TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN XII. EĞİTİM KAMPI (I)

ABONE OL
11:45 - 23/10/2020 11:45
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

PROF.DR.İSRAFİL BALCI İLE TÜRK EĞİTİM DERNEĞİNİN XII. EĞİTİM KAMPI (I)
 
 
Türk Eğitim Derneğinin üyeleri “XII. Eğitim Kampı”nda Prof.Dr.İsrafil Balcıyla birlikte dolu dolu 3 gün yaşadı. Balcı Hz. Muhammed hakkında doğru bilinen yanlışları anlattı. Üç günün sonunda üyeler Hz. Muhammed ile yeniden tanıştılar…Bu tanışmadan her üye memnundu. Toplam 8 saat süren seminerin özetini siz okuyucularımla paylaşmak istedim.
 
Peygamberi tanıma serüvenim
Artvinliyim, temel eğitimimi Artvin’de tamamladım. Dini eğitimimi Kur’an kursunda almaya başladım, sonra İmam Hatip Lisesi. Sonrasında 19 Mayıs Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi. Lisans, yüksek lisans, doktora, doçentlik ve profesörlük derken Samsun’da 30 yılım arkada kaldı. Alanım erken dönem İslâm tarihi ve siyer. Siyer, İslâm tarihi içinde Hz. Peygamberin hayatını konu edinen bir alandır. Ömrümün büyük bir kısmı siyer araştırmalarıyla geçti, geçiyor. Akademik çalışmalara başlamadan önce bendeki peygamber algısı ortalama bir Müslümandan farklı değildi.
Doktora tezim “Hz. Ömer Döneminde Diplomosi”. Doktora çalışmam esnasında diplomasi, devletler hukuku, dış politika, savaş ve barış gibi konulara yoğunlaşmıştım. Doçentlik sonrasında siyer çalışmalarına yöneldim. Beni böyle bir çalışmaya sevk eden husus ise, Kur’an’ı tekrar baştan sonra okuma girişimiydi. Daha önce bir kez yüzeysel olarak okumuştum. Bu sürece kadar kimse bana Kur’an’ı bilinçli bir şekilde okumam gerektiğini söylememişti. Bir gün Bedir Savaşı’nı Kur’an nasıl anlatıyor diye merak ettim ve bakmak istedim. Enfal Suresi’ni okudum. Çok şaşırdım, baktım ki Enfal Suresi’nde anlatılan Bedir Savaşı benim anlattığımdan çok farklıymış. Kur’an daha farklı şeyler anlatıyormuş. “Demek ki, şimdiye kadar Bedir Savaşı’nı yanlış anlatıyormuşum öğrencilere” diye bir düşünce geçti içimden. Böylece Kur’an’ı okumaya devam ettim. Bu kez desinler için değil, anlamak için okudum. Her okuduğumda zihnimdeki siyer konularında ciddi kırılmalar olunca, kendimi siyer çalışmalarının içinde buldum ve önce birkaç makale ile başladım. Sonrasında siyerle ilgili kitaplarımın içinde buldum kendimi.
İlk önce Peygamberlik ve mucize gibi konular ilgimi çekmişti ve konuya dair okumalarım sonunca adeta dipsiz bir kuyuya düşmüş gibiydim. Senelerce okuduklarım ve okuttuklarım bir yana, Kur’an’ın anlattıkları bir yana. Yığınla yanlış vardı zihnimde. Derken, yıllar sonra bir kısım insanlarca farklı söylemi olan birisi olarak tanımlandım, hatta bazıları tarafından sapık ilan edildim. Bunların içinde akademisyenler de var. Onları anlayışla karşıladım. Çünkü doçent oluncaya kadar ben de aynı zihniyete sahiptim. Acı olan ise bir ilâhiyat hocasının Kur’an’ı anlama gibi bir gayretinin olmaması ve doçent olanak kadar Kur’an’ı hakkıyla okumamasıdır.
 
Maalesef Kur’an kültürümüz yok
Samimi Müslüman olmak istiyoruz, Allah’a ve Peygambere inanma konusunda bir sıkıntımız yok. Keza Kur’an’a saygı konusunda da sıkıntımız yok, ama iş öze, yani Kur’an’ı, Peygamberi, onun öğretisini ve risaletini anlamaya geldiğinde kimse gerçeklerle yüzleşmek istemiyor. Vahye inanıyoruz ama kolaycılığa kaçıp okumadan ve emirlerini uygulamadan inanmakla yetinmeyi tercih ediyoruz. Tek gayem yanlış olduğunu tespit ettiğim bilgilerin doğrularını ve doğru olarak bildiğimiz yanlışları anlatmaktır. Bu konuda kulun değil Rabbim’in kınamasından çekinirim.
 
Peygamber algımızın kaynağı
Kur’an, Peygamberimizin biyolojik varlığından söz etmez ama ahlâkını, öğretisini, adaletini, kulluk bilincini, samimiyetini, sadakâtini, doğruluğunu örnek gösterir. Oysa bizim Peygamber algımızda bunların fazla bir yeri yoktur. Rivayet kültüründen beslenen ve bununla temellendirilmiş bir Peygamber algımız bütün dindarlığımızı kuşatmıştır. Bu algıya göre Peygamber öyle bir noktaya getirilmiş ki, uçup kaçabilen, olağanüstü yetenekleri olan birisidir o. Peki Kur’an’da “Andolsun ki, sizin için, Allah’ı ve ahiret gününü ümit eden ve Allah’ı çokça anan kimseler için, Resulüllah’da güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21) denilen Peygamberin adalet duygusu, nezaketi, zarafeti, hakkaniyeti, yardımseverliği neden bizim toplumumuza sirayet etmedi, neden Peygamberimizi bu şekilde tanımayız ve tanıtmayız? Çünkü Peygamberimizi Kur’an’dan değil de rivayet kültüründen gelen bilgilerden tanıyoruz.
 
Kur’an’a ulaşmak için rivayetleri aşmak lazım
Rivayet kültürü Peygamberimizle ilgili anlatılanların ve söylenen sözlerin tümünü kapsar. Rivayetler ilk olarak en iyimser şartlarda Peygamberimizden 100 yıl sonraya ait kaynaklarda yer almaktadır. Şu anda Peygamberimiz bizden 100 sene önce yaşamış olsa, biz de bugünden geriye doğru Peygambere ait rivayetleri yazılı kaydın bulunmadığı sözlü kültür içinde toplasak ve bunlar Peygamberimizle ilgili gerçeklerdir, Peygamberimizin sözleridir ve bunlar dindir desek, bu ne kadar doğru olursa rivayet kültürü üzerinden Peygamber tanımlaması da o kadar doğru olur. Dolayısıyla biz Peygamberimizi Kur’an’dan değil rivayetten tanıyoruz. Halbuki bütün Müslümanların ortak değeri olan, taraflı tarafsız herkesin üzerinde mutabık olduğu, başka bir dini aidiyete nasip olmayan bir Kitap var elimizde. Ve bu Kitabı hayata geçirmek için mücadele eden bir Peygamber var. Bu Peygamberi anlamak için önce onun aracılığıyla bize gelen Kitaba gidilmelidir. Kur’an kültürümüz olmadığı ve rivayetler tarafımızdan din olarak kabul edildiği için, bu yapılmıyor. Peygambere ulaşmak için geleneği, rivayetleri, fıkhı, din baronu otoriteleri aşmamız lazımdır. Ancak bu engelleri aştıktan sonra Kur’an’a varabiliriz. Maalesef Kur’an cahili bir toplum haline geldik.
 
Rivayetleri derleyenler Kur’an’ı iyi tanımıyorlardı
Rivayetleri 100 yıl geriye dönük olarak derleyen ve daha sonra yazıya döken insanlar Kur’an’ın kendisine kolayca ulaşabilen insanlar değillerdi. Haddizatında Kur’an bilgisi de sanıldığı kadar derinlikli değildi. Biz sahabenin tamamının Kur’an uzmanı ya da din bilgini olduğunu sanıyoruz. Sahabe 1400 sene öncesinin iptidai bir toplumuydu. Bu toplumda yaşayan insanlar Kur’an’ı çok iyi bilen, üstün zekalı insanlar olsaydı; onların hepsi Ömer olurdu, Ebubekir olurdu, Ali olurdu. Hafızlık geleneği Peygamberimizden çok sonra ortaya çıkmıştır. Hafızlıkları sağlam olduğu için Peygamberimizin Kur’an’ı onlardan öğrenin dediği 4 kişi vardır. Ubey bin Ka’b, Muaz bin Cebel, Abdullah bin Mesud, Huzeyfe’nin kölesi Salim.
Yemame Savaşı’nda Huzeyfe’nin kölesi Salim şehit düşünce, Hz. Ömer, Hz. Ebubekir’i uyarmış ve “Peygamberin Kur’an’ı öğrenin dediği 4 kişiden 1’i öldü. Diğerleri de ölürse ne olacak?” diye sorup yazılı olarak bulunan vahyin kitaplaştırılmasını önermiş ve böylece Kur’an kitap haline getirilmiştir. Yemame’de ölen hafız sayısı 70 diye anlatılır, bu mümkün değildir, çünkü o dönemde azami sadece 7-8 hafızdan bahsedilir. Ne Ebubekir ne Ömer ne Osman, ne de Ali hafız idi. Bununla beraber Kur’an’ın mantığını biliyorlardı.
 
Güce teslim olan Araplar
Peygamberimizden sonra sorunlar çoğalınca Kur’an’dan referans almak isteyen insanlar belli otoritelerin inisiyatifine kaldılar. Peygamber vefat etmeden 2 yıl önce Mekke fethedilmişti ve bu 2 yıl içerisinde Arap kabileleri gelip ona tabi olmuşlardı. Hucurat Suresi’ne bakılırsa bu kabilelerin aslında iman etmediğini, aksine güce teslim oldukları ve siyaseten Müslüman olduklarına işaret edilir. Mekke’nin fethinden sonra güce karşı boyun büken Arap kabileleri iki yıl sonra Resulüllah vefat edince eski hayatlarına döndüler. Dikkat edilirse Ümeyyeoğulları fetihle birlikte boyun bükmüştü, oysa onlar 644’ten sonra Hz. Osman’ın hilafeti ile birlikte iktidarı ele geçirmiş ve birçoğu idareci olmuştur. Böylece Hz. Peygamberin 23 yıllık pratik hayata tatbik ettiği öğretisi, güce teslim olan insanların insafına kalmış oldu. 660’tan sonra ise Müslümanlar tamamen Beni Ümeyye’nin denetimine girdi. Toplum Emevi iktidarına göre şekillendi. Böyle olunca ed-Din’in kaideleri ve Resulüllah örnekliği büyük oranda havada kaldı. Kur’an referans alınmaz hale geldi. Çünkü referans alınırsa zülfiyare dokunuyordu, bu da Emevilerin işine gelmiyordu. Böylece süreç içinde İslâm ümmeti Kur’an cahili bir topluma doğru evrildi.
Beni Ümeyye Muaviye öncülüğünde Hz. Ali ile iktidar yarışına girdi ve sonunda gayrietik yollarla iktidarı ele geçirdiler. Ancak etik olmayan yollarla iktidara geldikleri için sürekli ulema tarafından eleştirilmişlerdir. Eleştirilerin önünü kesmek için Muaviye, Bedevi kaderciliğine sığınarak, Hz. Ali ile savaşmasının aslında Allah’ın takdiri/yazgısı olduğunu, kendisi haklı olduğu için mülkü/idareyi kendilerine nasip ettiğini, dolayısıyla olup bitenin ilahi yazgıdan ibaret olduğu iddiasını ortaya atmıştır. Böylece Bedevi kaderciliği Emevilerle birlikte ‘Allah’ın takdiri’ne dönüştü. Emeviler iktidarlarını bu fikirle ellerinde tutmaya çalıştılar. Dikkat edilirse kadere iman konusu Emevilerle birlikte iman esaslarımızdan birisi oluvermiştir.
 
Abbasilerin iktidara gelişi
Abbasiler, Emeviler’in yerine iktidara geldikleri zaman onlar da kendi politikalarını uyguladılar. Abbas’ın çocukları ile Ali’nin çocukları/nesli içten içe Emevilere düşmanlık besliyordu. İktidarlarını Emevi düşmanlığı üzerine kurdular. Son derece örgütlü ve planlı hareket eden Abbâsî ihtilal hareketi, adeta FETÖ tarzı bir oluşumla uzun süre yer altı faaliyetleri şeklinde devam etti. Örneğin ihtilalin temelleri yaklaşık olarak 714’lü yıllarda atılmıştır. Hz. Ali’nin torunlarından Ebu Haşim ile Abbas’ın torunu Abdullah bin Abbas, Hz. Ali’nin karizmatik liderliğinden de yararlanarak Emevi iktidarını devirmeyi başardılar. İhtilal gerçekleşince enteresan bir şey oldu. Ali soyundan gelenler, amca çocuklarımızla birlikte iktidarı paylaşacağız diye düşünüyordu. Hani derler ya “ihtilal önce kendi çocuklarını yer”, burada da öyle oldu. İhtilalin Kûfe’deki önemli aktörü olan Ebu Seleme el-Hallal, ihtilalin ardından Ali evladı adına Kûfe’de biat alırken, Abbas’ın soyundan gelen Ebu Abbas el-Seffah halifeliğini ilan etti ve iktidar savaşı başladı. Böylece ilk kurbanı Ebu Seleme el-Hallal’ı oldu ve onu öldürttü. Ali soyundan gelenler buna itiraz edince de Abbas’ın çocukları, tıpkı Emeviler gibi, benzer bir kaderciliğe sığındılar ve “Allah mülkü, sizi zulümden kurtarmak için bize verdi.” iddiasıyla ortaya çıktılar. Hz. Ali’nin soyundan gelenler “Biz Peygamberin soyundan geliyoruz.” deyince de “Siz Peygamberin kızının soyundan geliyorsunuz biz ise Peygamberin öz amcasının soyundan geliyoruz.” cevabını verdiler. Dikkat edilirse Arap geleneğinde miras kadın üzerinden devam etmez. Bu nedenle kendi ataları Abbâs’ın amca olarak Resulüllah’ın en yakını olduğu ve onun idarecilik mirasının de kendilerine devrettiğini ileri sürdüler. Hz. Ali’nin çocukları “Bizim atamız Ebu Talip de Peygamberin amcasıdır.” diye itiraz edince, bu sefer Abbâsiler “Sizin atanız müşrikti, bizim atamız Müslümandı.” diye bir iddia ortaya attılar ve iktidarı onlarla paylaşmadılar. Sonuçta Ali evladının muhalefeti olan mevali vasıtasıyla ihtilal gerçekleştikten sonra Abbâsiler bir nevi hazır iktidara konmuş oldular.
 
Ebu Talip Müslümandır
Biz Ebu Talip’i hep müşrik olarak tanıdık, ancak Ebu Talip’in Müslüman olması kuvvetle muhtemeldir, çünkü; Peygamberin hâmisidir. Abbas ise Mekke’nin Fethi’nden sonra kılıç korkusuyla Müslüman olmuştur. Müslüman olunca düzgün bir Müslüman olmuştur, ancak o zamana kadar asla Peygamberin yanında yer almamıştır, hatta Bedir Savaşı’nda Peygambere karşı savaşmış ve esir düşmüştür. Diğer amca Ebu Talip ise, Abdulmuttalip (babası) vefat ettikten sonra yeğenini yanına alıp himaye etmiş ve 17 yıl kadar kardeşinin çocuğuna (Hz. Muhammed’de) sahip çıkmıştır. Ancak tarihi egemenler yazdığı için Ebû Talib’in şanlı geçmişi karartılmış ve müşrik olarak tanıtılarak iktidar sağlama alınmıştır.
İlk siyer kaynağımız, Peygamberimizden 150 sene (768) sonra İbn İshak tarafından yazıldı. Bedir Savaşı’nı anlatırken Abbas’ın esir olduğunu yazmaz, 43 esir vardır der, 42’sinin ismini yazar 43’ncüsünün ismini yazmaz. Yazılmayan o isim İbn Abbas’tır.
Çünkü “Ebu Talip müşrikti” iddiasıyla iktidarın kendilerine ait olduğunu savunan Abbasilerin atasının, Peygamberle savaştığının ve esir olduğunun yazılması, siyasi konjonktüre uygun değildi. Dolayısıyla Resulüllah’ın karşısında savaşıp esir düştüğüne üstü kapalı olarak değinilmiştir. Keza Vâkıdî ve İbn Hişâm da onun ismini gizlemek zorunda kalmışlardır. İbn İshak’ın eserini İbn Hişam iktibas etmiştir. Ancak o da Abbas’ın esaretinden bahsedemez.
 
İdeolojik siyer
Biz, Emevileri siyeri ideolojik hale getirmekle suçlarız. Bu doğrudur, ancak eksiktir. Esasen siyer Abbasiler döneminde ideolojiye kurban edilmiştir. Diğer bir ifadeyle Abbasilerin istediğine göre yazılmıştır. Erken döneme ait rivayetlere bakılırsa Emevilerin atası Ebu Süfyan Peygamberimize sanıldığı kadar düşman değildir. Dikkat edilirse Ebu Talip vefat ettikten sonra mescide giderken Hz. Peygamber müşriklerin saldırısına uğrayınca onun evine sığınmıştır. Keza daha sonradan Resulüllah’ın kayınpederi olmuştur. Hz. Peygamber’in kızı Zeyneb’in Medine’yi hicreti sırasında ona yardımcı olmuştur. Ebu Süfyan isteseydi Uhud galibiyetinden sonra Medine’yi yağmalardı, ancak bunu yapmamıştır. Özellikle Hendek Savaşı’ndan sonra muhalefetten vazgeçmiş bir görüntü sergiler. Nitekim Hudeybiye görüşmelerinde Resulüllah’ı engelleyenler arasında değildir, ayrıca Mekke’yi de savaşsız teslim eden en önemli aktördür. Resulüllah’ın fetih için yola çıktığını öğrendiğinde onu karşılamış ve kabilesi adına bağlılık bildirmiştir. Bu yüzden Resulüllah şehre girdiği zaman “Kim Ebu Süfyan’ın yanında yer alırsa güvencededir.” diye açıklama yapmıştır.
Bütün bunları söylerken hiçbir sabıkasının olmadığını iddia etmiyoruz, ancak rivayetlerde yansıtıldığı gibi bütün kötülüklerin baş aktörü değildir. Ebu Süfyan’ın oldukça menfi yönde tanıtılmasının sebebi, siyere dair eserlerin Abbasiler döneminde yazılmış olmasıdır. Deyim yerindeyse iktidar hırsı için tarih tersyüz edilmiş ve Emevilere olduğundan fazla çamur atılmıştır. Siyerin ilk kırılma noktası burasıdır.
İdeolojik tarihin yanı sıra birçok mistik mitolojik anlatı ve hikayeler de eserlere girmiştir. Örneğin İbn İshak’ı okursanız 6 yaşında Peygamberimizin Aişe ile nişanlandığını, 9 yaşında da evlendiğini görürsünüz. İşte bu korkunç iftirayı Peygambere atan Abbasi yönetiminde siyer kaleme alan İbn İshak’tır. Dikkat edilirse eserinde adalet, liyakat, dürüstlük eşitlik hakkaniyetlik ilkelerinden bahsedilmez. Keza bu dönemde yazılan hadis eserlerinde de adalet bölümünün olmaması hayli manidardır. Zira iktidarı ellerinde tutan Abbasilerin böyle bir dertleri yoktu ve onları rahatsız edecek bir söylemin dillendirilmesi veya yazılması pahalıya patlayabilirdi. Deyim yerindeyse Abbasiler, Hz. Ali’nin soyundan gelenlerin sırtına basarak iktidara tutundu, sonrasında da siyaseti dizayn ettiler. Önce İbn İshak’a siyeri, Malik bin Enes’e hadisi, İbn Cüreyc ve Mukatil bin Süleyman gibi isimlere tefsiri yazdırdılar. Ebû Hanife’ye de kendi fıkıh anlayışlarını yazdırmak istediler, ancak kabul etmeyince, soluğu zindanda aldı ve sonunda zehirlenerek bedelini canıyla ödedi.
Bize siyer anlatan hocalarımız tarihin bu akışındaki kırılmaları görmeden, tozpembe bir tarih anlatır. Oysa ilk iki halifeden sonra maalesef, kantarın topuzu kaçmıştır. Hak, adalet, eşitlik, istişare, dürüstlük, paylaşım, samimiyet, sadakat, Kur’an’ın öğretisi, Peygamberin sünneti gibi konular sadece kağıt üzerinde kalmıştır. Siyaset o tarihten sonra İslâm’ı tamamen kuşatmıştır.
Emevilerle birlikte eski bedevi anlayışına dönülmüştür. Emeviler ilahi kadercilik üzerinden siyasetlerini dizayn ettiler. Abbasiler de halifeliğe dini bir misyon biçerek siyasete alet ettiler. Bizim inancımıza göre hiçbir bireye özel paye verilemez. Oysa iktidarı Kureyş elinde tutmak için halifenin Kureyş’ten olması gerektiği tezleri ortaya atılmış ve bu iddia Hz. Peygamber’in hadisi diye servis edilmiştir. Oysa Resulüllah’ın “Halife Kureyş’tendir.” demesi mümkün değildir. Zira Kur’an’da emaneti ehline verme ilkesi vardır. Bu iddianın doğru olması için bütün Kureyşli idarecilerin ehil/liyakatli olması gerekir. Hepsi bir yana acaba kaç kişi Yezid’in hilafete uygun isim olduğunu söyleyebilir? Sadece bu örneği hatırlatmak bile iddianın içinin ne derece boş olduğunu göstermek için kâfidir.
Sünni geleneğin hilafetin Kureyşiliği tezi, esasen Şiâ’nın “İmâmet Ehl-i Beyt’e aittir” telakkisinden uyarlamadır. Sünni gelene Ehl-i Beyt yerine Kureyş ismini ekleyerek bu iddia üzerinden siyaseti Kureyş tekelinde tutmuşlardır. Rivayetlere bakılırsa Emeviler Ehl-i Beyt kavramının yerine Kureyş’i monte ettiler. Abbasilere gelince bu sefer “imam” kavramı “halife” kavramıyla değiştirildi ve böylece Emeviler dönemindeki “İmam Kureyş’tendir” tezi, Abbasiler döneminde “Halife Kureyş’tendir” şekline dönüştürüldü. Halifelere de “Allah’ın yer yüzündeki gölgesi” anlamına gelen “Zıllullah” denildi. Böylece hilafet makamına dinî statü verildi, oysa halifelik dini bir makam değil, sadece idarecilik makamıdır. Nitekim, asıl adı müminlerin idarecisi anlamına gelen Emîr-ul Müminin’dir.
 
Devam edecek
 
 
Rüştü Kam

 

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.