SILA YOLU 2016 (l)

ABONE OL
18:10 - 01/10/2020 18:10
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

SILA YOLU 2016 (l)
 
Sıla yolu gurbetçinin çilesini anlatmaya yeterlidir. Bir sene boyunca çalışır- çabalar, yeri gelir en hayati ihtiyaçlarından bile tasarruf ederek çıkar sıla yoluna gurbetçi. Doğduğu büyüdüğü illere en kısa zamanda ulaşmak için basar gaza. Uyumak için bile zaman harcanmaz yolda. Yakıt almak için durulan benzin istasyonlarında biraz kestirilir arabanın içinde o kadar.  Amaç en kısa sürede Türkiye’ye girmektir. Kimileri arabalarının üzerine bagaj da takarlar. Eş dost, hısım-akraba unutulmamış hediyeler alınmıştır. Çift şoförle yola çıkanlar benzin istasyonlarında bile uyumazlar, yakıt ikmali, ihtiyaç molası ve sonrasında yola devam. Berlin’e dönünce de anlatılır sohbetlerde yol maceraları: „Ben 24 saatte diktim bayrağı Kapıkule’ye, diğeri 22 saatte dikmiştir, hatta süreyi kısaltanlar bile vardır. Süre kısaldıkça heyacan artar, ‘Deme yaaa’ vs. O sürede Kapıkule’ye varılıp varılamayacağının hesabını kimse yapmaz. Heyacanlı olur sıla yolunun hikayesi. Avcı hikayeleri gibi. Anlatılanlara abartı katılmış katılmamış kimsenin umurunda değildir.
Eskisi gibi harita da taşınmıyor artık, tomtom’ların peşine takılıp gidiyor  Türkiye sevdalıları. Türküler-şarkılar gurbet havasıyla havalanıyor. Kaset ve Cd devri bitmiş,  Mp3 devri başlamıştır. Hatta telefonlar Mp3 müzik-çalarının pabucunu da dama atmış durumda.  Birinci kuşak Türklerde Türkiye sevdası hâlâ var. İkinci kuşak Türklerde belirli bir azalma görülüyor. Üçüncü kuşak Türkleri ise sıla fazla ilgilendirmiyor. Onlar tatillerini değişik dünya ülkelerinde yapmayı tercih ediyorlar. Yollara düşen gurbetçilerin profilinden bunun böyle olduğunu anlayabiliyorsunuz.
Ben birinci kuşağı temsil ediyorum. 10 sene sıla hasreti çektim, bazı nedenlerden dolayı gidemedim Türkiye’ye.  Son dört seneden beri her yıl gidiyorum sılaya. Annem ve babam yaşlandılar. Babam 96 annem 90 yaşında. Onlar aramızdan bizlerden önce ayrılsalar yine de aynı şekilde Türkiye’ye gitmeye devam eder miyim bilemiyorum. Bu sene sadece eşimle çıktım yola. Çocuklarımızın iş zamanları ve tatil süreleri bizimle uyuşmadı. Anlaşılan o ki; bundan sonra da  mutlaka uyuşmayacak. Eskiden arabanın bagajı tıka-basa dolu olurdu. Bu yolculuğumuzda araba da rahat etti biz de. İki valiz ve birkaç hediyelik eşya. Rahat bir yolculuk yaptık. Sizlere de tavsiye ederim, az eşya rahat yolculuk. Her sene bir Avrupa ülkesini gezmeyi sünnetim haline getirmişken bu sene eşim ve ben havamızda değildik. Budapeşte’de kalmak oralarda Kanuni Sultan Süleyman’ın izlerini takip etmek istedik. Ancak son anda vazgeçtik. O kadar ki, her sene kuru fasulyesini yemek için zaman ayırdığımız, pazarından şeftali ve domates aldığımız Üsküp’e bile uğramadık.
Anacak saat sekiz olunca konaklamak için bir otele yerleşmeyi, ihmal etmedik. İlk olarak Macaristan’da konakladık. İstirahata çekilmeden önce eşimle birlikte yürüyüş yaptık, Macaristan ovalarında. Güneş batımına doğru uzunca bir yürüyüş oldu. Birlikte güneşin batışını  seyrettik elele tutuşarak, yeni aşıklar gibi. Özlemişiz o eski günlerimizi. İnsan yaşlanınca eskilerin hayaliyle yaşıyor. Hatıralar canlanıyor, sanki yeniden yaşanıyor o günler. Neydi be o eski günler… Bazen yalnız kalmaya ihtiyacı olabiliyormuş eşlerin. Çocuklardan ayrı ve başbaşa yolculuklar ve yürüyüşler. Denemeye değer. Bu yazdıklarımdan, çocuklardan ayrı bir hayatın özlemi çıkmasın. Onlar yemeğin tuzu biberi…
Saat 9.00’da kahvaltıdan sonra yola revan olduk. İkinci konaklama yerimiz Makedonya. Macaristan’daki otelimizde de rahat ettik ama. Makedonya’daki otelimizde çok özel misafirmişiz gibi karşıladılar bizi. Türk pasaportunu görünce yüzler bir başka güldü. Hemen bir Türk tercüman çağırdılar, Ajda hanım. Sağolsun, eşi de aynı otelde aşçı olarak çalışıyormuş. Fiyatın içinde akşam yemeği olmadığı halde bizi misafirleri olarak kabul ettiler. Akşam yemeğine davet etmek için iki görevli odamıza kadar geldi ve “Buyurun yemek salonuna kadar eşlik edelim” dediler. Şaşırmadık desem yalan olur. Otel Flamingo. Sırbistan Makedonya sınırında.      
Kahvaltıdan sonra saat 9.00’da tekrar yola çıktık, adım adım Türkiye’ye yaklaşıyoruz. Yunanistan’ın o kaymak gibi yolunu bir solukta bitiriverdik. Otoban kenarlarında neden bir dinlenme tesisi ve benzin istasyonu yoktur onu anlayamadım. Bu kadar sıkıntı çekilirken para kazanmaktan kaçmak gibi birşey olmuş sanki. Otoban parası almaya başlamışlar, belki birkaç sene sonra dinlenme tesisleri de yaparlar. Gümülcine, Kavala ve İskeçe’ye de uğramadık bu yolculuğumuzda. İpsala’dan giriş yaptık Türkiye’ye. Yemyeşil Avrupa ülkelerinden birden bire yeşili çok az olan bir ülkeye girince hayal kırıklığına uğradık. Her taraf toz duman içinde. Yollar sıkıntılı. Otobanlar geride kaldı. Bölünmüş yol dedikleri bir yolda direksiyor sallıyoruz. Burası aslında özlemini çektiğimiz bir ülke. Dakika bir gol bir derler ya işte aynen öyle oldu. İlk golü yedik. İkinci golü dinlenme tesislerindeki tuvaletlerde yedik. Üçüncü golü de Eceabat’ta. Bir saat feribot bekledik karşıya geçebilmek için. İstanbul’a köprü üstüne köprü yapılırken, Çanakkale boğazı üzerine neden köprü yapılmaz? Türkiye, İstanbul’dan mı ibarettir? diye düşündük, düşündük değil, dedikodusunu bile yaptık eşimle…
Ücretsiz otoyol kullanma alışkanlığı edinemeden bayram bitivermiş. Son günün son saatlerinde Denizli-Aydın otobanını kullanabildik ücretsiz olarak. Saat 03.00 te Denizli’ye merhaba dedik.  Pazartesi dinlendim ve salı günü saat 07.00 den itibaren hergün PAÜ Hastanesi’ndeyim.  Cuma günü bitmezse öbür hafta da devam edeceğim hastaneye. Annemin hastalıkları için testler yapılıyor, ayrıca  katarakt amaliyatı olacak. Amaliyat için riskli bir yaş ama annem mutlaka istiyor. Biz de istemeyerk te olsa “Evet” dedik. Hastane öyle kalabalık ki; adım atamıyoruz bekleme salonlarında. Her bir muayene için ayrı sıra alıyoruz. Kan verme kuyruğunda 2.000 veya daha fazla kişi var. Bu rakamda abartı yok. 9 günlük bayram tatilinden sonraki durum bu dedi doktorlar, onlar da şaşırmışlar  bu duruma. Ana baba günü. Mahşer böyle bir yer olsa gerek. Dışarıda sıcaklı 47 derece…
Yol boyunca dinlediğim müzikler gençlik yıllarımızın müzikleri: Neşet Ertaş, Ahmet Kaya, Mahzuni Şerif, Ali Ekber Çiçek, Müzeyyen Senar, Ahmet Özhan, Belkıs Akkale, Musa Eroğlu, Zeki Müran, Cem Karaca, Neşet Ertaş, Edip Akbayram, Ahmet Arif’ten, Necip Fazıl’dan şiirler ve Abdüssamed’den Kur’an v.b. En çok etkilendiğim sanatkarlar: Cem Karaca:
 
Şarkısı Sevda Kuşun Kanadında
Dağbaşında rastladım aksakallı birisine 
Bin yıllık bir halıya bin yıldan beri 
Bağdaş kurmuş bir çınar gibiydi 
Sordum ona, “Aşk ne ustam, hayatın sırrı ne? 
Tepeden tırnağa aşığım ben 
Koskoca bir hayat var önümde?” 
….

 

Edip Akbayram, şarkısı; Aldırma Gönül
Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül aldırma
Dışarıda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar

 
Ahmet Kaya, şarkısı; Şafak Türküsü
Beni burada arama, arama anne
Kapıda adımı, adımı sorma
Saçlarına yıldız düşmüş
Koparma anne, ağlama.
Ne garip duygu şu ölmek?
Öptüğüm kızlar geliyor aklıma,
Bir açıklaması vardır elbet giderken darağacına…
Geride, masa üstünde boynu bükük kaldı kağıt kalem.
Bağışla beni güzel annem

Oğul tadında bir mektup yazamadım diye kızma bana.
Elleri değsin istemedim
Gözleri değsin istemedim
Ağlayıp kokluyacaktın
Belki bir ömür taşıyacaktın koynunda.
Yaşamak ağrısı asıldı boynuma, oysa türkü tadında yaşamak isterdim…
Ölmek ne garip şey anne!
Bayram kartlarının tutsaklığından aşırıp bayramı,
Sedef katmal bir kutu içinde, vermek isterdim çocukların ellerine.
Sonra, sonra benim güzel annem
Damdan düşer gibi(!), vurulmak isterdim bir kıza…
Gecenin kıyısında durmuşum, kefenin cebi yok
Koynuma yıldız doldurmuşum, koşun çocuklar koşun
Sabah üstüme üstüme geliyor!

Kısacası güzel annem,
Bir çiçeği düşünürken ürpermek yok,
Gülmek, umut etmek, özlemek…
Ya da mektup beklemek, gözleri yatırıp ıraklara…
Ölmek, ne garip şey anne!
Artık duvarları kanatırcasına tırnağımla
Şaşkın umutlu şiirler yazamayacağım!
Mutlak bir inançla gözlerimi tavana çakamayacağım,
Baba olamayacağım örneğin!
Toprak olmak ne garip şey anne…
Ölmek ne garip şey anne…
Uçurumlar ki sende büyür
Dağdır ki sende göçer
Ben bayrak derim çiçek derim
Çam diplerine açmış kanatlarını kozalak derim
Gül yanaklı çocuğa benzer
Yine de oğlunu yitirmek kim bilir ne garip şey anne!..
Her kavgada ölen benim,
Bayrak tutan, çarpışan…
Her kadın toprağı tırnaklayarak doğurur beni.
Özlem benim, kavga benim, aşk benim…

Bekle beni anne, bir sabah çıkagelirim
Bir sabah anne bir sabah
Acını süpürmek için açtığında kapını
Bir sabah anne bir sabah
Acını süpürmek için açtığında kapını
Adı başka, sesi başka
Nice yaşıtım koynunda çiçekler, çicekler içinde bir ülke getirirler…”
Hatıralarımız canlandı. O kadar insan öldürüldü, asıldı, hapislerde çürüdü. Niçin? Bir hiç uğruna…. Asanların başları göğe mi değdi? Cenazelerinde kim el salladı onlara…Ülkenin yetişmiş insanlarını bir çırpıda silip atmak, 5.000 gencin umutlarını bir gecede söndürüvermek kimin işine yaradı? Yazık oluyor benim o güzelim ülkeme…Bıraksaydılar kendi haline benim o cennet vatanımı kendi halinde belki şimdilerde on tane Avrupa yapardı ve bizler de İpsala’dan içeriye girince soğuk duş almazdık…
Devam edecek…
 
Rüştü Kam
 

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.