ŞİMDİ ALMAN OLACAĞIM

ABONE OL
18:52 - 01/10/2020 18:52
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Bu sözler bana ait değil, gece yolda yarı baygın bulunup yüksek tansiyon nedeniyle cankurtaranla kliniğe getirilen bir Türk hastaya ait. Yaşlılığın getirdiği demans nedeniyle kendini ifade edemeyen bu Türk hastanın durumu beni çok etkiledi. 83 yaşındaydı ve 52 yıldır Almanya’da yaşıyordu. Bir miras meselesi nedeniyle yıllardır Türkiye’de yaşayan çocukları tarafından terk edilen bu İstanbul efendisi, artık ancak Almanca ve Türkçeyi birbirinden ayıramadığından, karıştırıp konuşuyordu. Onu, artık her iki dile hâkim olmayan anlayamıyordu. Üzerinde yolda bulunduğu giyeceklerle olan bu beyefendiye önce gerekli giyecekleri sağladıktan sonra sohbet etmeye çalıştık. Ona Alman hükümeti bakıyordu ve bir kimsesizler yurdunda kalıyordu. ”Salı günü yaşlılar yurduna alınmam için randevum var, ne olur beni o güne kadar tedavi edin ve buradan çıkarın” diyordu. Sonra bana yine iki dili karıştırarak bu yaşlılar yurdu isteğini anlatmaya başladı: ”artık çocuklarımdan umudu tamamen kestim, kaç yıldır kimsesizler yurdunda kalıyorum, arayan soran yok. Yarım asırı aşkın bu ülkede yaşadığım halde hiç Alman vatandaşı olmayı düşünmedim. Ama şimdi mecburen kâğıt üzerinde olmasa bile Alman olacağım ve bir yaşlılar yurduna yerleşip bir Alman gibi burada öleceğim” dedi. ”Ölüme Alman olarak gidiş…” Bu zorunluluk beni çok etkiledi. Bu son olay nedeniyle geçen yıl yayınladığım makaleyi tekrar yayınlama gereksinimini duyuyorum:

”Almanya acı vatan” – Gurbette ölmek –

”Hacım, yıllarca gece gündüz çalıştın, bir gün bile ”krank yapmadın” (rapor almadın), memlekete malı mülkü doldurdun, daha bir ay önce emekli oldun ve şimdi beni bırakıp gittin. Ben o kadar malı mülkü şimdi sensiz nasıl yiyeceğimi, içim nasıl içime sinecek?” Bunlar bir hastahanenin yoğun bakım servisinin önünde kendini yerlere atan, saçını başını yolması akrabalarınca engellenmeye çalışılan ve birkaç dakika önce eşini kaybeden bir Türk kadınının koridorlarda çınlayan feryatları…

Kanser tüm bedenini sardığı için birkaç ay ömrü kalan altmış yaşlarında diğer bir Türk kadını: ”tam emekli olup köyümüze yaptırdığımız evimizde artık hayalimdeki gibi yaşayacaktım, bu lanet hastalık beni buldu. On dört yaşında evlendirilip, on beş yaşında çocuk sahibi oldum. Beş çocuk yetiştirdim, hayatım temizlik işlerinde geçti. Kırk yıldır yaşadığım buraları ne sevebildim ne de bunların ne dilini öğrenebildim. Ben daha burada her gün uzaktan gördüğüm Olimpiyat kulesine bile çıkmadım. Şimdi yerin dibine gireceğim, ama en azından köyüme gömülmek isterim”

Şeker hastalığına bağlı olarak bir ayağı diz üstünde diğer ayağı da topuk üstünden kesilen yaşlı ve böbrekleri çalışmadığı için az bir zamanı kalan bir Türk bayan yatağında ağlayıp ”benim İzmir’de yirmi tane dairem var, yıllarca çalışıp onlara yaptım, şimdi ne olacak? Onları damatlarım mı yiyecek” diyerek kesilen ayaklarından ve çok az kalan ömründen çok, dairelerini başkalarına bırakmanın acısını çekiyor.

Alman kadın ağlayarak bin beş yüz Türkün yaşadığı kasabanın Türk derneğinin kapısını çalıyor ”benim eşim Türk’tü. Bu gece öldü ve onun sizin Müslüman usullerinize göre gömülmesini istiyorum, lütfen yardım edin”. Yaklaşık otuz yıldır o kasabada yaşayan bu kişinin Türk olduğunu dernektekiler ilk kez duyuyor, yıllarca onu Alman sanıyorlardı, çünkü Türk olarak, Türklerle muhatap olmaya gerek görmemişti, ama Azrail onu kendine döndürmüştü.

Bir çift öküz parası kazanıp dönmek için kırk, elli yıl önce için gurbete gelen birinci nasıl artık birer birer ölüyor… Ve hastahane koridorlarında benzeri feryatlar yükseliyor… Tüketilen ömürler ve tüketilemeyen, yenmeye kıyılamayan servetler… Kaybolan kişilikler…

Bu insanlar deyim yerinde ise soğanı tuza basarak ömür geçirdiler. Soğanlarını bile daha ucuza gelir diye memleketlerinden getirmeye kalktılar. En zor işlerde çalıştılar, ”bana bir şey olmaz deyip ”maskesiz kaynak yapmakla övündüler, en zehirli kömür ocaklarına indiler. Fazla mesai almak için hafta sonları da bir çalıştılar, kendiişleri haricinde ailecek temizlik işleri gibi ek işlerde çalıştılar. Boynunda evin anahtarı olan, yüreğinde yeteri kadar ana baba sevgisi olmayan çocuklar yetiştirdiler. Çünkü onların geleceklerini garanti altına almaktan onlara yeteri kadar sevgi vermeye zamanları olamadı…

Bu insanlarımız yıllarca Türkiye’de ”sağılacak inek”, Almanya’da insan değil ”işgücü” olarak görüldü. Bu insanlarımız çakma holdinglerin tuzağına düşürülüp ”enayi” olarak görüldü. Bu insanlarımız bir türlü insan olarak görülemedi…

Ve bu insanlarımız artık birer birer ölüyor… Bazıları altı çocuğuna rağmen bir hastahane odasında, başında yasin okunarak değil bir papaz eşliğinde son nefesini veriyor… Bazıları bir yaşlılar yurdunda Almanca bilmediği için kimseyle konuşmadığından Türkçeyi de unutup, tamamen konuşmayı unutuyor.

Bu örnekler Almanya’daki yaşlılarımızdan, Türkiye’ye dönüş yapıp ta orada son yıllarını geçirmek isteyenlerin durumları da ayrı bir trajedi.

Karanlık bir tablo çizmiş olabilirim, ama bunlar burada artık günlük yaşanan kaderler… Anlatmaya çalıştığım bu yaşam kesitlerinden durumun önemini vurgulamak istedim. Banka kredisi bitsin, Türkiye’de bir daire daha alayım, yok kızı evlendireyim, oğlanı evlendireyim deyip ömrünüzü geçirmeyin, yaşadığınız ülkenin güzelliklerini görün ve onlardan yararlanın.

Mümkünse, bu trajedileri yaşamadan bugünden önlemlerimizi alalım, bugünü kontrolü kaybetmeden en güzel şekilde yaşamaya çalışalım.

Almanya bazıları için hep ”acı vatan” olarak kaldı ve ”ikinci vatan” olarak bir türlü içlerine sindiremediler…

Ahmet İNCEL

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.