YENİDZE’DEN BUGÜNE TÜRK ALMAN İLİŞKİLERİ

ABONE OL
18:49 - 01/10/2020 18:49
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Osmanlı Alman ilişkisi 1830´da başlar. Prusya 1879´da tarihinin en büyük silah siparişini Osmanlı Devleti’nden almıştır. İlişkiler sadece askeri alanla sınırlı kalmadı, siyasi, gümrük, kadastro, liman, ulaştırma ve diğer alanlarda da devam etti.

Kayzer ile Sultan arasında gelişen samimiyet iki ülkenin toplumlarını da etkiledi. Gerçek bir dostluk rüzgârı hem Berlin hem de Boğaziçi´nde mevcut idi.

İki ülke arasında gelişen ilişkiler turizm sahasında bile kendini gösterdi. Din adamlarından oluşan ilk Alman kafilesi Anadolu´da Efes, Milet ve Tarsus´u ziyaret ettikten sonra Kudüs´e geldi. Burada kutsal yerleri gezdikten sonra Beyrut´tan deniz yolu ile ayrılıp ülkelerine döndüler.

İlk Türk işçisi Dresden Yenidze* sigara fabrikasına, İlk Türk öğrencisi ise Stuttgart Mercedes´e geldi…

Bu yüzyılın başında Mercedes ve AEG´de binlerce Osmanlı gencinin meslek eğitimi almak için Stuttgart, Münih, Köln ve Berlin´e geldiğini biliyoruz. Ayrıca Birinci Dünya Savaşı’ndaki silah arkadaşlığımız var. Günümüz Almanya’sındaki Türk varlığını 1961’le başlatmak doğru değildir. Almanya´daki Türk geçmişini son 40-50 yıl ile sınırlamak iki milletin ve kültürün geçmişindeki son derece ilginç ve önemli dostluğu yok saymak demektir.

1899 yılında Alman imparatorunun Osmanlı ülkesinden resmen sigara uzmanları istemesi ile İstanbul hükümeti, tütün idaresinden 7 uzmanını Almanya´ya gönderdi. Dresden´e gelen bu 7 kişi devlet tarafından Prusyalıları eğitmek için gönderilen ilk uzmanlardı. Tütün Osmanlı´da yetişiyor ama sigarayı Almanya yapacaktı. Yenidze (Yenice) fabrikasında başlayan ilk Türk işçi göçü giderek artmaya başladı.

1900 yılında İstanbul´a bir takım görüşmeler için gelen Almanya`daki Osmanlı silah kabul komisyonu heyetinden Erzurumlu Ziya Paşa, Alman otomobil sanayinin gelişmişliğini bizzat ilk ağızdan saraya anlattı. Yeniliğe açık ve batı tekniğini mutlaka elde etmek isteyen Sultan ll. Abdulhamid İstanbul’daki Alman teknik heyetini 5 Nisan 1903´de Yıldız Sarayı’na davet etti. Osmanlı ordusunda görev yapan Alman uzmanlar Osmanlı´nın teklifini ilginç karşıladılar. İstanbul´da görev yapan Alman sefiri Wangenheim Osmanlıların eğitim için Almanya´ya öğrenci göndermek istediklerini Berlin´e iletti.

İlk Türk-Alman öğrenci anlaşması 15 Mayıs 1903´de imzalandı. İki müttefik arasında başlayan askeri münasebetlerin eğitim alanına kayması Türk tarafı için hayati önem taşıyordu. 24 Temmuz´da ilk öğrenci kafilesi yola çıktı. Balkanlardaki Sırp ve Bulgar komitacıların saldırıları ile evlerini terk eden ya da öksüz kalan Filibe, Kızanlık ve Şumnu’lu 125 çocuk iki hafta sonra tren ile Münih´e getirildi.

1907 yılına gelindiğinde Almanya`daki Türk işçi ve öğrenci sayısı 12 binden fazla idi. Daha sonra mühendislik, gümrük, yol yapımcılığı, inşaat, ormancılık ve demiryolu alanlarında öğrenci gönderilmeye başlandı.

Günümüzde Türklerin çok sevdiği Mercedes marka otomobillerde, tam bir asır önce Osmanlı öğrencilerinin de Untertürkheim`daki atölyelerde ter dökerek eğitim aldığını bilmek ne güzel. Türklerin Mercedes sevgisi nerden geliyor demeyin. Çünkü bizim insanımızın ilk tanıştığı silah mavzer, ilk tanıştığı otomobil ise Mercedes’tir. Türk insanı vefalıdır, biz ilkleri unutmayız…

Osmanlı Padişahı ll. Abdulhamit ve Alman İmparatoru Kayzer ll. Wilhelm arasında çok yakın arkadaşlık bağları ve samimiyet vardı. Sanayi devrimini kaçıran ve önemini yeni anlayan Türklere Almanya´nın mesleki eğitim alanında vereceği çok şey vardı. Sultan Abdulhamit´in özel ricası üzerine Mehmet Akif Ersoy´da yine bu yıllarda Berlin´e gelerek veterinerlik eğitimi almıştı.

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na girmedi. Uzun süren savaşlarla yıpranmış olmasına rağmen istenilseydi Türkiye’nin sanayileşmesi mümkün olabilirdi. 1879’dan 1961 yılına kadar aradan geçen 82 yıl var. 1923 yılından sonrasını esas alsak bile aradan geçen 38 yıl var. İkinci Dünya Savaşı’nda yerle bir olan Almanya 1961 yılında bizleri işçi olarak davet edebiliyorsa, Türkiye kendi ülkesinin kalkınması için bu adımı haydi haydi atabilirdi. Neden atamadı diye soracak olursak bazı adımların yanlış atıldığını görmek mümkün.

Türkiye bu 38 yılda ülkenin kalkınmasından ziyade, ülke insanını geçmişinden koparmak için çalıştı. Harf devrimi yaparak ülke insanını 1000 yıllık tarihinden, kültüründen koparmak için çalıştı, uğraştı, ülke insanını dininden uzaklaştırmakla uğraştı, bunun için ezanı Türkçe okuttu, Kur’an öğrenimini ve eğitimini yasakladı, enerjisini bu yasağa muhalefet edenler için harcadı, ülke insanının kılık kıyafetiyle uğraştı, insanlara zorla şapka giydirmeye çalıştı. Eğitim birliği diyerek okullardan din eğitimini kaldırdı, yanlış tarih kitapları yazdırarak yeni nesli tarihinden kopardı, bugün bunu kendi kurumları açıklıyor. Halifelik makamının kalkması akıl almaz bir aymazlık gibi duruyor bugün önümüzde. Sembolik de olsa o makam dursaydı, bugün dinin temsilcileri değişik adlarla kendini ifade eden ve halkın sırtından geçinen cemaatler olmayacaktı.

Sonuçta kendi insanını Almanya’ya işçi olarak göndermeyi övünülecek bir matahmış gibi Türkiye’nin gündemine taşıdı. Kara Tren düdüğünü acı acı çalarken, ayrılık ateşiyle yanan ciğerleri, akan gözyaşları bile söndüremedi.

Ülke insanının üzerinde kendisinin yapamadığı tahribatı belki Avrupa yapabilirdi. O kadar insanın dini ihtiyaçlarını karşılayacak bir imam bile gönderilmemişti peşlerinden. Dini ihtiyaçlarının karşılanması için antlaşmalara bir tek madde bile konulmamıştı. Hristiyan olmasına rağmen Ortodoks Yunanistan ve Yugoslavya bile bu şartı koymuştu antlaşma metnine.

Türk işçi göçününün 50 yıllık Almanya serüvenine bir bakarsak Almanya’ya gelenlerin sayısı, geri dönmüş olanlarla birlikte 6 milyonu geçmiş. Almanya sevdası yüzünden nice aileler parçalanmış, nice çocuklar yetim ve öksüz kalmış. “Almanya acı vatan” diye türküler bile yakılmış.

İster acı, ister tatlı vatan olsun, Almanya milyonlarca Türk’e yeni bir vatan olmuş. Bazen sevinerek, bazen üzülerek, bazen de savrularak; düşe kalka gelmişiz bugünlere.

50 yıl sonra bile, Türkiye’deki Türklere göre adımız hâlâ gurbetçi. Alman tarafına göre ise hâlâ, “yabancıyız”. Bugüne kadar Almanya’daki Türklere gerçek anlamda ne Almanya, ne de Türkiye sahip çıktı. Para makinası olarak gördü Türkiye hep bizleri. Seçme ve seçilme hakkı bile vermedi bizlere yıllardan beri. Çocuklarımızın eğitimiyle ilgilenmedi Türkiye bizim. Onları yok saydı.

Mavi kart bilmecesini bile çözemedi Türkiye. Mavi ve Pembe Kart’ı Türkiye’deki birçok kurum hâlâ tanımıyor. Bu kartı taşıyanlar pek çok işlemi yaptıramıyorlar.

Almanya da, yerel seçim hakkı gibi, çifte vatandaşlık hakkı gibi hakları vermedi bizlere. Akraba ziyaretleri için vize uygulamasını bile kaldırmadı. Aile birleşimini kolaylaştırmadı, zorlaştırdı.

Özetle söyleyecek olursak, 50 yıldır burada yaşayan Türk toplumu, anayasal güvence altındaki toplum haklarının çoğunu kullanamadı. Örneğin din özgürlüğü, dinini pratiğe dökme, inanç grubu-dini cemaat olarak tanınma ve okullarda çocuklarına öğretebilme hakları. Bütün bu konularda neredeyse hiç bir ilerleme sağlanamadı.

Almanya’daki Türk toplumunu sadece Almanya değil, Türkiye de 50 yıldır ihmal ediyor.

Çocuklarımızın hali içler acısı. İki kültür arasında sıkışmış kalmışlar. Üzerinden 50 yıl değil 150 yıl bile geçse temel insan hakları açısından geleceğimiz pek aydınlık değil gibi…

Çocuklarımızın geleceği için, kimliğimizi kaybetmeden dimdik ayakta durabilmemiz için, kendi göbeğimizi kendimiz kesmek zorundayız… Yarından tezi yok, herkes kolları sıvamalı, en azından bir sivil toplum örgütünün kapısını çalarak, üye olmalı. Yapılacak işlerin ucundan tutmalı. Yarın çok geç olacaktır. Önümüzdeki 50 yılın bizi zaman değirmeninin taşlarında un ufak etmemesi için çalınmalı sivil toplum örgütlerinin kapısı.

14 Aralık 2012. Türkiye Cumhuriyeti’nin Berlin Başkonsolosu Ahmet Başar Şen, Türk Evi’nde Türk sivil toplum örgütlerinin temsilcileriyle bir araya geldi. Tanıştı bizlerle, çatık kaşlı bir devlet temsilcisi yerine, sevecen, gülen, “Nasılsınız, sizi tanıyabilir miyim, neler yapıyorsunuz derneğinizde, birlikte neler yapabiliriz …?” diye bizlerle samimi bir havada sohbet eden bir başkonsolosla karşılaştık. Sevindik, mutlu olduk. Hoş geldiniz Sayın Başkonsolosum.

Kısa bir konuşma yaptı. “Birlikte neler yapılabiliriz” in altını çizdi. Bundan önceki Başkonsolosların yaptığı konuşmalardan farklı bir konuşma değildi yapılan. Ancak son cümle yüreklerimize su serpmedi değil. “Dört sene ben sizlerle beraber olacağım, şimdi yapacaklarımızı konuşuyoruz, dört ene sonra neler yaptıklarımızı konuşacağız.” İnşallah…

Başkonsolosumuzun tespitleri:

“Dernekler arasında işbirliğini artırmak gerekiyor. Bölünerek çoğalıyoruz, büyük dalgaları meydana getirmek yerine, çiseleyerek yağan yağmuru tercih ediyoruz. 300.000 civarında insanımız var Berlin’de. Bu az bir rakam değildir. Öncelikle yapmamız gereken çocuklarımıza sahip çıkmaktır. Bu konuda neler yapılmalı, oturup konuşmamız gerekiyor. Çocuklarımız Alman eğitim sistemi içinde başarılı olmalıdır, dilini unutmadan, kültürünü unutmadan dinini unutmadan başarılı olmalıdır, kendi kimliğiyle başarılı olmalıdır.

Konsolosluğumuzda hizmet veren toplam öğretmen sayımız 55′ tir. Bu sayı ile Türkçe’nin popüler olmasını sağlamamız mümkün değildir.

Berlin’de iş yapan şirketlerimizin sosyal sorumluluk sahibi olmaları gerekiyor. Onların kendi toplumlarına sahip çıkmaları gerekiyor, sıkıntılı kurumlara daha fazla sahip çıkmaları gerekiyor.

Engelliler, yaşlılar, emeklilerle ilgilenmek gerekiyor.

Türklerin töre cinayetleriyle gündeme gelmesi beni üzüyor, zorla evliliklerin olmaması için neler yapmamız gerekiyor bunu düşünmemiz lazım.

Ailelerinden zorla alınan çocuklar için bizlerin de bir şeyler yapması lazım.

Gençlerimizi spora yönlendirmemiz lazım.

Siyaset çok önemli, bizler bu ülkede kalıcıyız, bunu sağır sultan bile biliyor artık. Ekonomiyi, eğitimi, kültürü siyaset yönlendirir. Siyasetle ilgilenenler desteklenmelidir, siyaset çatı kuruluşudur.

Irkçılık ve yabancı düşmanlığında mücadelede uyanık olmamız lazım. Bu konunun hepimizi doğrudan ilgilendirmesi lazım

Devletimiz gerekeni yapıyor, büyükelçilik binamızla, konsolosluk binamızla temsil gücünü en üst seviyeye çıkarmıştır. Almanya’yı ve Almancayı çok iyi bilen bir büyükelçimiz var. Bundan sonrası ortak problemlerimize karşı projeler üretmek birlikte çalışmalar yapmak zamanıdır.

Dört sene ben sizlerle beraber olacağım, şimdi yapacaklarımızı konuşuyoruz, dört ene sonra neler yaptıklarımızı konuşacağız.”

Tespitler bunlar. Bundan sonrasını birlikte yaşayarak göreceğiz. Çalışmalarınızda başarılar diliyorum Sayın Başkonsolosum. Ben ve arkadaşlarım üzerimize düşeni yapacağız. Allah yardımcınız olsun.

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.