TOPLUMSAL NORMLARDAN KOPUŞ VE KÖKE DÖNÜŞ (IV)

ABONE OL
11:45 - 23/10/2020 11:45
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best
 
Toplumsal normlardan kopuş ve kökene dönüş, öznenin beklenti ufku ve nebevi vizyon (IV)
 
“Bilginin, hakikatin doğudan mı batıdan mı geldiğine bakılmaz.” Biz, o zaman içinde, olduğumuz topraklardaki değerleri mayalayacak, çapraz döllenme yapacak bir değerler skalamız var mı yok mu ona bakacağız. Tarihte değerler skalamız varmış ve gittiğimiz yerde bunu yapmışız. Umarım bugünkü Müslümanların değerleri de, gittikleri yerlerde yerel değerlerle mayalanır, insanlığın önünü açacak, ufuk açıcı, hayatı yaşamaya değer, yeni değerlerle bizleri buluştururlar.
 
 
Müminliğin 3 kriteri
Mümin inandığı şeyle ilgili öncelikle zihinsel kesinliğe sahip olmalıdır, daha sonra kalbî tatmin gelir, sonra da kesin olarak bildiği ve kalben tatmin olduğu konuda eyleme geçmelidir. Bu eylem bazen ibedatlerimizdir bazen de bir insana dokunan işlerimizdir. Ameller imanın meyveleri olarak bizim kültürümüzde doğru şekilde tanımlanmıştır. Allah’ın terazisinde eyleme dönüşmeyen sözün ağırlığı yoktur. Asıl olan eylemdir. Ziya Paşa’nın dediği gibi “Ayinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde“ 
 
Agnostik
Ateizmin babalarında sayılan ama ölmeden öne agnostik olduğunu yazan İngiliz filozof Bertrand Russell ehli insaf ve ehli vicdan bir adamdır. 1970’te ölmeden önce gazetelere Filistin davasını savunan ve İsrail’i tel’în eden tam sayfa bir ilan vermiştir. “Yahudileri kınayan milletin evini barkını elinden alan, onları gaspçılar diye tanımlayan Filistinlilerin yanındayım.”  Bunu bizim söylememiz anlaşılır ama bunu Bertrand Russell’in söylemesi ehli vicdan bir adam olduğunu gösterir. Russell, ateist olmadığını, agnostik olduğunu söylüyor.
Agnostik: Allah’ın varlığı ya da yokluğu konusunda yeterli bilgiye sahip olmadığını söyleyerek Allah’ın varlığı konusunda kararsızlığını ilan eden kişi demek. Russell’e sorarlar, “Sen böyle diyorsun da öldükten sonra diriltildiğinde, Allah “Neden kendisini kabul etmediğini” sorarsa ne cevap vereceksin?  O zaman, “Kendini biraz daha bana doğru dürüst tanıtsaydın, gösterseydin ya” derim Allah’a. Agnostiklerin yaptığı hata Allah’ın varlığını, kudretini, iyiliğini, güzelliğini bizim yaşadığımız, bizim iradelerimizle kurduğumuz dünyada aramalarıdır. Oysa Allah’ın yarattığı kozmik sisteme baksalardı kusursuz olduğunu göreceklerdi. Allah der ki, “Şu bir gerçek ki, biz herşeyi bir ölçüye göre/bir kaderle yarattık.“ (Kamer 54/49, Mülk 67/3-4)
 
Yanılmışım Tanrı Varmış
Yanılmışım Tanrı Varmış kitabının yazarı Antony Flew’in, ateizm konusunda Russell’den daha fazla makalesi vardır. O, ölümden sonra hayat yoktur diyordu. Flew, “Bir insan kendi cenaze merasimine katılabilir mi? adlı makalesinde, “Tabi ki katılamaz, çünkü öldü. Öldü dediğiniz anda o adam bitti. Dolayısıyla onu diriltecek Tanrı da yok.” der. Peki, bu adam ne oldu da yanılmışım, Allah varmış dedi. Kendi cevabı ilginç: “Ben insanların yaşamına bakarak Allah vardır demedim. Kozmik sisteme bakarak Allah vardır, dedim. Kozmozda müdahaleye asla imkân vermeyen bir yasa var. Evrene hiçbir şekilde müdahale edemiyorsunuz. Allah koyduğu yasaya kendi bile müdahele etmiyor. Bu durumda yaşadığımız evrenin her şeyi bilen bir varlığın eseri olduğunu kabul etmek mi daha rasyoneldir yoksa kendi kendine oldu demek mi?”
 
Tanrının Saklı Yüzü
Fizikçi Gerald Schroeder, Tanrının Saklı Yüzü adlı kitabı yazmasının gerekçesini şöyle anlatıyor: “Araştırmalarım sırasınnda farkettim ki, evrendeki her şey bir yere basıyor ama evrenin kendisi, evreni oluşturan parçalar, gezegenler, güneş, yıldızlar, milyarlarcası hiçbiri bir yere basmıyor, havada asılı, boşlukta duruyor. Bu nasıl oluyor? Boşlukta asılı bir şekilde, hiçbir yere basmadan duran evreni yaratan bir kudret, bir varlık olmalı. İnsanlar bir şeyi boşlukta yaratma gibi bir güce de alışkanlığa da sahip değil” diyor ve Allah’ın varlığının bilgisine bu şekilde ulaşıyor.
 
Evren iman için yeterli delildir
Danimarkalı, varoluşçu bir filozof olan Soren Kierkegaard imanı; delillerle adım adım gidildikten sonra varılan bir kabul olarak değil de bir yere kadar geldikten sonra nasip edilen bir sıçrama olarak görüyor. Ona göre; delillerle hareket ederek iman sahibi olamazsınız, öyle olsaydı iş kolay olurdu. Kendilerine delil sunulan herkes iman sahibi olurdu. Demek ki; delillerle gelinen noktadan sonra bir sıçrama olması gerekiyor. Doğada insanı imana davet eden birçok ayetin olduğunu Kur’an bize haber verir. “Yeri yaydık, oraya sâbit dağlar yerleştirdik, orada her şeyi bir ölçüye göre bitirdik. Orada sizin ve rızk veremeyeceğiniz kimseler için geçimlikler meydana getirdik.” (Hicr 15/19-20, Furkân 25/48-49, Bakara 2/ 22-164, A’râf 7/57, Enfâl 8/11, İbrahim 14/32, Hicr 15-22, Nahl 16/65, Tâhâ 20/53-54, Hacc 22/63, Nûr 24/43, Ankebût 29/63, Rûm 30/24-49, Lokmân 31/10, Secde 32/27, Fâtır 35/9, Mü’min 40/13, Şûrâ 42/28, Zuhruf 43/11, Câsiye 45/45, Kâf 50/9, Zâriyât 51/2)
Yanılmışım Tanrı Varmış diyen adam da sonunda gelip bir kapıdan giriyor. Bizim kültür kitaplarında Firavun’un son nefesinde iman etmesi konusu tartışılır. Kelamcılar, son nefeste yapılan imanın faydası olmadığını söylerler. Ben diyorum ki, orada verilmek istenen mesaj şu olmalı;  Firavun gibi bir adam da olsanız dönüp-dolaşıp gelinecek olan kapı Allah’ın kapısıdır.
 
Haklı olmak hayatta kalmanın bir gerekçesi olmalıdır
Bizim geçmişte sahip olduğumuz ama şimdi tartışır hale geldiğimiz değerleri Ortaçağ’da batılılar kazanmak için büyük mücadeleler vermişlerdir. Gidin Roma’ya insanların yakıldığı meydanları göreceksiniz. Galileo Galilei bile, dünya dönmüyor, diyerek yakılmaktan son anda kurtulmuştur. Bunları yapan kilisedir. Yakılan ilim adamlarının söylediklerinin listesini çıkarıp bir kenara koysak, bir kenara da kilisenin söylediklerini koysak bugün kilisenin söylediklerinin hepsinin yanlış, yaktıkları adamların söylediklerinin büyük kısmının doğru olduğunu görüyoruz ama haklı olanlar yakılmışlar. Haklı olmak hayatta kalmanın bir gerekçesi olmalıdır. İnsanlığın mücadelesi haklı olanın hayatta kalmasını sağlamaya yönelik olmalıdır. Maalesef dünya kuruldu kurulalı haklı olan hayatta kalamıyor. Habil ile Kabil örneğinde olduğu gibi.
Baskı ve otoriteye karşı mücadele ile elde edilen hakların bir saygınlığı vardır. Batı’da hem dinle hem de siyasal katılımla ilgili hakların tamamı mücadeleyle elde edildi. Buradan alınacak dersler olduğu açıktır. İster batıda olsun ister doğuda olsun. Nur Suresi, “Allah, göklerin ve yerin Nur’udur. Onun nurunun örneği, içinde çerağ bulunan bir kandile benzer. Kandil, bir sırça içerisindedir. Sırça, inciden bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nispeti olmayan bereketli bir zeytin ağacından yakılır. Bu ağacın yağı, neredeyse ateş dokunmasa bile ışık saçar. Nur üzerine nurdur o.“  (Nur 24/35) ayetini Gazali şöyle yorumlar. “Bilginin, hakikatin doğudan mı batıdan mı geldiğine bakılmaz.” Biz, o zaman içinde, olduğumuz topraklardaki değerleri mayalayacak, çapraz döllenme yapacak bir değerler skalamız var mı yok mu ona bakacağız. Tarihte değerler skalamız varmış ve gittiğimiz yerde bunu yapmışız. Umarım bugünkü Müslümanların değerleri de, gittikleri yerlerde yerel değerlerle mayalanır, insanlığın önünü açacak, ufuk açıcı, hayatı yaşamaya değer, yeni değerlerle bizleri buluştururlar.
 
Peygamber Medine’ye lider olarak gitti
“İnsanlar tek bir ümmet idi. Sonra Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderdi. Onlarla beraber, anlaşmazlığa düştükleri konularda, insanlar arasında hükmetsinler diye gerçeği taşıyan Kitap’ı da hak olarak indirdi. O Kitap hakkında anlaşmazlığa düşenler, o Kitap’ın bizzat muhataplarından başkası değildi. Bunlar, kendilerine açık kanıtlar geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlık ve azgınlık yüzünden, çekişmeye girdiler. Sonra Allah kendi izniyle, inananları, üzerinde tartışmaya girdikleri gerçeğe tekrar ulaştırdı, Allah, dilediği kişiyi/dileyeni doğru yola iletir” (Bakara 2/213).
İnsanlık tek bir ümmetti ama daha sonra aralarında ihtilaflar baş gösterdi onun için de biz onlara peygamberler gönderdik. İnsalığın ‘bir’likten nasıl farklılıklara doğru evrildiğini anlatan bir ayet. İslam’a göre, insanlığın ortak atası Adem ve Havva’dır. Doğulunun, batılının, güneylinin, kuzeylinin, Türkün, Almanın, İsviçrelinin herkesin ortak atası var demek, ırkçılığa hayır demektir. Irkçı zihniyet tek bir ata fikrini hep reddetmiştir. Hz. Peygambere peygamber olarak değil de toplumu dizayn eden, biri olarak baktığımızda şunu görüyoruz. Peygamberin hayatını yazan kitapların bir kısmı dindar gözle yazılıyor. Bu türde yazılanlar peygamberin hayatından sevapları, ibadetleri alıyorlar. Maxime Rodinson gibi bir adam yazıyorsa Peygamberi, -Maxime Rodinson bir Marksisttir-  ona  Peygamber olarak bakmıyor,  Muhammed diyor ona ve onu  devrimci olarak görüyor, Muhammed çok başarılı bir devrimcidir diyor. Çağrı filmini hatırlarsınız, o filmde Peygamberin savaşları anlatıldı: Hep savaşan bir peygamber. Bazılarının gözünde de o hep ibadet eden bir peygamberdir, hiç çarşıya pazara sokağa çıkmamış birisidir.
Peygamber Medine’ye bir lider olarak, organizasyon yapan biri olarak geldi. Orada Beni Kaynuka, Beni Kureyza ve Beni Nadır kabileleri olarak bilinen Yahudiler de vardır, bunların komuta merkezleri Hayber’di. Ve çok güçlüydüler. Çok az sayıda Hristiyan ve müşrik de vardı. Peygamber diyor ki, “Madem Medine’de bundan sonra beraber yaşayacağız, gelin anayasal bir düzen kuralım ve herkesin hakkını hukukunu koruma altına alalım.” Herkesin hakkını anayasal koruma altına almak, bu yeni bir fikirdi.
Peygamberin okur yazarlığını sorguluyorlar, bırakın Peygamberin okur-yazar olup olmadığını, O’nun  yaptığına bakın, devrim yapıyor ve yeni düzen kuruyor. Yeni bir konsept. Madde madde yazıyor yasaları, aynen banka ile müşteri arasında yapılan sözleşme gibi. Bu maddelerin ihlali durumunda hangi hukuka gidilir, onları da yazıyor. Anayasa maddelerini teker teker yazıyor, taraf olan kabilelerin adını da teker teker yazıyor. Anlaşmaya taraf olanların her birine verilen ortak bir isim var, ümmet. Yahudiler de Hristiyanlar da Müşrikler de Müslümanlar da ümmettir, yani vatandaş. Bütün hakları ve sorumlulukları metinde sayılan vatandaşlardır bunlar. İhanet edilmesi durumunda, “Bu yaptığınız sözleşmeye aykırı davrandınız, mahkemeye gidiyoruz, kendi kitabınıza göre kendinizi yargılayın, savaşta ihanet eden adamın cezası nedir siz söyleyin,” deniliyor. Çok hukukluluk sistemi. Günümüz demokrasilerinin hâlâ ulaşamadığı noktadır burası.
 
İslâm toplumu en başta çoklu bir toplumda doğdu. Peygamber toplum fertlerinin her birine hakkını hukukunu öğretti. İslâm ümmeti doğuş anı itibariyle kozmopolitandır; çoğulcudur, başkasını asla ötekileştirmez, ona da kendisine ne diyorsa onu der: ümmet.  
 
Batı’nın geleneğinde başkalarıyla birlikte yaşama kültürü olmadığı için onlarınkine ham kozmopolitanizm deniyor. Bizdeki ham değil, biz bunu biliyoruz, Osmanlı da biliyordu, Selçuklu da. Daha ilerilere gidelim, Kazakistan’a gidelim orada Farabi var.  Der  ki; “Erdemli bir devletin kâmil ve nâkıs türleri vardır, devlet ya kâmildir, ya da nâkıstır, eksiktir. Bir devlet sadece bir din, sadece bir ırk, sadece bir kültürden oluşuyorsa o nâkıstır. Bir devletin kâmil olabilmesi için çok dinli, çok ırklı, çok kültürlü olması lâzım gelir.” Bu bizim kültürümüzdür. Bu kültürün yaratılamadığı ve erdemlerin ya bilinmediği ya da ayaklar altına alındığı iki şehir türünden daha bahseder Farabî: Cahil şehir ve Fasık şehir.
 
Devam edecek
 
Rüştü Kam

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.