”ŞAHBABA”

ABONE OL
18:51 - 01/10/2020 18:51
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Sarayın yalnız adamı

”Şahbaba, yapayalnız bir insanın öyküsüdür.

Şartların doğru karar vermesine imkan bırakmadığı, hatta olup bitenleri değerlendirmesine bile izin vermediği çaresiz bir insanın öyküsü… Huzuruna el-pençe girildiği günlerin hemen ertesinde hain ilan ediliveren sarayın yalnız adamının, Osmanoğulları’nın son hükümdarı Mehmed Vahideddin’in, torunları arasındaki ismiyle Şahbaba’nın hikayesi…

Taç sahiplerinin gerçi hemen hepsi yalnızdır ve yalnız olmayan belki tek bir hükümdar bile yoktur ama aralarında derin bir mesafe de bulunsa, içlerini dökebilecekleri tek-tük dostlara sahiptirler.

Peki, Sultan Vahideddin’in hiç dostu olmadı mı?

Cevabı hükümdarın bizzat kendi kızı veriyor; Sabiha Sultan yayınlanmamış hatıralarında “… Babam, yaradılış itibariyle çekingen, çok mütevazı, muhiti çok dar, dostu, arkadaşı yok denecek kadar az bir insandı” diyor.

Vahideddin iktidar yıllarında da yalnızdı… Bu yüzdendir ki hep tek başına kaldı ve nihayet bir zamanlar suretâ da olsa kendisinden yana görünenler tarafından bile terkedildi

O, bütün bu olup bitenlerin galiba en başından beri farkındaydı… Bu idrak ediş, sürgünde yazdıklarında apaçık görünüyor… Mektuplarında tahtından ve memleketinden olmuş bir hükümdardan ziyade küskün, yalnızlığın darbesi altında ezilmiş, dönüş ümitleri yavaş yavaş erirken vatan ve aile hasretini alaturka şarkılar besteleyerek terennüm eden, her şeyiyle kadere teslim olmuş bir insan konuşmaktadır… ”

Ve cenazesini rehin ettiler San Remo’da

”Vahdettin dünyanın en namuslu adamlarından biriydi. Ölürken yastığının altından parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçeteleri çıktı. Ve cenazesini rehin ettiler San Remo’da. Akrabaları, arkadaşları cenazeyi kaçırdılar da öyle gömüldü.

Bunu Tarık Mümtaz Göztepe anlatıyor. Bunlar hakkında hüküm verebilmek için önce bilgili olmak lazım. Bakın Hazine-i Hassa Reisi Refik Bey’i çağırıp sayım yaptırdı gitmeden evvel. Her şeyin tam yerinde olduğunu tespit ettirdi. Nuriye Hanım, oradan Kaşıkçı Elması’nı alıp gidebilirdi. Hakkıydı, ailesinindi çünkü. Kesinlikle bunlar namus u mücessem. Bu 48 kişinin cebine Vahdettin’in bizzat kendi cebinden 25.000 altın koyduğunu yazıyor. 25 bin altın. O zaman bu parayla İstanbul’un onda biri satın alınırdı.” (Cemal Kutay)

”Mesela karısına bir merasimle takmak için bir yüzük ve gerdanlık gelmiştir, onlar da teker teker ailesin üstünden, kızının boynundan, alıp hazineye iade edilmişlerdir. Padişahın maaşı var, 23 gün çalışmış o ay, yedi gününü kısmış, öyle almış maaşı. “Çıkıyorum çünkü Türkiye’den. Hakkım yok benim bunda diyor. Özetle birinin kahraman olması için birinin hain olması gerekmiyor.” (İsmet Bozdağ )

Yalan söyleyen tarih utansın

Bu bir faryad idi. Ben feryadı duydum, peşine takıldım gittim. İstanbul’da evinde kaldım ve kendisyle röpoortaj yaptım bu feryadın sahibiyle. Değerli arkadaşım Ekrem Kızıltaş da daha sonra bu röportajları devam ettirdi ve Berlin’de yaşayan insanımızla paylaştım. TFD Televizyonu’nun Genel Yayın Yönetmenliğini yapıyordum o zaman. Sene 1989. Ulusal televizyonlar daha yoktu.

Mustafa Müftüoğlu’ndan bahsediyorum. Eserlerine ad olarak seçmişti bu feryadını”Yalan söyleyen tarih utansın”. İlmi yönü fazla olmayan bu kitaplar sayesinde öğrendik biz bize öğretilen tarihin yalan olduğunu. Yakın tarihimizin yalanlardan ibaret olduğunu. Kendi geçmişine yabancı olarak yetiştirilen gençlik…Bu gençliğin kime ne faydası olacaktı. İşte olmadı. 100 sene bile dayanmadı bu yalanlar. Bu mumlar yatsıya kadar bile yanmadı…

Yıllarca uyutulmuşuz. Yalanlar düzenlenmiş ve o yalanlar bizlere gerçek tarih olarak okutulmuş. Gelin Mustafa Müftüoğlu’nun ruhuna birer Fatiha okuyalım ve ruhunu şad edelim.

Murat Bardakçı 1998’de Bandırma Vapuruyla Samsun’a çıkan 48 kader yolcularından bahsediyor. Ve bu 48 kişinin tahsildar olarak Anadolu’da görevlendirildiğini Vahdettin söylüyor işgalci İngilizler’e ve onlardan bizzat kendisi vize alıyor. Heyetin başına da bizzat Mustafa Kemal’i kendisi tayin ediyor. Bu alnı öpülesice insan, Sultanımız Vadettin’den vatan haini diye bahsediyoruz.

Murat Bardakçı Sultan Vahideddin’in hayatı, hatıraları ve özel mektuplarını araştırmış, bulmuş buluşturmuş ve bir kitap yazmış: Şahbaba.

Bu kitabı Pan Yayıncılık yayınlamış 1998 de. Birinci baskısı Kasım 1998. Yedinci baskısı 1999. 679 sayfa. Ben 2001 yılında bu kitaba ulaşmış ve okumuşum. Kütüphanemde neler var neler yok şöyle bir göz gezdirirken dikkatime geldi. Sizlerle bazı pasajlarını paylaşmak istedim. Sultan Mehmed Vahdeddin (1861 – 1926) Okuyalım:

”…Facialara ve olaylara kalkan olamadım ise de, paratoner vazifesi gördüm. Bütün musibetleri

üzerime çektim…. Kendimi feda ederek vatanı kurtarmaya çalıştım.” (Sultan Mehmet Vahideddin)

”Sultan Vahideddin hakkında şimdiye kadar ciddi bir makale ve ciddibir kitap doyurucu bir yayın yapıldığını söyleyemeyiz…Necip Fazıl’ın ”Vatan haini değil, büyük vatan dostu Sultan Vahidüddin” adlı kitabı çıkmasının ardından toplatıldı…Bir de Tarık Mümtaz Göztepe’nin 1978 de yayımlanan şahsi hatıraları vardır…”

”Resmi tarih her memlekette varolan birşeydir. Bazı kişiler ve gruplar yüceltilir, bazı olaylar resmi ideoloji doğrultusunda ön plana alınır…”

”Tarihin eksik şekilde kaleme alınmasıyla neticelenen böyle bir bilmezlik karşısında söylenecek bir kelime var: Ayıp, yazık ve günah!…”

”…Sultanlar ve saraylılar protokolde kendilerinden gerideki vükelâ hanımlarından her sahada, para harcamda bile ileri olmalıydılar. İsraf yarışına girildi ve maliyenin altı üstüne geldi. Masrafın, lüzumsuz harcamanın haddi hesabı yoktu artık. Tahsisatı harcamalarına yetmeyen sultanlar bu defa borç edinmeyi adet edindiler. Sarayın biriken borçları üç senede üç milyon keseye dayandı… Sonraları devletin başına tam bir bela açacak olan ilk dış borçlanma 28 Haziran 1855 günü yapıldı. Fuad Paşa İngiltere ve Fransa’dan yüzde dört faiz ve yüzde bir amortisman la beş milyon İngiliz altını aldı. Devletin gelirleri ve bilhassa Mısır vergisiyle İzmir ve Suriye gümrük hasılatı borca garanti gösterilmişti…”

”Sultan Vahidüddin Abdulmecid’in 42 çocuğunun sonuncusuydu. Sarayın yalnız adamı işte böyle bir ortamda ve böyle bir sarayda doğdu. Bir yaşına basmadan yetim, dört yaşındayken de öksüz kaldı…24 yaşına geldiğinde 19 yaşında bir Çerkez kızıyla(Nazikeda) dünya evine girer. Sultan Vahidüddin depdebeden ve gösterişten uzak bir hayatı yaşamayı tercih etti. Ağabeyi Abdulhamid, başını sokacak tek bir evi bile olmayan küçük kardeşine Çengelköy’de bir köşk hediye etmiş ve ayrıca devletten cüz’i bir tahsisat ayırmıştı. Ayrıca her ay cep harçlığı da verirdi…

Çoğumuz saraylarda bolluk içinde yaşandığını, sultanlarla şehzadelerin kuş sütüyle beslendiklerini düşünürüz. Ama sarayda hâkim olan, aslında sadece darlık ve sıkıntıdır…Birkaç istisna dışında hükümdarların kendisini bile saran bir sıkıntı…”

Yalnız adam Vahdeddin, İstanbul’dan dışarıya ilk adımını 1909 da, 46 yaşındayken atar. Ağabeyi Sultan Reşad’la Bursa’ya gider.

Daha sonra, 1917 de Alman Kayzeri II.Wilhelm’in davetlisi olan Sultan Reşad’ın vekili olarak da Yaveri Mustafa Kemal’le birlikte Almanya’ya gider.

Yalnız adam 1918 de Padişah’lık teklifi alır. İttihatçı paşalar onu tahta davet ederler. İki gün sonra cevabını verir. Cevabı olumludur…

Seneler sonra Mekke’de yayınladığı bildirisinde o günlerden bahsederken, Yıldırım ordularının kumandanını ve Mondoros’u imzalayanları” felaketlerin müsebbibi” olmaktan, zillete kadar uzanan sözlerle itham edecektir…”

Vahdeddin, çok sonraları da Ferit Paşa’dan bahsederken ”..iç meselelerde çok bilgisizdi. İngilizler’le Mustafa Kemal Paşa’nın kurnazlığının kurbanı oldu ve bizi tam bir yenilgiye götürdü. Zavallı Ferit Paşa dünyaya İngilizler’in gözlüğüyle bakıyordu. Allah onu affetsin” diye yazacaktır…”

Fetva

”…Kurtuluş Savaşı’nı ilk ataşleyen kişi Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi Efendi’dir: ”İşgale uğrayan memleket halkının silaha sarılması ve savaşması farz-ı ayındır! Fetva veriyorum, silah ve cephane azlığı veya yokluğu mücadeleye mani olamaz!…” diyordu cami kürsüsünden bu cesur müftü.

Denzili Müftüsü’nün bu fetvasından sonradır Bandırma Vapuru’nun demir alması limandan. Bandırma Vapuru’yla İstanbul’dan yola çıkan 48 kader yolcusu. İngilizler’den vize alarak Samsun’a doğru hareket etmişlerdir. Vapurda üç binek hayvanı ve bir de otomobil vardı. Gemi 279 grostonluk yolcu ve yük gemisi idi. Buhar donanımlı idi. Demir uskurlu, 48.9 metre uzunluğunda 6 metre genişliğindeydi.

Vizeyi bizzat Vahdettin kendisi almıştır. Vizede şu ibare vardı: ”Müttefik Pasaport Kontrol Bürosu, İngiliz Bölümü. Samsun’a gidiş için geçerlidir. İstanbul, 16 Mayıs 1919”

Harbiye Nazırı Şakir Paşa Bu heyetin başına Mustafa Kemal’in getirilmemesi gerektiğini söylemiştir Sultan Vahdettin’e. Sebep olarak da ”İyi bir askerdir ama cumhuriyetçidir” demiştir. Vahdettin askerlerle yaptığı istişareyi Mediha Sultan’ın oğlu Sami Bey’le de yapmıştır. Ondan da Şakir Paşa’nın verdiği cevabı almıştır. ”Hanedanınızı düşünün Efendim” diye de ilave etmiştir.

Vahdettin: ” Ne Hânedan’ı be, hepsi Hânendegân oldu. Madem ki en iyi askerimizdir, öyleyse onun gitmesi lazım. Cumhuriyet vesaire gibisinden şahsi fikirleriyle bu işin alakası yok…” Ve Sultan Vahdettin imzayı attı. İşte tarih o anda değişti…

…Türk milleti, Kurtuluş Savaşı’ndan muzaffer çıkmış, düşmanlar vatan topraklarından atılmıştı. Ancak Kurtuluş Savaşı’nı başlatan Sultan Vahdettin sürgüne gönderiliyordu. İstimbotlar rıhtımdan peşpeşe kalktı… Açıkta demirli zırhlıya varmaları, sadece birkaç dakika sürdü… İskele indirildi ve istimbottan gemiye çıkan 60’ını geçkin gözlüklü adam güverteye ayağını attığı anda askerler selama durdu…

Güneş daha yeni doğmuştu…

Biraz sonra demir alındı… Gözlüklü adam zırhlının kıç tarafında, ayaktaydı… Şehrin sisler içinde hayale dönen siluetini seyrediyordu… Gözleri hafiften yaşarmıştı herhalde… Belki çıktığı sonrasız yolculuğun muhasebesini yapıyordu, belki 61 yıllık ömrünün… Belki de ufukta artık seraba dönen şehri bir daha görüp göremeyeceğinin elemindeydi…

Sonra bir yağmur başladı… Marmara ağlıyordu, İstanbul ağlıyordu ve güvertedeki gözlüklü adam, Abdülmecid Han oğlu Sultan Altıncı Mehmet Vahideddin de ağlıyordu… İstanbul, 1922’nin 17 Kasım Cuma sabahına gözü yaşlı girdi…

Son hükümdarın 1275 gün devam eden ve ölümüyle bile noktalanmayan dönüşsüz yolculuğu, böyle başladı…

Ankara Hükümeti’nin İstanbul’daki temsilcisi Refet Paşa’nın (Bele) bir akrabası, yıllar sonra bir dostuna “Padişah’ı gitmeye ikna edebilmek için, bizim Paşa günlerce az mı dil dökmüştü?… ‘Kalırsanız kan akacak efendimiz… Hiç olmazsa birkaç aylığına gidin; payitahtınıza ortalık yatışınca yeniden avdet buyurursunuz…’ diye az mı uğraşmıştı?” diyecekti…

Malta’daydı. Mustafa Kemal’in adamları bir süreliğine Malta’da kalması gerektiğini, en kısa zamanda geriye döneceğini ona söylemişlerdi. Gitmek istemeyince de gözdağı vererek İstanbul’u terk etmesini sağlamışlardı.

Sultan Mehmed Vahdeddin, Malta’dan sonra Mekke’ye gitmiş, bir süre sonra, San Remo’ya dönmüş ve oraya yerleşmişti. 15 Mayıs 1926 günü 65 yaşında orada vefat etti. Vatan topraklarına gömülmek en büyük arzusuydu. Ancak bunun mümkün olmayacağını bildiği için en azından halkı müslüman olan bir ülkenin topraklarına gömülmek istemişti. Şam’daki Selâhaddin Eyyubi Türbesi’ni seçmişti ve bu son arzusuydu.

Cenazesi alacaklıların haciz koymaları yüzünden bir süre ortada kaldı. Ancak devrin Suriye Devlet Başkanı Ahmed Nami Bey, olayı duyunca çok üzüldü ve bütün borçlarını ödeyerek, cenazesini Suriye’ye getirtti. Ancak toprağa verilmeyi çok arzuladığı Selâhaddin Eyyubi Türbesi doluydu. Ahmed Nami Bey, Sultan Mehmed Vahdeddin’in cenazesinin Sultan Selim Camii’nin bahçesine gömülmesini sağladı.

Son sözü: ”Ben O’na güvenmiştim…”

Merak edenler bundan sonrasını Murat Bardakçı’nın yazdığı Şahbaba kitabından okumalılar.

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.