SÜREKLİ OLURSA SES GETİREBİLİR…

ABONE OL
11:54 - 23/10/2020 11:54
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

 Hep birlikte 2002 Kasım ayına gidelim.. Seçim sonuçları açıklandığında herkes şokta.. AKP ilk seçimde meclis çoğunluğunu alarak iktidar..

Bırakın muhalefeti AKP bile şokta.. Hiç beklemedikleri bir sonuç ve iktidarlar ama henüz muktedir değiller çünkü böylesi bir iktidara hazır değiller.. Seçim öncesi tüm AKP kurmayları olası bir koalisyonu, kiminle ve ne şartlarda olabileceğini düşünmüşler.. İşte böylesi bir ortamda, birden bire meclis çoğunluğunu elinde tutan bir iktidar oluvermişler.. Başbakanlığı Abdullah Gül üstlenmiş ve kabinesini kurup güvenoyu almış.. Bu durum 2003 ara seçimlerine kadar sürmüş, o güne kadar yasaklı olan Recep Tayyip Erdoğan bu ara seçimlerde Siirt milletvekili seçilerek meclise girmiş ve Başbakanlığı almış, Abdullah Gül de Dışişleri Bakanı olmuş..
Derken 1 Mart rezaleti yaşanmış ve AKP içinde Milli Görüş’ün ne denli güçlü olduğu su yüzüne çıkmış.. Ardından Muhtıra… Kimse bunun anlamını kavrayamamış, olup biteni doğru okuyamamış.. Ve hiç kimse de ” Halkın oy çoğunluğu ile iktidar oldun ve olmaya devam et.. Ama iktidarını Ülkeyi İslamlaştırmak için kullanma..! ” anlamına gelebileceğini düşünmemiş.. Nasıl düşünsün..? Tüm basın ve anlı şanlı köşe yazarları, demokrasi aşıklısı olmanın da ötesinde, asker düşmanı, çünkü ülkeyi kaosa sürükleyip darbelere yol açanlar kendileri değildi ki..! Derken düzenlenen ” Cumhuriyet Mitingleri “…Sonuç..? İlk seçimde % 47,5 ile AKP tekrar iktidar.. İtirazlar ve bilgisayar disklerinin kontrol edilmesi talepleri.. YSK’nın ( Yümsek Seçim Kurumu ) cevabı..” Sistemi ABD’den kiralamıştık, geri verdik..! ” Kurulan çark o gün belli olmuştu ama kimse işin bu yönünü görmek istemedi..
Adım, adım devlet çarkının önemli kaleleri ele geçirilecek ve önceden kafalarına koydukları düzeni hiçbir karşı koyma olamadan kuracaklar.. Ama Demokrasi aşıklısı ve ordu karşıtı entelektüellerimiz, solcularımız bu iktidarı desteklemekle, demokrasiyi ve halkın iradesini desteklediklerini, otoriter bir yönetim istemediklerini ortaya koyduklarını sanıyorlardı.. Derken basının ele geçirilmesi operasyonları başladı ve başarıldı.. Derken yeni seçimler ve AKP %50 ile yine iktidar.. O günlerde bu gidişin iyi olmadığını söyleyen, yazan, çizenler, bu gün ya çalıştıkları basın organının kapısının önüne konmuş veya içeri atılmış durumda.. Yerlerini koruyanlar ise ya yalakalık yapıyorlar veya ortalarda bir yerlerde yazı yazıp, programlar yapıyorlar ve ortada dişe dokunur muhalif bir basın organı kalmadı.. Muhalefet derseniz, çoktan iğdiş edilmiş durumda..
Aslında 1979 yılına ve komşudaki gelişmelere bakarak tarihten biraz ders alsalardı Türkiye bugünlere gelmezdi.. O yıl İran’da neler olmuştu..? Şah aleyhtarı hareketleri en çok destekleyenler, solcular, komünistler, entelektüeller olmuştu.. Bu kervana ordu mensupları da katılmaya başlayınca Şah ülkeyi terk etti ve Ayetullah Humeyni sürgünde yaşadığı Fransa’dan dönüp, görkemli törenlerle karşılandı.. ( Önce Türkiye’ye gelmişti ama orada Atatürk Cumhuriyeti’nin gücünü görmüş ve dikiş tutturamayacağını anlayınca Fransa’ya geçmişti ) Mollalar İktidarı ele geçirdiklerinde ilk yaptıkları iş, kendilerini başta destekleyen, Şah karşıtı gösterileri düzenleyen, entelektüelleri, solcuları, komünistleri ortadan kaldırmak oldu.. Ne demişti milli şairimiz ” Tarih tekerrürden ibarettir diyorlar, ders alınsaydı tekerrür eder miydi..? “
Hazır söz Milli kavramından açılmışken bir noktaya daha dikkatinizi çekmek isterim.. Bugünkü AKP’nin kurucu kadroları, rahmetli Erbakan hocanın ” Rahle-i Tedrisat’ından ” geçmedirler.. Düşünün… Rahmetli Erbakan hocanın kurduğu bütün partilerin isimleri ya Milli Nizam Partisi veya Milli Selamet Partisi olmuştur.. Kurduğu teşkilatın ismi Milli Görüş’tür, çıkardığı gazetenin ismi Milli Gazete’dir. Bu partinin katıldığı koalisyonların isimleri ise 1.ci Milliyetçi Cephe veya 2.ci Milliyetçi Cephe olmuştur.. Ama AKP bu değim ve söylemden uzaklaşarak başka denizlere yelken açmıştır.. Milli kavramını ağzına alan, ön plana çıkartan bir üst düzey AKP yöneticisi gördünüz, duydunuz mu..?
Gelelim günümüze.. Bu protesto gösterileri yapılacaksa eski Doğu Almanya’daki(DDR) gibi yapılsın.. Tüm baskılara, gizli polisteki işkencelere, hapislere rağmen her Pazartesi yüzbinler sokaklara dökülmüştü.. Bizde de yapılacaksa öyle yapılsın.. Yoksa zaman, zaman düzenlenen ” Cumhuriyet Mitingleri ” ile sonuç alabilmek imkânsıza yakın gözüküyor.. Aslında; bu defa bir şans oluştu gibi.. İlk gün polisin gösterdiği aşırı tepki, daha sonra iktidara geri adım attırdı ve polis barikatları kaldırıldı.. Polis teşkilatı son dönemde çok güçlü bir hale getirildi ama asla ve asla askerler kadar disiplinli olamazlar.. Ama tabii ” Bana subay gerekmez.. Gerekirse orduyu Asteğmen ve Astsubaylarla yönetirim..! ” diyen bir zihniyetin devamı olduğunu, her fırsatta söyleyen bir iktidarın başka türlü davranmasını beklemek zaten hayalcilik olur.. Polisi güçlendireceksin ki, gerektiğinde askere karşı kullanabilesin..
Ama umudumuz odur ki; 1991 yılında çekilen ve başrollerini Judy Foster ile Antony Hopkins’in paylaştığı ” Kuzuların Sessizliği ” filminin isminde olduğu gibi, bizim kuzuların da ” Sessizliği ” bozulmuş olsun..
Kalın sağlıcakla efendim
M. Deniz Olcayto   
 
Not : 19 milyon dolar harcanıp 170 milyon dolar hasılat yapan, 1992 yılının Oscar’ına 7 dalda aday gösterilen bu filmin sadece ismini kullanmak istedim.. Yoksa filmin içeriğinin, bugün Türkiye’de yaşananlarla ilgisi yok..

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.