SİYERİ FARKLI OKUMAK (IV/4)

ABONE OL
18:07 - 01/10/2020 18:07
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

SİYERİ FARKLI OKUMAK (IV/4)
 
TÜRK EĞİTİM DERNEĞİ’NİN 8. EĞİTİM KAMPI / PROF. DR. MEHMET AZİMLİ İLE
 
Allah’ın ahirette görülmesi meselesi bile epey tartışmalı iken, Miracın mahiyeti meçhul iken, ne zaman olduğuna dair onlarca rivayet var iken, hatta olup-olmadığı tam bilinmezken, Peygamber ile Allah’ı diz dize mesafede sohbet ettirmek, mevlithanların “Hakk’ı gören göz hakkı için” diye attıkları naralara inanmak, Peygamberimizin Allah’ı baş gözüyle gördüğünü söylemek edep sınırlarını epey zorlamaktır-
 
 
İsra ve Miraç
 
Mekke’de gerçekleştiği söylenen Miraç mucizesi hakkında, ciltlerle kitap yazılmıştır. İlk kaynaklarda İsra ve Miraç farklı anlatılır. Daha sonraki kaynaklarda birleştirilmiştir. Kuran’da İsra bir ayette geçer. Çok büyük mucize olarak anlatılır. İsra gece yürüyüşü demektir. Mescid-i Haram zaten bellidir Mekke’deki Kâbe ve civarı. İlk kaynaklara baktığımız zaman Mescid-i Aksa diye bir tabir geçmiyor. Yani Kudüs’teki Mescid-i Aksa’dan bahseden bir Mescid-i Aksa yoktur ilk kaynaklarda. Kudüs hep Beytü’l Makdis diye geçer. Arapların algısında orası Beytü’l Makdis’tir. Kudüs için Mescid-i Aksa tabiri Peygamberimiz ’den 80 yıl sonra kullanılmıştır. Emevi halifesi Abdulmelik bin Mervan ile Abullah bin Zübeyr’in savaşı sırasında ortaya çıkmıştır. Abdülmelik bir daha Mekke’ye hacca gidilmeyecek diye bir karar alır. Ve Mekke yerine Müslümanları Hac için Kudüs’e yönlendirir. Hemen bir de hadis uydurulur. ‘Hac için şu 3 mescide ziyaret yapılabilir, Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa.’ Ve böylece Mescid-i Aksa kutsal bir mekân olur.
 
Peygamberimizin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin yürütülmesine “İsra”, oradan da semaya yükseltilmesine “Miraç” denir. “O Allah’ın şanı ne yücedir ki; Kulu Muhammed’i gecenin bir kısmında, ayetlerimizin bir kısmını göstermek için Mescid-i Haram’dan, etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüttü… [İsra, 17/1]
İsra ayetle sabittir, inkârı küfürdür. Miraç ise pek çoğu Kur’ân’a ve tarihi hadiselere aykırı, zayıf ve uydurma hadislere dayanır. İnkârı herhangi bir şey gerektirmez. Böyle zayıf rivayetlerden itikat oluşturulamaz. İtikat subuti zannî deliller üzerine kurulamaz. Kur’ân’da olmayan bir şey itikada konu da olamaz. Zira Kur’ân, tamamlanmış bir dinin kitabıdır.
 
Miraç olayı hadislere göre özetle şöyle gerçekleşmiştir;
 
”(Bir rivayete göre, henüz kendisine vahiy gelmezden önce, yani peygamber bile olmadan) Peygamber, Kâbe’de yatarken (ya da evinde yatarken evin tavanı yarılmış) ya da; uyurken Cebrail gelip karnını göğsüne kadar yarıp, kalbini çıkardı, zemzem ile yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup, kapattı. Burak adlı bir bineğe bindirilen Peygamber, Cebrail ile Kudüs’teki, Mescid-i Aksaya gittiler. Cebrail parmağıyla sahre’yi (hacer-i muallak’ı) delip, Burak’ı bağlamış. Burada diğer peygamberler tarafından karşılanan Hz. Muhammed, onlara imamlık yaparak namaz kıldırdı. Daha sonra yanında Cebrail olduğu halde göğe doğru yükselmeye başladılar. Her bir katta bir peygamber ile görüşür. Mesela; yedinci kat semada Hz. İbrahim’i gördü. Hz. İbrahim sırtını Beyt-i Mamur’a dayamış duruyordu. Her gün buraya 70 bin melek, bir daha dönmeyesiye girip, çıkıyordu. Cebrail ile birlikte süren bu yükseliş Sidretü’l Münteha’ya kadar devam eder.
 
Sidretü’l Münteha ağacının fil kulağı gibi olan yapraklarını, desti gibi olan meyvelerini görür. Orada dört nehirle karşılaşır. O dört nehirden ikisinin cennet ırmağı, diğer ikisinin Fırat ve Dicle olduğu söylenir. Cebrail; “Buradan öteye geçecek olursam yanarım” diyerek orada kalır.
Peygamber Refref adlı bir binekle yükselişini sürdürür. O kadar yükselir ki, insanların kaderlerini yazan kâlemlerin cızırtılarını işitecek kadar. Bu yükseliş sırasında kendisine cennet ve cehennem gösterilir.
Allah’ın huzuruna varır. Yüce Rabbe o kadar yaklaşır ki, Kâb-ı kavseyn kadar, arada bir yayın iki ucu kadar, hatta daha az bir mesafe kalır. Hatta bazı rivayetlere göre Allah’ın didarını /yüzünü görür! Orada kendisine ümmetinden -Allah’a şirk koşanların dışında- cennete gireceği müjdesi verilir. Bakara Suresinin son iki ayeti doğrudan peygambere hediye edilir. Elli vakit namaz farz kılınır.
 
Dönüş yolunda Musa ile karşılaşır. Musa; “Ne ile emrolundun?” diye sorar. Hz. Muhammed; “Elli vakit namaz” diye cevap verir.
Bunun üzerine Musa; “Her gün elli vakit namaz çok fazla, buna ümmetinin gücü yetmez. Rabbi’ne söyle bunu azaltsın” der.
Hz. Muhammed’de yeniden Allah’a dönerek azaltmasını rica eder, Allah’ta beş vakit indirir. Namaz 45 vakitte farz olduğu halde Peygamber dönüşte Musa’ya tekrar uğrar.
Musa “bu kadarı da çok, git Allah’tan biraz daha indirim rica et” der. Hz. Musa’nın bu uyarıları ile namaz beş vakte inene kadar Peygamber Allah’ın huzuruna gelir, gider. Peygamber, namaz beş vakte indirildikten sonra yeniden Hz. Musa’ya uğrar.
Musa bu beş vaktin de çok olduğunu, ümmetin bunu da yerine getiremeyeceği uyarısında bulunarak yeniden Allah’a dönmesini ve biraz daha indirim yapması için ricada bulunmasını söyler. Ancak bu kez Hz. Peygamber artık isteyecek yüzünün kalmadığını belirterek beş vakte razı olduğunu söyler.
Bu arada Allah şöyle nida eder; “Ey Muhammed! Katımda söz değişmez. Ne dedimse odur. O, gündüz ve gecede beş vakit namazdır. Her bir namazın karşılığı on namaz sevabıdır. İşte bu, böylece elli vakit namaz yapar.
Allah Resulü uyandığında kendini Mescid-i Haram’da bulur. Miraç dönüşü Kureyş onu yalanlayınca, Allah da Beyt-i Makdis’i onun gözü önüne getirir. Ona bakarak onların sorularına cevap verir. Hz. Ebubekir, Peygamberimizi tasdik ettiği için ona “Sıddîk” lakabı verilir.”
 
Miraç hadisesinin Recep ayının 27. gecesi olduğu kabul edilmekle birlikte, hangi tarihte olduğu ve kaç kere olduğu konusunda da pek çok farklı rivayet vardır. Rivayetler; peygamberliğin beşinci yılıyla, on ikinci yılı arasında olduğunu söyler. Hatta peygamberlikten önce olduğunu söyleyen çok garip bir rivayet bile vardır. Yine miracın kaç kere olduğu hususunda da ittifak yoktur. Ayrıca ruhen mi, bedenen mi, rüyada mı, uyanıkken mi olduğu da tartışmalıdır. Yine, İsra ile Miracın ayrı ayrı vakitlerde olduğuna dair rivayetler de vardır. [ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak, s.147]
Yine bazı hadisçiler ve İbn-i Sa’d gibi tarihçiler İsra ve miracı birbirinden farklı iki olay olarak ele almaktadırlar.[ Sun’atullah Bikbulat, İnşikak-ı Kamer Meselesi, İslamiyat Der, C.7, Sayı;3, s.186-7]
 
Necm Suresi ile İsra olayının hiçbir alakası yoktur
 
Miraç hadisleri ile Kur’ân ayetleri arasında ciddi problemler vardır. Şöyle ki; Miraç olayında geçen “sidre-i münteha, kab-ı kavseyn” gibi kavramlar Necm suresinden alınmadır. Oysa Necm suresi bisetin 3. veya 4. senesi inmiştir. Yani İsra ve Miraç olayından en az sekiz sene önce! Bu nedenle Necm suresinin kendisinden sekiz sene sonra olacak bir olayı anlatması düşünülemez. Necm suresinde anlatılan, Peygamberin Cebrail’i görmesidir. Kur’ân’ın hiçbir ayetinde Peygamberin Allah’ı gördüğüne, göğe çıktığına, O’nunla konuştuğuna dair tek bir kelam yoktur. Hatta ima bile yoktur.
 
Necm suresinin anlamı şöyledir; Ortaya çıktığı zaman /battığı zaman yıldıza andolsun! Arkadaşınız (Muhammed) ne saptı, ne de azdı. Ne de o kendi hevasından konuşmaktadır. Bu (Kur’ân) kendisine indirilen bir vahiyden ibarettir. Onu son derece kuvvetli olan bir (melek /Cebrail) öğretti. Üstün akıl sahibi /tam donanımlı birisi. Derken kendini gösterdi. En yüksek/uzak ufukta belirmişti. Sonra yaklaştı, derken iyice sokuldu. Öyle ki iki yay aralığı kadar, hatta daha da az. İşte bu esnada Allah kuluna vahyedeceğini vahyetti/bildirdi. Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Onunla gördüğü şey konusunda tartışacak mısınız? Doğrusu onu /Cebrail’i bir başka iniş sırasında daha görmüştü. Son Sidre /kiraz ağacının yanında. Ki onun yanında oturulacak bir bahçe (mesire yeri) vardır. Sidre’yi /kiraz ağacını kaplayan kaplamıştı. Göz ne şaştı /kamaştı ne de haddi aştı. Muhakkak ki o Rabbinin ayetlerinden en büyüklerinden bir kısmını görmüştü.” [Necm / 1-18]
 
Bu ayetler; ilk vahy anında olanların bir sanı, bir rüya olmadığını, Peygamberin olay anında sağduyusunu kaybetmediğini vurgulamakta ve bu sahnenin iki defa yaşandığını anlatmaktadır.
Necm suresinin anlatımı tıpkı Tekvir suresindeki anlatımın bir benzeridir;”Kuşkusuz bu, değerli bir elçinin (Cebrail’in) sözüdür. Arş’ın Sahibi Allah’ın katında ona hem güç, hem de çok itibar bahşedilmiştir. Orada ona itaat edilir, üstelik güvene layıktır. Arkadaşınızı cin çarpmış değildir. Ant olsun o meleği berrak bir ufukta görmüştür. O gayb /vahy hakkında cimri de değildir (onu saklamaz). Bu, kovulmuş şeytanın sözü değildir.” [Tekvir/19-23]
 
Necm suresi de, Peygamber’in Cebrail’den vahiy alışını tasvir etmektedir. Bu ayetler çok açık olarak vahyin kaynağı hakkındadır. Peygamber vahyi cinlerden almıyor, kendi hevasından uydurmuyor. Ona vahyi getiren Cebrail’dir. Onu iki defa görmüştü. Bir defasında en yüksek ufuktan yaklaşıp gelmişti. Bir defasında da Me’va Bahçesi’nde, son Sidre ağacının yanında!
 
“Cennet’ül Me’vâ”
 
Peygamberimizin Cebraili görmesinden bahseden bu pasajlarda geçen “Kab-ı kavseyn” veya “Sidre-i Münteha”, “Cennet’ül Me’vâ” gibi deyimlere, sonrakiler bambaşka anlamlar yüklemişlerdir. Kab-ı kavseyn; Allah ile âşık olduğu kulu Muhammed’in vuslatı olarak anlatılır. Sidre-i Münteha da; varlık dünyasının sınırı olarak anlatılmaktadır. Hatta bu son sidre ağacından, cennet nehirleri çıkar, Fırat ve Dicle doğar. [Buhari, Enbiya, 22/2]
Cennet’ül Me’vâ ise; ahiret yurdundaki cennetin bir bölümü olarak tasvir edilir.
 
Bi’setin 3. veya 4. senesinde Necm Suresi nazil olduğunda Mekkeliler, bu “Me’va Cennetini ve Sidret’ül-Münteha’yı biliyor olmalılardı ki, içlerinden hiçbirisi bu yerin neresi olduğuna dair bir soru sormamıştır. Aksi halde ona itiraz ederler ve ‘Sen demek göğe çıkıp Allah ile sohbet ettin, Cennete gittin öyle mi?’ diye alaya alırlardı. Oysa bu ayetlerde; âdeta açık adres gösterilerek vahiy mahalli açıklanmaktadır. Peygamberin Cebrail ile görüşmesi, herkesin bildiği, yanında oturmaya değer bir bahçe olan “son sidre ağacının” yanında olmuştur.
Ayette bahsedilen sidre ağacı, o vadide yetişen bir ağaç türü olup, “sedr ağacı” veya “Arabistan kirazı” olarak da bilinir. Genellikle sınırları belirlemek için büyütülen bu ağaç, kırsalda yaşayanlar için taş, kaya, ağaç, pınar gibi bir nirengi /işaret noktası olarak kabul edilirdi. Bizdeki “Aynalıkavak, Gebeçınar” gibi, bu “Sidret’ül-Münteha” da Mekkelilerin bildiği bir semtin adı olmalıdır.
Cennet kelimesi Kur’ân’da onlarca yerde dünyadaki bahçeler için de kullanılmıştır. Âdem’in dünyada yaratıldığı cennet /bahçe gibi! Peygamberin vahiy almak için ya da Cebrail’i görmek için Ahiret yurdundaki Me’vâ cennetine gitmesinin hiçbir gerekçesi yoktur. Allah nasıl bir zamanlar Musa peygamber ile bir ağacın arkasından konuştu ise,[İsfehânî, el-Müfredat. s.557] Cebrail ile ona vahyini iletti ise, şimdi de Son Peygamberiyle Sidre ağacının arkasından konuşmaktadır. Cebrail ile muradı ilahisini bildirmektedir.
Kab-ı Kavseyn; de o zamanlar için kullanılan bir uzunluk birimidir. “Bir kulaç, iki arşın” vs. gibi! Cebrail “Bir yay boyu” mesafe kadar Peygambere yaklaştı, hatta daha da yakın!
 
İsra zamanında Kudüs;
 
Elmalı, “Mescid-i Aksa” ile kastedilenin “Beyt-i Makdis” ve mübarek kılınan yerin de Kudüs ve civarı olduğunu söylese de, Mescid-i Aksa ile Beyt-i Makdis arasında anlam ve yapı bakımından hiçbir benzerlik yoktur. Zaten Kur’ân’ın indiği dönemde ve daha sonraki yıllarda Kudüs’teki bu yapı, Beyt-ül Makdis olarak anılır, yazılır ve bilinir.
Bu şehrin onlarca ismi vardır. Şehrin ismi çoğunlukla bu şehirdeki mabedin ismiyle özdeşleştirilmiştir. Eski İbrani paralarında şehrin ismi “Yerushalayim” olarak geçer ki, bugün de “Yeruşalim” olarak okunmaktadır. İbranice “Şalim” Arapça ”Sâlem” ile aynı kökten müştak olup; ikisi de barış anlamına gelmektedir. Grekler zamanında da şehre verilen ismin kökündeki barış anlamı değişmedi. Onlar şehre ”Hierosolyma” ismini verdiler. “Solyma” önceki isimlerindeki gibi barış anlamına geliyordu. “Hiero” ise “kutsal” demekti. Önceleri “Şalim” kelimesi “yeru” gibi, “ülke, şehir, yurt” anlamlarına gelen kelimelerle tamlanarak söylenirken, daha sonraları kelime “kutsal” anlamına gelen kelimelerle tamlanarak söylenmeye başlandı.
 
Romalılar şehri işgal ettikten sonra isim Roma imparatorunun ismine atfen İlya olarak anılmaya başlandı. Ömer zamanında şehir fethedildiğinde bu isim kullanılıyordu. Şehrin sakinleriyle yapılan antlaşmada “İlya/İlia” ismi geçmektedir. Araplar şehir fethedilinceye kadar buraya “İlya” veya “Medinetü Beyti’l Mukaddes ya da; kısaca Beytül Makdis” şeklinde isimlendiriyorlardı. İlk dönem kaynaklarında bu isimlerin dışında kullanım yer almamaktadır. Daha sonraları “el-Ardü’l-Mukaddes, Darü’s-Selam, Medinetü’s-Selam ve Mescid-i Aksa” isimleri de kullanılmıştır. Memluklular zamanından itibaren ise şehir artık daha çok ”Al-Kuds veya el-Kudsu’ş-Şerif” isimleriyle anılmaya başlanmıştır.[Muammer Gül, Kudüs ve Tarih İçinde Aldığı İsimler, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11 sayı:2]
 
“Mescid-i Aksa”
 
O günlere ait az sayıdaki orijinal belgede Mescid-i Aksa ismi hiç geçmemektedir. Fetihten sonra Kudüs’te bir mescit bulunduğuna dair en eski bilgi ise yaklaşık 50 yıl sonrasına aittir. Bu da bir Hıristiyan gezgine aittir. Bu bilgi de şudur; Kudüs’te bir kilisenin bir bölümünde namaz kılınmaktadır. Buranın yeri de tam belli değildir.
 
Peygamber’den rivayet edilen hadislerde bile burasının ismi Mescid-i Aksa olarak değil, Beytül Makdis olarak geçmektedir. Çok az rivayette Mescid-i Aksa geçse bile bunların sonradan karıştırılarak böyle kullanıldığı açıktır. Miraca ilişkin çok sayıdaki hadislerde burası Mescid-i Aksa olarak değil Beytül Makdis olarak isimlendirilmektedir.[ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.145]
Ezrakî’nin tespitlerine göre bu rivayet, o günkü Emevi iktidarına yaranmak ve iktidara meşruiyet kazandırmak maksadıyla, saray âlimlerinden Şihab-ez Zühri, hadisin orjinalindeki “Süleyman’ın mescidi” ifadesini ,”Mescid-i Aksa” şekline çevirerek tahrif etmiştir. Abdülmelik bin Mervan, Mekke’de kendisine karşı halifeliğini ilân eden Abdullah bin Zübeyr ile girdiği politik mücadelede bir taktik olarak, Halife Ömer tarafından camiye çevrilen bu basit yapının adını, Mekke’deki Mescid-i Haram’a nazire olsun diye “Mescid-i Aksa” koymuştur. Zührî gibi hadisçilere de Mescid-i Aksa’nın, bu mescit olduğunu kitaplara yazmak kalmıştır ki, bu da pek zor olmamıştır. Sonuç olarak o yıllardan bu yana ne yazık ki tüm Müslümanlar bunu böyle kabul etmişlerdir. “Mescid-i Aksa” dendiğinde Kudüs akla gelir olmuştur.
 
M.Ö, 586 yılında Babil kralı Nabukadnezzar/ Buhtünnasr Beyt-i Makdis’i tamamen yıkmış, Yahudileri de esir olarak yanında götürmüştür. Daha sonra mabed birkaç defa daha inşa edilmişse de pek çok işgale uğrayan Kudüs her bir defasında yakılmış, yıkılmıştır. En son Hz. İsa zamanında son kez inşa edildi. M.S, 70 yılında Titus katliamında buradaki mabed -batı duvarındaki bir bölüm ve üç kule hariç- yerle bir edilmişti. Bu yer de Hıristiyanlar tarafından çöplük haline getirilmişti. İslam ordusu burayı fethettiğinde de hala bu haldeydi. Titus, ayrıca tekrar mabedi inşa etmemeleri için Yahudilerin Kudüs’e girmelerini yasaklamıştır.
 
Hristiyanlar Hz. İsa’nın [Matta, 24/2] deki sözlerine hürmeten Süleyman Mabedinin tekrar yapılmasını reddetmişlerdir. Hatta Hristiyanlar Yahudilere hakaret olsun diye burasını çöplük olarak kullanmışlardır. Müslümanların 638 yılında Kudüs’ü fethetmesine kadar burası bu şekilde kalmıştır. Yani peygamberin Miraca çıktığı söylenen tarihlerde burada bırakın Mescid-i Aksa’yı, Beyt-i Makdis bile ortalarda yoktu.
Yahudilere göre bir tane de gökte semavi Kudüs vardır. Bu Semavi Kudüs dünyanın sonuna doğru yeryüzüne inecek, dünyadakinin yerini alacaktır. Onlara göre Mabed, dünya yaratılmadan önce de vardı, ama gökte idi. Rab dünyayı onun gölgesinin düştüğü yerden yaratmaya başlamıştır. [Tur, 52/4] geçen “Beyt’ül-Mamur”un Kâbe’nin üzerinde, onun tam hizasında gökte bulunduğu, yedinci kat semada her gün yetmiş bin meleğin ziyaret ettiği şeklindeki rivayetler İsrailoğullarının Kudüs hakkındaki rivayetlerinden alıntı gibidir. Hasan Basri’ye göre, bu Beyt-i Mamur Kâbe’dir.
 
Kudüs’ün fethi
 
Kudüs Hz. Ömer zamanında Ebu Ubeyde b. Cerrah tarafından fethedildi. Hz. Ömer’in Kab’ul-Ahbar’ın yol göstermesiyle çöplük haline getirilmiş bu sahranın /kayanın yerini bulduğu ve temizlettiği, kendisinin de eteğine taş, toprak doldurup taşıdığı bilinmektedir. Hz. Ömer’in molozlar altında kalan bu yeri temizletip, Sahre’nin güneyinde cemaate namaz kıldırdığı Taberî tarafından nakledilir. Ömer’in yaptırdığı bu cami, Beyt-i Makdis’in kalıntıları arasında bulunan sütunların üzeri kalaslarla kapatılarak oluşturulan basit bir yapıdır. Ancak Ömer Ehl-i Kitab’ın halen kullandıkları yerlere dokunmamış ve buralara el koymamıştır. Hatta Ömer’in kendisinden sonra âdet olur da mescide çevrilir endişesiyle Ehl-i Kitab’ın kullandığı bir mabette namaz kılmaktan imtina ettiği rivayeti vardır.
 
Kudüs İslam’ın ilk kıblesi ise, Müslümanların oldukça uzun bir süre burası hakkında aldırmaz bir tutum içinde olmalarının sebebi ne olabilir? Hz. Ömer fetihten sonra ne Peygamber’in üzerinden miraca çıktığı rivayet edilen “Hacer-i Muallak” taşını aratmış, ne de Mescid-i Aksa diye bir mabedi tespit edip burayı tamir ya da inşa etme işine girmiştir. [ Mehmet Azimli, Siyer-i Farklı Okumak, s.165 ] Öyle ya; Kur’ân’da İsra Suresi’nde bahsedilen mescit bu ise, Peygamber burada tüm peygamberlere namaz kıldırdıysa (!) bu alakasızlık neyle izah edilebilir?
 
Bu sorunun tek bir cevabı olabilir; burayı fetheden Müslümanların burasının Mescid-i Aksa olduğuna, Peygamber’in Kur’ân’da bahsedilen İsra, yani geceleyin Kudüs’e doğru mucizevî bir şekilde yürütülmesi hadisesi hakkında ve “Hacer-i Muallak”ın üzerinden miraca çıktığına dair hiçbir bilgileri yoktu. Eğer olsaydı böylesine önemli bir durum karşısında yapılacak ilk şey derhal Hacer-i Muallak’ın yerinin tespiti ve Mescid-i Aksa’nın Kur’ân’da geçen mescit olduğunun ilan edilmesi olurdu. Ama hiçte öyle olmamıştır.
Emevi kralları insanlardan biat almak için özellikle Kudüs’ü tercih etmişlerdir. Emeviler Kudüs ve civarını siyasi nedenlerden dolayı öne çıkarmaya gayret sarf etmişlerdir.
Özetle; Mescid-i Aksa, Emevi halifesi (kralı) Abdülmelik ve oğlu Velid tarafından, İsra olayından çok sonraları inşa edilmiştir.
 
Kubbet’üs-Sahra /Ömer Camii;
 
Kudüs’ün fethinden sonra Müslümanlar uzun bir süre buraya sıradan bir yer gözüyle bakmışlardır. Fetihten yaklaşık 50 yıl geçtikten sonra buradaki yapı Mescid-i Aksa olarak algılanmaya başladı. Peygamber’in üzerine basarak yükseldiği rivayet edilen taşın üzerine Kubbetü’s Sahra isimli sekiz köşeli kubbeli bir yapı inşa edildi.
Kubbetü’s-Sahra; Abdülmelik b. Mervan tarafından, Hz. Ömer’in yaptırdığı mescidin yerine inşa edildiği için buraya “Ömer Camii” de denir. Bu kubbeye “sahre” denmesinin nedeni de üzerinde bulunduğu kutsal kaya /sahre nedeniyledir. Yahudi kaynaklarına göre bu kaya ‘dünyanın temelindeki köşe taşıdır’ [Eyüp, 38/4-6]
Yahudi geleneğine göre; bu sahre; Süleyman mabedinin temelini oluşturur, dünyanın ortasında bulunur, Nuh’un gemisi tufandan sonra bu kayanın üzerine konmuştur, vs.
 
İslami kültüre /rivayetlere göre ise; İsrafil insanlara hesap için toplanın emrini bu kayanın üzerinden verecektir. Ebu Hureyre’den nakledilen bir rivayete göre; bütün tatlı su kaynakları, nehirler ve rüzgârlar bu kayanın altından çıkmaktadır. Bu kayanın havada durduğu, üzerinde peygamberin ayak izi olduğu, Cebrail’in parmak izi olduğu, Peygamberin havada duran bu taşın üzerine basarak miraca çıktığı rivayetleri de vardır.[ Cebrail Kudüs’e vardığında, eliyle taşı delip, Burak denilen merkebi oraya bağlamıştır. [Cebrail Kudüs’e vardığında, eliyle taşı delip, Burak denilen merkebi oraya bağlamıştır. [Tirmizi, 3132]  
Çok doğal olarak bu rivayetlerin tamamı uydurmadır. Bu sahrenin içinde 4.5×4.5 çapında elle yontulmuş, 1,5 m yüksekliğinde, yarım daire şeklinde bir oyuk bulunur. Güya haftada iki defa tüm ruhlar burada toplanırlarmış.
Abdülmelik bin Mervan zamanında hem Kubbetüs Sahra’nın yapılması, hem de bu ilk basit mescidin görkemli bir şekilde yeniden inşa edilerek Mescid-i Aksa isminin verilmesi o dönemdeki siyasi olaylarla yakından ilgilidir.
 
Hac için Mekke’ye gitmeye gerek yoktur
 
Tarihçi Yakubî ve diğer bazı kaynaklar, Kubbetüs-Sahra’nın Halife Abdülmelik’in Müslümanların Hac için Mekke yerine Kudüs’e gitmesi için yaptırdığını söylerler. Emevilere karşı ayaklanan Abdullah b. Zübeyr, Mekke ve Medine’nin yönetimini 15 sene elinde tutmuştur. Mekke ve Medine Abdullah’ın hilafeti altında yönetildiği bu yıllarda Emevi kralları hacca giden Müslümanların Abdullah’a biat edip, siyasi rakibi tarafına geçmelerinden korkuyorlardı. Hacıların Mekke’ye gitmemesi için Kudüs’ü Mekke’ye alternatif olarak düşündüler. “Hacer’ül-Esved” yerine, “Hacer-i Muallâk” ön plana çıkarıldı. (Güya bu “Asılı Taş” Peygamberimiz göğe çıkarken, peşinden gelmeye kalkışmış! Bu yüzden havada asılı kalmış. Tabii ki herkesin de bildiği gibi böyle bir taş yok!) Bu taş üzerine Kubbet’üs-Sahra Camisi inşa edilmişti. Bu cami, bilinen hiç bir cami tarzına benzemez. Sekizgen olup, etrafı meydan olarak düzenlenmiştir. Mekke ve Medine’ye gitmesi istenmeyen hacılar, hac tavafını bu mescidin içinde veya dışında yapacak şekilde tasarlanmıştı. Abdülmelik bu amacını gerçekleştirmek için de etrafına topladığı ulemadan yardım almıştır. İsra ve Miraç’la ilgili uydurulmuş hadisleri de kullanmıştır. İnsanlar Hac için Mekke’ye gitmekte ısrar edince; ”(Namaz ve ibadet için) hiçbir mescide sefer edilmesi doğru değildir. (Ziyade sevap umarak) yalnız (şu) üç mescide sefer edilir; Mescid-i Haram, Mescid-i Nebevi ve Mescid-i Aksa” tarzında hadislerin onun zamanında uydurulduğu veya hadise Mescid-i Aksa’nın eklendiği kuvvetle muhtemeldir.
Böylece insanlara Mescid-i Haram yerine, Beyt-ül-Makdis’i, Kâbe yerine de peygamberin miraca çıktığı bu kayayı ziyaret edebileceklerini söylenmiş ve üzerine ipek örtüler asılmıştır. Bu sahrenin etrafında tavaf edilip, arefe günü de Mescid-i Aksa’da vakfeye durulduğu rivayetleri vardır.[ İbn Kesîr, Tefsir: 3/6 ]
 
İbni Kesir’in tarihinde olay şu şekilde anlatılmaktadır
 
“Bu sene Abdülmelik b. Mervan, Kudüs’te Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine bina yaptırmaya ve Mescid-i Aksa’yı onarmaya başladı. Bu onarım işi hicretin yetmiş üçüncü senesinde tamamlandı. Bunun sebebi de şu idi: Abdullah b. Zübeyr, Mekke’yi istila ettiği zaman Mina ve arefe günlerinde insanların Mekke’de ikamet ettiği günlerde hutbe irad ediyor, hutbesinde Abdülmelik’in aleyhinde konuşuyor ve Mervanoğullarının kötülüklerini anlatıp şöyle diyordu; Peygamber, Hakem’e (Abdülmelik’in dedesi) ve onun nesline lanet etti. Peygamber onu kovdu ve lanetledi.
 
Abdullah b. Zübeyr, insanları kendisine bey’ata davet ediyor, çok fasih konuşuyordu. Şamlıların büyük çoğunluğu ona meylettiler. Abdülmelik, bunu duyunca insanları hacdan menetti. Hacca gitmelerine müsaade etmeyince insanlar ona kızdılar. Bundan sıkıntı duymaya başladılar. O da Mescid-i Aksa’daki kayanın üzerine kubbe yapmaya ve Aksa mescidini inşa etmeye başladı ki, bu sayede insanları hacca gitmekten alıkoysun ve gönüllerini Kudüs’e yöneltsin. Nihayet insanlar inşaatın tamamlanmasından sonra Kudüs’e gidip kayanın etrafında, tıpkı Kâbe etrafında tavaf eder gibi dönüp tavaf etmeye başladılar. Bayram gününde orada kurban kesiyor, saçlarını tıraş ediyorlardı.
 
İnsanlar hükümdarlarının dini üzeredir
 
Abdülmelik, Beyt-i Makdis’i tamir etmek istediği zaman oraya bol miktarda para ve işçi gönderdi. Memleketin çeşitli yerlerinden sanatkârları toplayıp Beyt-i Makdis’e gönderdi. Ayrıca bol miktarda da para gönderdi. Adamlarına bu iş için tereddütsüz olarak bol masraf yapmalarını emretti. Onlar da büyük miktarda para harcadılar. Kubbeyi inşa ettiler, çok güzel bir yapı meydana geldi. Orayı renkli mermerlerle döşediler. Oraya hizmetçiler tahsis ettiler, çeşitli kokular, miski amber ve safranları oraya saçtılar. Çok masraf yapıyorlar, geceleyin kubbeyi ve mescidi buğurlarla tütsülüyorlardı. Altın ve gümüşten kandiller, altın ve gümüşten zincirler asarak orayı süslediler. Buhurları tütsüledikleri zaman kokusu uzak mesafeden hissediliyordu. Burayı ziyaret eden bir kimse dönüp memleketine vardığında kendisinden günlerce misk, tütsü ve güzel kokular saçılıyordu ve onun Mescid-i Aksa’daki kayalığa gittiği ve Kudüs’ten geldiği anlaşılıyordu. Mescid-i Aksa’da çok sayıda hizmetçi ve kayyum vardı. O gün yeryüzünde ondan daha güzel bir bina ve kayalığın üzerindeki kubbeden daha göz alıcı bir kubbe yoktu. Öyle ki insanlar, Ka’be’ye haccetmeye gitmeyip oraya gelmeye başladılar. Hac mevsiminde ve diğer zamanlarda Mescid-i Aksa’dan başka bir yere gitmez oldular.
 
Abdülmelik ve adamları, Mescid-i Aksa’da ve kayalığın kubbesinde ahiretteki manzaraları andıran yalancı işaretler ve alametler koydular. Sırat köprüsünün, Cennet kapısının, Rasülullah’ın mübarek ayağının ve Cehennem vadisinin tasvir ve resimlerini Mescid-i Aksa’nın kapılarına ve birçok yerine yaptılar. Böylece insanlar aldandılar. Bu aldanış zamanımıza kadar sürmüştür. Kısaca diyeceğimiz şudur ki Beyt-i Makdis’teki kayalığın üzerine yapılan kubbenin inşaatı tamamlandığında, yeryüzünde o kubbe kadar güzel ve göz alıcı başka bir kubbe yoktu. Oraya birçok taş, mücevher ve mozaik yerleştirdiler. Göz alıcı birçok şeyleri taktılar.”[ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.167-8]
 
İbn-i Teymiye; peygamberin üzerine basıp, göğe çıktığı söylenen bu taşın, bu kutsal kayanın üzerinin sahabe ve tabiun devrinde hep açık kaldığını, Abdülmelik’in insanları Mekke ve Medine’ye gitmelerini önlemek amacıyla, bu taşa ve üzerindeki mabede ziyareti teşvik ettiğini söyler. “İnsanlar hükümdarlarının dini üzeredir” sözünü tasdik eder biçimde, insanların o günden bugüne bu taşa ve üzerindeki Kubbetü’s-Sahra mabedine saygı göstermeye devam ettiklerini, bu arada halkın ilgisini daha da arttırmak için bu mevzudaki Yahudi masallarını yayan kimselerin türediğinden dert yanar.[ Mehmet Azimli, Siyeri Farklı Okumak Mekke Yılları, s.170]
Abdülmelik siyasi amaçları uğuruna Kudüs’ü kutsallaştırmış ve burada inşa edilen mescide Kur’ân’da geçen bir mescit ismi verdirerek, Kâbe ve Medine’deki Peygamber’in mescidinin yanı sıra İslam’ın üçüncü kutsal mescidi ilan edilmiştir. Tüm bunlar Emevî saltanatının meşruiyetini ve devamını sağlamak için kullanılmıştır.
 
Esrâ; götürmek mi? Yürütmek mi?
 
Bazıları rivayetleri kurtarmak için ayetleri zorlama tevillerle anlamlarını yerinden etmişlerdir. Örneğin; [İsra/1] de geçen “Esra” kelimesinin anlamını açıkça tahrif etmişlerdir. Ayetin anlamı; “gece yürüyüşü, hızlıca geceleyin yürümek” iken, meallerin çoğunda “götürmek” anlamı verilmiştir. Zira; “Allah kulunu yürüttü” anlamı verirlerse, bir gecede Peygamberi Kudüs’e götürüp, getiremeyeceklerini bilirler. Bereket versin bu kelime Kur’ân’da birkaç yerde geçer. Hepsinde de “geceleyin yürütmek” anlamındadır. “Fe esri bi ehlike…Hemen gecenin bir kısmında aileni yürüt” [Hicr/65], ayrıca bak, [Taha/72, Duhan/23]
 
Miraç hadisleri Kur’ân ve Tarihi hadiselere aykırıdır
 
Miraçla ilgili hadisler uydurmadır. Çünkü bu hadisler Kur’ân ayetleriyle çeliştiği gibi Peygamber’in davet metoduyla da uyuşmamaktadır. Müşrikler Peygamber’den şu tarzda taleplerde bulunuyorlardı; “Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça yahut hurma ağaçlarıyla ve asmalarla dolu bir bahçen olmadıkça ve onların arasından çağıl çağıl dereler akmadıkça yahut tehdit edip durduğun gibi göğü parça parça üzerimize düşürmedikçe yahut Allah’ı ve melekleri bizimle yüz yüze getirmedikçe yahut altından yapılmış bir evin olmadıkça yahut göğe yükselmedikçe sana inanmayacağız; kaldı ki göğe yükselsen bile bize oradan kendi gözlerimizle okuyabileceğimiz bir kitap getirmedikçe yine inanmayız.” [İsra/90-3]
 
Müşriklerin “Allah ve meleklerle yüz yüze gelme” ve “Peygamber’in göğe yükselmesi” talebi onun tarafından ayette belirtildiği üzere reddedilmiştir. Aynı surede surenin başında bir mucize (!) açıklanıyor ve surenin ilerleyen ayetlerinde müşrikler bu mucizeyi sanki daha önce hiç olmamış gibi tekrar talep ediyorlar. Peygamber de daha önce gerçekleştirdiği bir mucizeyi (göğe çıkmayı) gerçekleştirmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Bu olacak şey değildir!
İsra ve miraç için kaynak gösterilen İsrâ suresinin ilk ayetini, surenin devamı yalanlamaktadır. Buna göre, Peygamber’in göklere gidip gelmesi isteği, Mekke kâfirlerinin bir isteğidir. Şöyle ki: Mekke kâfirleri Peygambere gelerek bir dizi istekte bulunurlar; eğer bu isteklerini yerine getirirse ona inanacaklardır! İsteklerinden biri de, Peygamber’in göğe yükselmesidir. Fakat o kadar uyanık(!) adamlardır ki, Peygamber’in, göğe gittim-geldim diye kendilerini kandırmaması için, bir de oradan yazılı bir belge getirmesini şart koşmaktadırlar. Peki, bu kâfirce isteklere karşı Allah’ın, Peygamberine verdirdiği cevap nedir? Cevap, “miraca çıktım, çıkacağım” gibi bir açıklama olmayıp şudur; “De ki onlara; “Bütün, bunlara muktedir olan kudret ve yüceliğinde sınır olmayan Rabbimdir; De ki: Rabbimi tenzih ederim! Ben, beşer bir elçiden başka bir şey miyim ki?” [İsra/ 93]
 
Bu cevap, bütün miraç senaryolarını alt-üst etmektedir. Çünkü Peygamber’in bir beşer olduğu hatırlatılmakta, bir beşer olarak böyle bir işe asla girişemeyeceği, böyle bir yükselmenin (urûç) asla mümkün olmadığı, beşeriyet yasasında bunun imkânsızlığı anlatılmaktadır. Fakat o günkü müşriklerin buna benzer olağanüstü beklentileri nasıl hiç bitmemişse, bugünkü şirkle karışık kafalar da Peygamber’i bir türlü ‘normal’ bir insan olarak kavramaya istekli görünmemektedir. Olağanüstülük göstermeyen, “içimizden biri, arkadaşınız, (mislüküm) tıpkı sizin gibi biri” olan insan peygamber, müşrikler için yeterli bulunmamaktadır!
 
İnsan Peygamber
 
“Eğer yeryüzünde yerleşik yaşayan kimseler melekler olsaydı, elbette onlara gökten Peygamber olarak bir melek gönderirdik!” [İsra/ 95] Yeryüzünde yaşayanlar insan olduğuna göre, onların bütün meseleleri, gökte değil, yeryüzündedir. Peygamber’in göğe çıkması onların hiçbir işini çözmeyecek, hiçbir şekilde onlara örneklik teşkil etmeyecektir.
 
Miraç’tan Peygamberimizin getirdiği söylenen üç hediye, “Beş vakit namaz, Bakara’nın son iki ayeti ve Allah’a şirk koşmayan günahkârların affedileceği” [ Müslim, İman, 279, Ayrıca Tirmizi ve Nesaî] meselesini ele alalım. Kur’ân’ın hiçbir yerinde beş vakit tabiri yoktur. Ancak namazın kılınacağı beş vakti en iyi ifade eden ayetlerden biri olan [Tâhâ/130] ayeti Miraç’tan en az beş- altı sene önce nazil olmuştur. Çünkü Hz. Ömer Taha suresini dinledikten sonra Müslüman olduğu ve bu hadisenin ne zaman olduğu bilinmektedir. Yani, beş vakit namaz için delil getirilen ayetin nüzulü peygamberliğin altıcı senesinden önce nazil olmuş olmalıdır. Dolayısıyla miraçtan gelen beş vakit namaz emri Miraçtan yıllar önce zaten emredilmiştir.” …Bir de güneşin doğumu ve batımından önce Rabbini hamdederek tesbih et. Yine gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün belli zamanlarında (namaz kılarak) O’nun yüce zatını an…”  Haliyle bu hadisin sahih olması mümkün değildir.
Yine Bakara suresinin son iki ayeti (Amenerrasulü…) nün İsra ve Miraç gecesi hediye olarak verildiği rivayeti de, Kur’ân’a apaçık aykırıdır. Bakara suresinin inmesine daha en az beş sene vardır. Çünkü Bakara Suresinin tamamı ittifakla kabul edildiği üzere medenîdir. Hicrî ikinci ve beşinci yıl arasında nazil olmuştur. Bakara suresinin bu son iki ayetinin Mekkî olduğuna dair tek bir rivayet yoktur. Ayrıca; tefsirlerde bu iki ayetin iniş sebebi hakkında farklı bilgiler vardır. Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ındır. İçinizde olanı açığa vursanız da, gizleseniz de Allah sizi onunla hesaba çeker, sonra dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Allah her şeye kâdirdir. [Bakara, 2/284] ayeti inince sahabeye çok ağır geldi, içlerinden geçen her düşünceden sorumlu olacaklarını sandılar, Allah’ın Elçisi’ne gelip; Ya Resûlallah, namaz, oruç, cihâd, sadaka gibi yapabileceğimiz işlerle yükümlü kılındık. Bunları yapabiliriz ama sana inen bu ayetin hükmünü yerine getiremeyiz (içimizden geçen düşüncelere engel olamayız), dediler. Bu ayet gerçekten onlara çok ağır gelmişti. İşte bu olay üzerine Allah Bakara Suresinin son iki ayetini indirdi. “Allah kimseye kaldıramayacağı yükü teklif etmez” ayeti onları rahatlattı.
 
Devam edecek
 
Rüştü Kam

 

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.