TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN XII. EĞİTİM KAMPI (II)

ABONE OL
11:45 - 23/10/2020 11:45
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

PROF.DR.İSRAFİL BALCI İLE TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN XII. EĞİTİM KAMPI (II)

Müslümanların kendi kaynaklarını, kendi geçmişlerini ve tarihlerini sorgulamanın zamanı çoktan geldi ve geçiyor. Deyim yerindeyse Müslümanlar kendi tarihleriyle yüzleşmelidirler. Bunun anlamı, var olanları yıkmak, yok etmek değil, anlama çabası sergilemektir. –
 
Siyerin kodlarını Kur’an verir
Peygamberimizi doğru anlamak isteyenler için Kur’an son derece önemlidir. Siyerin kodlarını Kur’an verir. Kur’an Peygamberi bize olağanüstü özellikleri olmayan bizim gibi bir insan olarak tanıtır ve Peygamberi örnek alabilmemiz için onun güzel ahlâkından bahseder. Peygamberin kulluk bilincinden bahseder. Kur’an’a göre, emanet ehline verilir, yandaş ve candaşlar korunmaz. İdarecinin herkese eşit mesafede durması gerekir. Problemler istişare ile çözülmelidir. Yönetimde şeffaf ve adalet ilkesi esas olmalıdır. Dikkat edilirse bütün bunlar Kur’an’ın benimsediği ve Resulüllah’ın hayata tatbik ettiği ilkelerdir.
Maalesef Hz. Peygamber’i vahyin tanıttığı ilkeler yerine ondan 150-200 sene sonra derlenip telif edilen eserlerden tanıyınca, deyim yerindeyse sapla saman birbirine karışmıştır. Üstelik bir iki asır sonra yazılan eserlerdeki haberler sorgulamasız şekilde doğru kabul edilmektedir. Haddizatında bu bilgiler siyer veya dinin en önemli referansı olarak sunulmaktadır. Ebetteki kaynaklardaki bilgilerin hepsi değerlidir, zayıf da olsa bir takım bilgi kırıntıları vardır, ancak bunlar dinin içine dahil edilemez ve bunlardan müteşekkil bir siyer yazımı doğru sonuçlara götürmez. Bu nedenle biz, merkeze Kur’an’ın alınması gerektiğini söylüyoruz ve onun belirlediği kriteler çerçevesinde tarihi malzemenin değerlendirilmesi gerektiğini söylüyoruz. Salt rivayetlerden müteşekkil iddiaları insanımızın önüne din diye koymayalım.
Müslümanların hatası mevcut bilgilerin bugüne kesintisiz olarak geldiğini kabul etmeleridir. Kur’an’dan sonra en önemli otoritemiz Buhari‘dir mesela. Onun ölümü tarihi 256’dır. Buhari’ye kadar olan birikim, dinin merkezine yerleştiriliyor. Dikkat edilirse Buhari sadece rivayet topladı. O ve benzerlerinin derledikleri rivayetlerden çeşitli eserler telif edilmiştir. Nasıl ki, telif edilen eserler mutlak değil ve dinin içine dahil edilemezde onların eserleri de aynı şekilde dinin içinden görülemez veya görülmemelidir. Son dönemlerde “Bize Kur’an yeter, başka bilgiye gerek yoktur.” gibi iddialar ortaya atanlar bulunmaktadır. Bu anlayışa göre Hz. Peygamber âdeta yansıtıcı gibi bir konuma indirgenmekte. Oysa rivayetler ait oldukları dönemin tarihi, kültürü, medeniyeti, siyaseti, sosyolojisi ve bilgi düzeyi gibi birçok konuda önemli referans kaynaklarıdır. Bu nedenle bütün rivayetler önemlidir. Sorun bunları dinin içine dahil edip etmeyle alakalı veya rivayete nasıl yaklaşılması gerektiğini iyi tespit etmekle alakalıdır.
Şunu da hatırlatalım ki, rivayet derleyicilerinin kahir ekseriyeti Kur’an kültürüne vâkıf değildi, zira bu gün olduğu gibi herkesin elinde başvurabileceği veya okuyabileceği bir Kur’an yoktu. Dolayısıyla vahiyden kopuk bir siyer inşasının arkasında böyle bir realitenin olduğunu unutmamak gerekir.
 
Peygamber algımızla ilgili temel problem
Peygamber algımızda ciddi problemler vardır. Zira bu algı vahyin kodlarına göre şekillenmemiştir. Aksine rivayet kültürü başat belirleyici olmuştur. Rivayetler sorgulamasız kabul edildiği için birçok marazi unsur da olduğu gibi siyerin içinde gösterilmiştir.
Şunu da hatırlatalım ki, biz Türkler dini ve peygamberi büyük oranda İranlılar üzerinden öğrenmişisizdir. Dolayısıyla bizdeki mistik mitolojik Peygamber algısı daha köklü ve derindir. Türkçedeki Peygamber, namaz, oruç, abdest, bayram gibi birçok dini kavram Farsça’dan girmiştir. İran kültürü üzerinden alınan veya öğrenilen peygamber algısında Hint mistisizmden eski İran dinlerine, ya da Şia’nın mitolojik Hz. Ali portresine kadar birçok romantik yorum veya mitolojik telakkileri görmek mümkündür. Bu nedenle Peygamber algımızda hurafe ve hikâyeler daha baskındır. Dikkat edilirse Türk-İslâm kültüründe kandil geceleri ve kutlamaları, miraç anlatıları, miraciyeler, mevlidler gibi birçok telakki çok daha baskındır. Bu geceler bir anlamda günahların resetlenme geceleridir. Tespih çekerek, mevlid okuyarak, hatim yaparak kısa yoldan Cennet’e gitmek, din diye anlatılıyor veya öğretiliyor. Bu telakkiler üzerinden dindarlık kotarılırken, farkında olmadan Kur’an’dan uzaklaştık. Daha doğrusu ona hiç gelemedik. Kur’an kültürümüz olmayınca Kur’an’ın kodlarını verdiği Peygamberi içselleştiremedik.
Peygamberin kulluk bilincini, mücadelesini, adaletini, nezaketini, zarafetini, hakkaniyetli kişiliğini öğrenemedik. Bunların yerine Resulüllah, biyolojik yönleriyle temayüz etmiş olağanüstü özellikleri olan bir mitolojik kahraman gibi sunuldu.
Batı, İslâm dünyasından çok daha önceki dönemde hem Kur’an araştırmalarına hem de klasik İslâm kaynaklarına yönelik ciddi çalışmalar başlatmıştır. İslâm dünyasındaki akademik zihin, maalesef henüz Batı standartlarındaki noktada değildir. Almanya Kur’an araştırmalarına yaklaşık 250 yıl önce başlamış. Kur’an Araştırmaları Merkezini (Corpus Coranicum) kurmuşlar. Biz ise henüz bir asır öncesine gidemiyoruz. Türkiye’de ilk ilâhiyat fakültesi 1950’lerde kurulmuş. Bu sayı 1980’lerde 8’e, 1990’larda 20’ye yükselmiş. Akademik anlamda Kur’an araştırmalarının tarihi Türkiye’de 70 yıl öncesine gidemiyor. Müslümanların kendi kaynaklarını, kendi geçmişlerini ve tarihlerini sorgulamanın zamanı çoktan geldi ve geçiyor. Deyim yerindeyse Müslümanlar kendi tarihleriyle yüzleşmelidirler. Bunun anlamı, var olanları yıkmak, yok etmek değil, anlama çabası sergilemektir. Bir anlamda binanın sağlam olup olmadığını, malzemesinden çalınıp çalınmadığını kontrol etmek durumundayız. Geleneğin bıraktığı mirası görmezden gelmek veya küçümsemek insafsızlık olur. Ancak bize intikal eden zengin mirası anlama çabası sergilemek, kültürü, geleneği veya var olan tarihi malzemeyi yok saymak anlamına gelmez.
 
Kaynaklar
Kabaca söylemek gerekirse İslâm tarihinde yazılı kültür Abbasilerle birlikte başlar. Günümüze intikal eden klasik kaynakların neredeyse tamamı bu dönemde telif edilmiştir. Elbette ki önceden var olan bazı yazılı kayıtlardan da bahsedilir, ancak o kayıtlar henüz eser düzeyinde  değildir ve bunların çoğu günümüze intikal etmemiştir.
O dönemde İslâm dünyasına komşu olan Bizans ve Sâsânî kaynaklarında da İslâm’ın erken dönemine ait kayıtlar yok denecek kadar azdır. Hatta Hz. Peygamber dönemi ile ilgili bilgiler neredeyse yok gibidir. Mesela İslam kaynakları Hz. Peygamberin Heraklius’a mektup gönderip İslâm’a davet ettiğinden bahseder, ancak Bizans kroniklerinde bu bilgiyi teyit edecek bir kayıt bulunmaz.
Sonuç itibarıyla Resulüllah dönemine kadar giden yazılı kaynaklara sahip değiliz. Aksine Resulüllah’tan sonra yaklaşık 100-150 yıllık sözlü kültür döneminde ağızdan ağza dolaşan rivayetlerin Abbâsiler’in kurulduğu dönemlerden (m.750) itibaren derlenip telif edildiğini görüyoruz. Buna Kur’an’dan sonra en önemli otorite olarak kabul edilen hadis eserleri de dahildir. Deyim yerindeyse Resulüllah ve Müslümanların tarihi yaklaşık 150-200 yıl sonra geriye dönük olarak yazılmıştır ve bu tarihten itibaren başlayan süreçte zengin bir tarihi mirasa sahibiz. Ancak unutmamak gerekir ki, 750 yılında yıkılan Emevîler döneminde birkaç istisna dışında Müslümanların yazılı eseri bulunmamaktadır.
Diğer yandan rivayetler herhangi bir tenkide tabi tutulmadan veya vahye arz edilmeden derlendiği için kaynaklarda bıktırıcı tekrarları, olabildiğince abartılı anlatıları, gerçek dışı kurguları görmek mümkündür. En önemlisi ise Müslümanların kadim kültürlerden etkilenmiş olmalarıdır. Dikkat edilirse fetihlerle beraber Müslümanlar kadim Yahudilik, Hristiyanlık geleneğinin yanı sıra Mısır, eski Asur, Bâbil ve İran kültürünün de vârisi oldular. Bu kültürlere ait olan birçok mistik, mitolojik anlatı İslâmî versiyona dönüştürülüp kaynaklara girmiştir. Genelde Müslümanların İsrailiyat olarak tanımladıkları Yahudi kültüründen etkilendiklerinden söz edilir, ancak en az İsrailiyat kadar Zerdüştlük ve Pers kültürünün İslâm kültürünü etkilendiğinden söz edilmez. Dolayısıyla her ne kadar geleneksel Müslüman bilincinde Resulüllah’tan itibaren yazılı kaynakların var olduğuna dair asılsız telakki yerleşmiş olsa da, elimizdeki veriler bunu doğrulamamaktadır. Bu yüzden klasik kaynakları okuyan her Müslüman, edindiği bilgilerin mutlak doğru olduğu vehmine kapılmamalıdır. Keza bunların mutlak yanlış olduğu da söylenemez. Tabir yerindeyse sahihini sakîminden ayırmak erbabının sorumluluğudur.
 
Mucizelerin ortaya çıkışı
Peygamber denilince Müslümanların aklına hemen mucize gelir. Peygamberimizle ilgili sayısız mucizeler anlatılır. Mucizeyi anlamak için bu kavrama ne anlam yüklendiğine bakmak gerekir. Klasik kelamcıları mucizeyi, nübüvveti ispat için peygamberlerin elinden gerçekleşen olağanüstü hadise olarak tanımlar. Buna göre Kur’an Hz. Musa ve Hz. İsa’nın birtakım olağanüstülüklerine atıf yapar ve bunların bir kısmını onların nübüvvetlerinin delili olarak sunar. Ayetlerde geçmiş peygamberlerin mucizelerine ve olağanüstülüklerine yer verilince, muhalifleri Resulüllah’ın da benzer olağanüstülükler göstermesini istemiştir. Onların bu isteklerine karşı Kur’an Ankebût Sures’inde son derece net bir cevap verir ve okudukları vahyi adres göstererek (Ankebut 29/50-51) Kur’an’ı onun nübüvvetinin delili olarak sunar. Bunun dışında Kur’an Resulüllah’a risaletini ispat anlamında herhangi bir mucizenin/delilin verilmediğini söyler. Hatta İsra 17/59’da “Bizim mucize vermeyişimizin nedeni önceki kavimlerin onları inkar etmeleridir” mealinde bir açıklama yapılır ve Resulüllah’a Kur’an haricinde nübüvvetini ispat anlamında hiçbir mucizenin verilmediğini vahiyle kayıt altına alır.
Bunun dışında tıpkı diğer peygamberler gibi Resulüllah’ın yaşadığı birtakım olağanüstülüklere atıflar vardır, ancak bunlar risaleti ispat anlamında mucize olmayıp yaşadığı bireysel tecrübelerdir. İsra hadisesi veya vahiy meleğini görmesi gibi hadiseler bu kabil örneklerdir.
Kur’an geçmiş kavimlere dair birçok olağanüstü hadiseye vurgu yapar. Geleneksel yorumlarda bunlar da mucize kapsamında değerlendirilmiştir, ancak çoğu Allah tarafından gerçekleştirilen tabiat olaylarıdır. Nitekim Nuh kavmi, Lut kavmi, Âd kavmi ve Semûd kavmi gibi geçmiş milletlerin helâkine dair kıssalar bu kabil örneklerdir. Esasen burada mucizeden söz edilememektedir. Bu kavimler çeşitli doğal afetler sonucu helâk olmuşlardır. Kur’an bu hadiseleri Allah’ın ayeti, delili olarak kullanır ve “onlar gibi sizler de helâk olup gidersiniz” ihtarı yapılır.
İhtimal ki, Peygamberimiz bugün gelseydi, yakın geçmişte yaşanan depremler, tsunamiler gibi tabiat olayları da Allah’ın birer ayeti olarak kullanılabilirdi. Tıpkı Mekkelilerin yakın geçmişinde yaşayan Ebrehe ordusunun helakine atıf yapıldığı gibi. Kuran’ın geçmiş kıssalara dair vurgusu büyük oranda bu bağlamda bir olağanüstü mesajdır.
Müslümanlar Hz. Ömer’le birlikte fetihlere başlayınca, Arap toplumu yarım adanın dışına çıktılar ve böylece kadim kültürleri tanıdılar. Hristiyanlığı, Yahudiliğin geçmişini tanıdılar. Kur’an Hz. Musa’nın Tur Dağı’nda Allah’la konuşması, ondan 10 emiri alması, çocuk yaşta Peygamber olacağının haber vermesi ve Firavun’un sarayında yetiştirilmesi gibi ayrıcalıklara işaret eder. Keza Firavun’dan asasının yılan olması, kaya vurduğu zaman su çıkarması ya da Hz. İsa’nın da çocuk yaştan beri Peygamber olacağının zikredilmesi gibi birçok detaya işaret eder. Buna mukabil risaletten önce Resulüllah’ın Peygamber olacağına dair hiçbir işarette bulunmaz. Müslümanlar fetihlerle birlikte kadim kültürleri tanıdıkları gibi, onların Hz. Muhammmed’in nübüvvetine yönelik eleştirileriyle de tanıştılar. Üstelik Hz. Musa ve Hz. İsa’nın bazı olağanüstülüklerine değinirken Hz. Muhammed’in böyle bir özelliğinden hiç söz etmemiştir. Sözü edilen durumu bir eksiklik gibi gören Müslümanlar ona birçok mucize isnadında bulundular ve deyim yerindeyse eksik görülen halkalar bu tür iddialar veya rivayetlerle dolduruldu. Böylece süreç içinde mucize iddialarına yenileri eklenmiş ve birçok mucize isnadında bulunulmuştur. Ancak ilk kaynaklarda sözü edilen iddialar daha sınırlıyken, sayı gittikçe artmıştır. Örneğin ilk yazılı kaynak olan İbni İshak’da (h.151) Peygamberimizin doğumuna ait olağanüstü hadiselerden bahsedilir, ancak henüz kendi elinden gerçekleşen bir mucizeden bahsedilmez. Öğrencisi İbn Hişâm (h.213), Resulüllah’ın nübüvvetinin delili olarak 15, 16 mucizeden bahseder. Hicri 310 yılında vefat eden Taberi’ye gelindiği zaman bu sayı biraz daha artar. Süreç içerisinde bu iddialara yenileri eklenerek mucizeleri daha da artmıştır. Halebi’ye gelindiği zaman mucizelerin sayısı 1000’e çıkarken, en-Nedvi’nin eserinde ise sayı 2000’leri aşar. Kaynaklardaki bu iddialar hiçbir sorgulamaya tabi tutulmaksızın anlatılırken, sadece duygular okşanmış, ancak nübüvvetin özü olan ahlak, hukuk, adalet, ahde vefa, samimiyet, sadakat, dürüstlük, insana saygısı, nezaket, zarafet gibi birçok ilke ıskalanmıştır.
 
Devam edecek
 
 
 
 

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.