzde deniz gibi düşman var. Nereye kaçacaksınız? Vallahi sizin için ancak sadakat ve sabır kalmıştır. Düşmanın silahı, teçhizatı ve erzakı boldur. Sizin silah olarak ancak kılıçlarınız, erzak olarak da düşmanın elinden alarak sahip olabileceğiniz erzak vardır.”

Çıkartmadan sonra Tarık b. Ziyad Cadis’e kadar ilerliyor. Ancak herhangi bir dirençle karşılaşmıyor. Rehberimiz Ayhan Bey çıkartmanın zorluğunu ve Tarık b. Ziyad ve askerlerinin kararlılığını anlattıkça arkadaşlarımız zaman zaman duygulu anlar yaşadılar.

Hatta Yılmaz Gün ikinci çıkartmayı yapıyor gibi o anı yaşıyorum diye heyacanını dile getiriyordu. Burada Zülküf Ayık’ın kıldığı iki rekat namaz da aynı hayacanla kılınmış namazdır.

Vejer de la Frontera

Burada bir cami varmış, şimdi kilise olarak kullanılıyor. Kilisenin gövdesinde davut Yıldızı, Cami, Havra ve Kilise’nin zaman zaman yer değiştirdiğinin bir işareti olsa gerek diye düşündük. Cami 1552 de Kilise’ye çevrilmiş.
Boğa güreşlerinin başlama mevsiminin stardı da burada veriliyormuş. Boğalar sokağa salınıyor ve insanlar önlerinden koşuşuyorlar, bu koşuşturma adrenali oldukça yukarıya çıkarıyor. Bildik görüntülerin sahnelendiği yer. Buraya beyaz şehir de deniliyor, bütün binalar bembeyaz.

Cadis

Tarık b. Ziyad’ın ordusu hiçbir mukavemetle karşılaşmadan Cadis önlerine gelir ve Cadis açıklarında 90.000 Vizigot ordusuyla çarpışma başlar. 8.000 müslüman ordusu karşısında 90.000 Vizigot ordusu perişan olur ve Endülüs üç sene gibi kısa bir sürede baştan başa zorbaların elinden kurtarılır.
Bu hezimetin sebebi taht kavgasıdır. Kral, 710 yılında ölünce taht kavgası başlamış. Bu kavgadan Tarık b. Ziyad fazlasıyla istifade etmiş. Aslında Tarık b.Ziyad Endülüs’e bazı Yahudi tüccarların ve Vizigot yöneticilerinin daveti üzerine gönderilmiş bir komutan. İktidarda halkın sevmediği, hoşlanmadığı Alman asıllı Hersog Roderich varmış. Yardım aslında Hersog Roderich’ten kurtulmak için istenmiş. Ancak evdeki hesap çarşıya uymamış. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuşlar.

Cadis Katedral’i binaların arasında kaybolmuş. Düzensiz bir yapılaşma var. Ortaçağ’da liman kenti olan şehir bu özelliğini kaybetmiş. ”Endülüs’ün en uç köşesi ve en kirli şehri” diyor burası için rehberimiz. Ama gerçekten görkemli bir Katedrali var. Yapımına 1722 de başlanmış ve parasal sıkıntıdan dolayı 1853 te ancak tamamlanabilmiş. Mimarı Vicente Acero. Şehir Avrupa’nın ilk yerleşim yerlerindenmiş. Şehir konumunu saklayan en eski şehirlerden biriymiş. Yolları daracık daracık ama çok şık. Etrafı surlarla çevrili, surlar yıkılmamış. Korsanlar tarafından sürekli yağmalanan bir şehirmiş o zamanlar burası. 711 yılında müslümanların eline geçen şehir 1261 de 10’cu Alfonson tarafından geriye alınmış. 1587 den sonra da Kraliyat limanı olarak hizmete açılmış ve böylece oldukça zengin bir duruma gelmiş. Daha sonra bu özelliğini kaybederek bugünkü hale gelmiş.

Sevilla (İşbiliye)
Alkazar

Oldukça güzel bir şehir. Ortasından nehir geçiyor. Ana caddenin iki tarafı Fas mimarisinin oldukça büyüleyici eserleriyle size gülümsüyor. Endülüz Emevi Devleti’nin ilk başkenti. Amerika’nın keşfinden sonra İnkaların altınları bu şehre getirilmiş. Cristof Kolomp İtalyan olmasına rağmen bu kilisenin içine defnedilmiş. Dört bölge kıralının omuzunda bir anıtı var içerde, mesaj, bu anıt mezarla nesillere aktarılıyor.
Görmeye değer bir şehir Sevilla. Şehrin büyümesi dışarıya doğru gerçekleştirilmiş. Dolayısıyla yapı bozulmamış, olduğu gibi muhafaza edilmiş. Alkazar’a (Saray) üç bölümden oluşuyor. Birinci bölüm en dikkat çekici bölüm. Fas’tan özel olarak getirtilen ustaların yaptığı bölüm burası. Kral, İslâm sanatına duyduğu hayranlıktan dolayı Faslı ustaları getirterek inşa ettirir bu bölümü. İslâm Mimarisi’nin bütün özellikleri göz önünde bulundurularak yapılmış burası. Oldukça gösterişli.
İkinci katta Avrupa mimarisinin özellikleri göze çarpıyor. Birinci bölümden sonra bu bölüm zevk vermiyor. Oldukça soğuk. Üçüncü bölüm bahçe kısmı. Olağan üstü güzel. Portakal çiçeklerinin ve zambakların konusu oldukça etkileyici, ayrılmak istemiyorsunuz. Nice aşklar yaşandı buralarda diye düşünmeden edemiyorsunuz. İki bölümden oluşuyor bahçe. Bir bölümü halka açık, diğer bölümü ise saraylıların gezebildiği bölüm. First Lady’lerin.

Sevilla (İşbiliyye)’de Alkazar sarayı. Müslümanlardan alındıktan sonra, müslüman ustalara yaptırılmış bir sanat abidesi. Konuya, bir Hristiyan kralın İslâm mimarisine olan hayranlığı açısından mı bakmalı, yoksa müslüman ustaların kendi marifetleriyle yerleştirdiği İslâmî semboller açısından mı bakmalı varın siz karar verin. Karar vermesine verin de, ne tarafından bakarsanız bakın sadece üzüntü veriyor insana bu fiili durum. Öyle bir medeniyetin gerçekleşmiş olmasına elbette sevinebiliriz, ancak bu semboller dışında hiç bir şeyin geriye bırakılmamış olması gerçeği acı veriyor ve sevincimizi mağlup ediyor. Arzu edip de gidemeyen gidemediği için üzülüyor belki ama, giden de gördükleri ve özellikle göremedikleri ile daha çok üzülüyor…

Katedral

Emeviler döneminde büyükçe bir cami yapılmış bu katedralin yerine. Ancak şu anda o camiden geriye sadece minare ve iki duvar kalmış. Caminin bahçesine dikilen hurmalar bile sökülerek yerine portakal ağaçları dikilmiş ve cami duvarları sıvanmış. Duvarın bir özelliği kalmamış. Katedral oldukça görkemli. Adeta büyüleniyorsunuz. Minaresi/ Çan kulesi/Rasat Kulesi 35 rampadan oluşuyor. Caminin minaresini çan kulesine çevirmişler ve 24 tane çan asmışlar. Emeviler bu minareyi aynı zamanında rasat kulesi olarak kullanılıyormuş.

Kilisenin bahçesine çıkınca nefes alıyorsunuz. Bu bahçe, eskiden Ulu Cami olarak bilinen sanat harikası caminin bahçesiymiş. Hayal gücünüzle eski güzelliği canlandıarabiliyorsunuz. Şadırvanın bir bölümü halen duruyor. Bu şadırvan tek başına meydan okuyor modern çağın çarpık yapılaşmasına ve tarih düşmanlarına. ”Ben orta çağda yaşayan müslümanların yaptığı bir eserim.”
Gırnata ve Kurtuba’da rastlanan, çiçeklerle ve fıskiyeli bir havuzla süslü iç avlulara Sevilla’da da sıkça rastlanıyor. Bu avlularda oturarak günün yorgunluğunu atma alışkanlığı, Endülüs Emevileri döneminden kalan ve halk arasında halen devam ettirilen önemli bir gelenekmiş. Ancak Gırnata ve Kurtuba dikkate alındığında Sevilla, Emevi döneminde inşa olunan mimari eserleri en çok tahrip edilen, en az korunan ve günümüze en az ulaştırılan kentmiş. Alkazar da dahil olmak üzere bugün ziyaretçiye Emevi eseri diye sunulan pek çok yapı aslında Katolik yönetimi sırasında Müdeccen (Hıristiyan yönetiminde yaşayan Müslüman) ustalara Endülüs stili uygulatılarak yaptırılan eserlermiş.

Ancak bir hakkı teslim edelim. Günde binlerce insanın ziyaret akınına uğrayan tuvaletler tertemiz. Tuvalet kağıtları, el silme kağıtları sanki hiç eksilmiyor.
Biraz alışveriş için dükkanlara girdik. Zülküf bir kovboy şapkası aldı. Hanımlar da birer yelpaze. Alışverişi Kordobo’ya/Kurtuba’ya bıraktık. Rehberimiz seçeneğin oralarda daha fazla olduğunu söyledi. Keşke bırakmasaymışız. Hediyelik eşyaların en güzelleri ve kalitelisi Sevilla’da bulunuyormuş meğersem.

Arenadayız

Boğa güreşi İspanya’nın önemli bir kültürel geleneği. Arena rehberinin anlattığına göre, 17 yy da krallığa bağlı olarak askerleri eğitmek amacıyla kullanılıyormuş boğalar. Sonradan şova dönüşmüş. Arenanın müzesinde vahşatin resimlerini gördük. Soğuk bir havası var müzenin. Ne de olsa sonuçta alınan bir can. Seyirciler tatmin olsun diye öldürülüyor o boğalar. Arenada asılı insan kafaları da var. Bazı kafalar bıyıklı olduğu için herhalde müslüman kafalarıdır diye düşündük. Arena 13.000 kişilik. Boğayı yenen matadora boğanın kulağı kesilerek hediye ediliyormuş. O yüzden bazı boğaların kulaklarından biri yok.

Flemenco

İspanya’ya özgü olduğu bilinmesine rağmen, aslında Endülüs bölgesi kültürünün eseriymiş flamenko. İçinde acı olan, hüzün olan, isyan olan bir dans. Halk dansı. Müthiş bir sanat. Dansçıların o kıvrak hareketleri karşısında, adete büyüleniyorsunuz. İki saatinizin nasıl geçtiğini bile farketmiyorsunuz.
Flamenko, 14.yy sonrasında dışlanan Çingenelerin, Arapların, Yahudilerin ve toplumdışı bırakılmış Hristiyanların kaynaşması sonucu meydana gelmiş. Halklarının problemlerini flamenkoyla bir şekilde ifade etmek isterlermişler. Bunu da müzik ve dans yoluyla yapmışlar. Yıllarca zulüm gören, yoksulluk çeken, ezilen, toplumsal sorun ve güvenilmez olarak nitelendirilen, bütün tarihleri boyunca mal mülk edinemeyen, adi işlerde, tarım yada maden ocaklarında çalıştırılan bu insanlar hırs, şefkat, özgürlük ruhu, isyan, sosyal kalıplaşmanın olmaması gibi etkenlerle flamenko’yu oluşturmuşlar. Acılarını, mutsuzluklarını flamenko ile ifade etmişler. Flamenko’daki sert duruşlar, hüzünlü ifadeler, şarkılar bu acıları anlatıyormuş.

Kurtuba
Medinet’üz Zehra

Muhteşem bir şehir yapılmış dağın eteğine. İçinde bir de ihtişamlı bir saray varmış bu şehrin. Şehir 102 hektarlık bir arazi üzerine inşa edilmiş. Medinet’üz Zehra. Şimdi o saraydan geriye kalanlar arkeolojik kazılarla gün yüzüne çıkarılmaya çalışılıyor. Cami şehrin dışında inşa edilmiş, amaç halkla kucaklaşmak. Sarayın yeri özenle seçilmiş.
Endülüs Emevi Devleti sultanları ve askeri erkânı burada oturmuşlar, esnaf ve sanatkarlar da buranın çevresine yerleşmişler. 936’da III. Abdurrahman tarafından başlatılmış saray yapılmaya, sonra cami, medrese ve çarşı yapılmış. 40 yılda tamamlanmış. Adını III. Abdurrahman’ın “Zehra” isimli eşinden aldığı söyleniyor. Saray kompleksinde günlük 37 ton et tüketecek kadar kalaballık bir nüfus yaşamakta imiş. Restorasyon çalışmaları devam ediyor.
Ancak, zamanla depdebe ve zevkü sefaya düşkünlük hem Kurtuba’yı hem de bu güzelim şehri yerle bir etmiş.
-Burada Cemalnur Sargut’la karşılaştık, selamlaştık kucaklaştık, dertleştik.Türklerin Avrupa’da kültür merkezlerini gezmeleri oldukça etkiledi bizleri-
Müslümanlardan Kurtuba geri alınınca saray yağmalanmış. Taşları ve sütunları diğer şehirlerdeki yapılarda kullanılımış. İşte tam buradan gerçekleştirmiş İbn. Fırnas uçuşunu Kurtuba ovalarına. Dünyada ilk olarak uçan insan. Kendi yaptığı bir cihazla, kuş kanatlarını bez üzerine monte ederek gerçekleştirmiş bu uçuşu. Sadece adını biliyoruz, anlatmıyorlar ki bilelim. Tarihine düşman olarak yetiştirilen bir millet daha var mıdır dünyada acaba bizim gibi?

Devam edecek.

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.