SÜNNİLİĞİN 7 YANLIŞI

ABONE OL
18:09 - 01/10/2020 18:09
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

SÜNNİLİĞİN 7 YANLIŞI

Prof.Dr.İlhami Güler ile Eğitim Kampı (lV) 

1. Sünniliğin siyasi bir pratik olarak sorunlu doğuşu

Ana hatlarıyla bakıldığında Kuran’da ortaya konulmuş bir siyasi ufkun olduğu görülmektedir. Bunun en temel ilkesini adalet oluşturmaktadır. Kuran adalete dayalı bir toplumsal yapının kurulmasını hedeflemiştir. “Allah, size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor.” (Nisa 58) ayetiyle emanetlerin, yani toplumsal sorumluluk gerektiren kamu işlerinin ehil kişileri verilmesi istenmiştir. Ehil kelimesi burada hem dürüstlük hem de uzmanlık anlamında kullanılmıştır. En önemlisi işlerin çözüm sürecinin şura yöntemiyle yürütülmesi tavsiye edilmiştir. Cahiliye döneminde Arapların başvurdukları siyasi bir kurum olan yaşlılar meclisi sistemi Kuran’da biraz daha genişletilerek alınacak kararlarda mümkün olan oranda toplumun tüm kesimlerinin katılımının sağlanması hedeflenmiştir. Bir anlamda demokrasiye benzeyen bir sorun çözme tekniği Kuran’da Müslümanlara tavsiye edilmiştir. Bu temel ilkelerin Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ne kadar pratiğe döküldüğüne bakıldığında ciddi bir kırılmanın olduğu görülmektedir. İslam’ın altın çağı denilen 4 halife döneminde dahi bu siyasi ufuktan ciddi bir kayma gerçekleşmiştir. Önceden Mümin kardeşliği üst kimlik haline getirilmişken, kabilecilik ortadan kaldırılmışken Hz. Muhammed’in ölümüyle birlikte Kureyşli kimliği yeniden ön plana getirilmiştir. 4 halifenin kendileri dahil, siyasal iş üstlenecek kişilerin birinci derecede Kureyşliler arasından seçilmesi bunun en önemli göstergesidir. Burada tarihi bir determinizme kayılarak, o dönemde Kureyş’in karizmasının yüksek olduğu, aksi durumda Arapların başka bir güce boyun eğmeyeceği savunulmaktadır. Böylesine kabileciliği mazur gösteren bir savunmaya gidilmesi İslam’ın yeni bir değer getirmiş olmasıyla örtüşmemektedir. O halde neden Allah kabileciliği ortadan kaldırmak için 23 yıl boyunca kavga verdi? Kuran’ın çabasını görmezden gelip hemen tekrar Cahiliye Dönemi’ne dönülmesini haklı çıkaran bir savunma kabul edilebilir değildir. Beni Saide’de yapılan tartışmalara bakıldığında Ensar’ın da yönetime talip olduğu ve en sonunda hiç olmazsa “Emirler sizden olsun, vezirler bizden olsun.” diyerek bir uzlaşmaya varmak istedikleri görülmektedir. Ancak siyasi erkin kabile karizmasına geri dönmesi İslam’ın ortaya koyduğu siyasi anlayıştan ilk sapmadır. Bir diğer sapma “Sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesidir.” hadisinden yola çıkılarak siyaset, saltanat ve daha sonra saltanatın gelişmesiyle siyasi sülalelerin yeryüzünde Allah’ın gölgesi haline getirilmesidir. Oysa Allah’ın yeryüzünde gölgesi olmayı hak eden şey adalet ve hukuktur. Kuran buna ciddiyetle vurgu yapmaktadır. Ancak Hz. Muhammed’in ölümünden sonra Müslümanlar ciddi düzeyde bir hukuk kurumu ortaya çıkarmayı başaramamıştır. Hz. Osman döneminde cesaret alan Ümeyyeoğulları, bir anlamda gasp ederek, karşı devrim yaparak yönetimi kendi tekellerine almışlardır. Muaviye’nin başkaldırması ve Hz. Ali’yi yenmesiyle birlikte siyasi erk önceden kabilenin tümüne aitken artık alt bir klanına tapulanmıştır. Daha sonra Emeviler ve Abbasiler arasındaki mücadele kabilecilik anlayışının bir sonucudur. Ümeyyeoğuları ve Haşimiler kavgası bu kez imparatorluklar düzeyinde devam etmiştir. Sünniliğin ilk yanlışı siyasal anlamda Kuran’ın ortaya koymuş olduğu hedeflerden uzaklaşma ve siyasal ilkelerden sapmadır. 

2. Kuran’ın kadim kabul edilmesi

İkinci hata erken dönemde ortaya atılan Kuran’ın mahlûk olup olmadığı tartışmasıydı. Bu tartışma daha geç dönemde entelektüel bir düzeyde politik irade işin içine katılmadan yapılsaydı çok daha farklı olabilirdi. Abbasiler döneminde Mutezile’ye sempati duyan halifeler Kuran’ın mahlûk olduğu tezini kabul ettiler ve mahlûk değildir diyenlere karşı baskı uyguladılar. Daha sonra Mütevekkil ihtilal yapıp Sünnilik iktidara gelince tam tersi bir mihne olayı yaratıldı. Abbasilerin orta döneminde bütün selâtin camilerde bir hutbe okutulmuş ve ‘Kim bundan sonra Kuran’ın mahlûk olduğunu söylerse kanı helaldir.’ denilmiştir. Dolayısıyla devletin resmi ideolojisi 850’den itibaren Kuran’ın mahlûk olmadığı, kadim olduğu yönündedir. Şu anda Sünniliğin Kuran hakkındaki teorisi de bu görüşe dayanmaktadır. Sünniliğin yapmış olduğu ikinci en büyük hata Kuran’ın kadim olduğu tezinin tarihte Sünni siyasal iktidarlar tarafından kitlelere devletin resmi ideolojisi olarak dayatılmasıdır. Çünkü eğer kitap kadim olursa kelamın içindeki bütün manalar da kadim olmuş oluyor, manalar kadim olunca o manaların delalet ettiği insanlar ve nesneler de kadim olmuş oluyor. Böylece kadimlerin sayısı alabildiğine artıyor ve bunun doğurabileceği bir sürü teolojik problem ortaya çıkıyor. 

3. Kaynakların mumyalaştırılması

Sünniliğin üçüncü en büyük hatası fıkıh usulünde kabul edilen kaynaklar ile ilgilidir. Sünni teoloji Şafi’nin Er Risale adlı kitabında ortaya koyduğu Edille-i Erbaa denilen, kitap, sünnet, icma ve kıyastan oluşan 4 kaynak üzerine kuruludur. Kuran, sünnet ve aklın pozisyonunu teolojik olarak temellendirdiği kitabında Şafi’nin ortaya attığı bu fikir Sünniliğin zamanla temel usulü olmuştur. Şafi’nin Arap olması ve Abbasilerden itibaren İslam dünyasındaki hegemonyanın Araplarda oluşuyla birlikte Sünnilik Arap mantığına göre teşekkül eden bu usulle tarihi yolculuğuna devam etmiştir. Şafi bu usulü koyarken kaynakları mutlaklaştırmış, mumyalaştırmış ve kutsallaştırmıştır. Kuran ve sünneti neredeyse Allah kadar sabit, mutlak ve değişmez olarak vaz’ etmiştir. “Hakikat Allah’ın ve resulünün söylediğidir, geriye kalan her şey şeytanın vesvesesidir.” diyerek insan aklıyla ortaya konulan her türlü görüşü şeytani olarak yorumlamıştır. Oysa İslam tarihinde kaynaklar konusunda Hz. Ömer, Ebu Hanife, Mutezile gibi âlimlerin ortaya koyduğu farklı yorumlar bulunmaktaydı. Örneğin Ebu Hanife bir içtihat yaptığı sırada kendisine getirilen sahih bir hadis için, “Bu Medine’nin o günkü koşullarında Hz. Muhammed’in söylediği bir sözdür, bugünkü koşullarda geçerli değildir.” diyebilmiştir. Hz. Ömer İbn-i Abbas’ı Basra’ya vali gönderirken ona “Gittiğin zaman orada halkı arı vızıltısı gibi Kuran okurken bulacaksın, gidip orada hadis rivayet ederek insanları Kuran’dan uzaklaştırma.” demiştir. Kaldı ki Hz. Ömer, Kuran ayetlerine de son derece dinamik ve illete bağlı olarak bakabilen biridir. Ehl-i Rey (akıl yürütmeye dayalı metodu savunanlar) denilen başlangıçta en az Ehl-i Hadis (hadise dayalı metodu kabul edenler) kadar dine yorum getiren, insan aklını, vicdanını ve cesaretini dini hayatın tanzim edilmesinde işe katan kişiler ve görüşler maalesef 850’den itibaren yavaş yavaş elimine olmuştur. Ehl-i Rey ve Ehl-i Hadisi bugünkü çağdaş politika deyiminde özgürlük ve güvenlik paradoksu olarak düşünecek olursak ya da bir arabanın sağlıklı gidebilmesi için gerekli olan fren ve gaz sistemi olarak düşünecek olursak, Ehl-i Hadis güvenlik ve fren sistemiyse Ehl-i Rey de özgürlük ve gaz sistemidir. Bunların birlikte gitmesi İslam toplumunu daha iyi bir yere getirebilirdi. 
 
4. Allah, tabiat ve insan tasavvuru 

Dördüncü büyük hata Eşari’nin ortaya koyduğu ve Sünniliğe yerleşen Allah, tabiat ve insan tasavvurudur. Daha önce Mutezile’nin geliştirdiği -bazı küçük hatalar içermekle birlikte- hem Allah’ın, hem tabiatın, hem de insanın hakkını bir anlamda kendilerine teslim eden bir görüş vardı. Mutezile’ye göre Tanrı’nın bir yaratımı olarak tabiat kendi içinde bir otonomisi ve nedenselliği olan bir yapıydı. İnsan da Tanrı’nın bir mahlûkuydu ama en azından cüz’i iradesiyle birlikte Tanrı karşısında özgürce eylemler ortaya koyabiliyordu. Eşari’ye göre ise Tanrı karşısında ne insanın ne de tabiatın zerre kadar kıymeti, gücü ve iradesi vardı. Eşari Tanrı’nın büyüklüğünü tenzih etme psikolojisiyle ortaya koyarken, Mutezile Tanrı’nın yüceliğini kendi karşısında hem insanın ve tabiatın kendi başına hareket edebildikleri mantığına dayandırıyordu. Mutezili bakışa göre Tanrı büyüktür, çünkü Tanrı dışında Tanrı’nın yarattıkları da büyüktür. Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı eserinde şöyle bir aforizması vardır. “Eğer Tanrılar olsaydı bize yaratacak ne kalırdı.” Eşari mantığa göre Nietzsche haklı olarak Tanrıları inkar ediyor. Ben Mutezili bir mantıkla şöyle diyorum. “Kendisi gibi yaratıcılar yaratan Tanrı’yı teşbih ederim.” Tanrı’nın mükemmelliği kendisi gibi yaratıcılar yaratmasındadır, hiçbir şey yaratamayan ebleh bir varlık yaratmasında değildir. Eşariliğin doğa anlayışına göre doğada hiçbir nedensellik yoktur. İnsan da kendi cüz’i iradesiyle eylem ortaya koymaz. Sünni toplumun kaderciliği büyük ölçüde buradan gelmektedir. Erken dönemde nedenselliğe inandıkları için botanikçi, fizikçi ve astronomlar çıkmıştı. Daha sonra gelişen kadercilik inancı insanlarda merak duygusunun zayıflamasına ve böylece bilimden uzaklaşmalarına neden olmuştur. 

5. Tasavvufun doğuşu 

Sünniliğin beşinci yanlışı tasavvufun meşrulaştırılması olmuştur. Tasavvufa getirilecek en önemli eleştiri dil ve mantığın devre dışı bırakılarak sezginin, yani ilhamın bilgi kaynağı haline getirilmesi olacaktır. İkinci olarak zühd ve riyazetin salih amel yerine etik değer haline getirilmesidir. Bu da Kur’ani değildir. Dünya ile mesafeyi artırma, içgüdülerin sökülmesi, “Ölmeden önce ölünüz.” diyerek nefsin öldürülmesi talebi Kuran’ın talebi değildir. Bu, tasavvufla erdem haline getirilmiştir. Selçuklu’nun yükseliş döneminde bu tip öğütler ahilikte olduğu gibi pozitif sonuçlar göstermiştir. Osmanlı’nın ilerleyen dönemlerinde ise tarikatların Osmanlı’nın iktisadi hayatının çöküşünde önemli bir rolü olduğu görülmektedir. Tasavvufun ortaya çıkmasının sorumluluğu kelam ve fıkıhtadır. Düşünce, duygu ve davranış dinin 3 boyutunu oluştururlar. Bunlardan birisi olmazsa olmaz. Erken döneme bakıldığında kelam düşünceye, fıkıh insanın dış davranışlarına ağırlık vermiştir. Kelam ve fıkhın duygu boyutunu ihmal etmelerinin sonucunda tasavvuf sorunlu bir şekilde ortaya çıkmıştır. Yani, iki sakat doğum bir tane düşük doğuma sebep olmuştur. Dolayısıyla Sünni düşünce parçalıdır ve eksiktir, bunlardan bir tanesini merkeze almanın bir anlamı yoktur. 

6. İman amel ilişkisine bakış

Altıncı hata iman-amel ilişkisi bağlamında ortaya çıkmıştır. Hariciler amelle imanı bütün olarak kabul edip ameli olmayanı kâfir sayarak öldürmüşlerdi. Daha sonra Mürcie’nin savunduğu imanla amelin ayrı şeyler olduğu ve imanı olduğu müddetçe kişinin mümin sayılacağı anlayışı doğdu. Mürcie’nin imanla ameli birbirinden ayırması doğruydu ancak onların da hatası imanı sadece tasdik olarak görmeleri, duygu boyutunu dışarıda bırakmaları oldu. Oysa iman sadece tasdikten ibaret değildir, içinde duygusal değerleri de taşır ve bunlar zamanla artar ve eksilirler. Yani iman artan, eksilen bir şeydir. İman ve amel birbirinden ayrı şeyler olmakla birlikte aralarında zorunlu bir bağ vardır, birinin varlığı diğerinin oluşumunu yaratır. İman, itikadımızın içindeki inandığımız şeye karşı beslediğimiz sevgi, saygı, korku, umut gibi duygulardır. İtikadı bir küp olarak düşünürsek iman o küpün içindeki sudur. Küpün içinde ne varsa dışarıya o sızar. İçimizdeki duygusal boyutu görürsek o zaman kendimizi teşhis edebiliriz. Küpümüzün ne kadar dolu olduğunu ölçebiliriz. Sahabe bunu bildiği için zaman zaman birbirlerini iman etmeye davet ederdi. 

7. Sünniliğin dinin kendisi olarak kabul edilmesi

Sünniliğin yedinci yanlışı bütün bu hataları göremeyip, bunları bizatihi dinin kendisi saymasıdır. Bunların teori olduğunu ve bunlara farklı tarzda iman edenlerin olabileceğini görememesidir. Oysa bu, bir teori geliştirmektir ya da başka bir teori benimsemektir. Sünniliğin en büyük cehaleti teori olduğunun bilincine varmayıp kendinin dinin kendisi sanmasıdır. Bu sadece Sünnilere, Müslümanlara ya da Türklere has bir durum değildir. Hangi dinde ya da düşüncede olursa olsun bütün dogmatiklerin kaderi budur. Kuran’ın mesajına karşın Müşrikler, “Biz atalarımızı bir gelenek üzere bulduk ve onların yolunda giden doğru kişileriz.” demişlerdi. Şu anda Sünni mantığı da tıpkı 1400 sene önceki bu mantıkla aynıdır. Bu görüş Kuran’a göre doğru değildir. Bir insan kitlesinin bir görüş üzere icma etmiş olması onun mutlak doğru olduğu anlamına gelmez. Bunun için Kuran diyor ki, “Akıllarını kullanmayanların üzerine Allah pislik yağdırır.” (Yunus 100) Nasıl itikad edilmesi gerektiğini de açık bir şekilde ifade ediyor. Hakkında bilgin olmayan bir şeyin peşinden gitme, gidersen aklın, kulağın, gözlerin ahirette bundan sorumlu tutulacaktır. Çünkü bile bile bilgi aktarımını iptal ettin, kendini aptallaştırdın. Dogmatikler içinde olan insanlar tarih tarafından aptallaştırılmış olan insanlardır. 

BİTTİ

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.