RİZE

ABONE OL
18:13 - 01/10/2020 18:13
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

RİZE


VENİ VİDİ SCRİPSİ (VII)
“Geldim, gördüm, yazdım” 2015


Sümela Manastırı’ndaki ve Ayasofya Kilisesi’ndeki tarih katliamlarını ve Uzungöl’deki doğa katliamına şahit olduktan sonra uğradığımız hayal kırıklığının boyutunu varın siz düşünün…
Bundan sonraki güzergâhımızda bizleri neler bekliyor Allah bilir. Bizim bildiğimiz ise “Yeryüzünü gezin, görün ibret alın .”ayetinin ışığının bu topraklara ulaşmamış olduğu.

Uzungöl’den ayrılıyoruz. Akşam Fırtına Deresi’nde konaklayacağız. Önce Rize. Rize Türkiye’nin en çok çay yetiştiren, en yeşil ve en çok yağış alan illerinden biri.  Rize ilinin adı ile ilgili olarak değişik görüşler ileri sürülmüş; Yunanca pirinç anlamına gelen Rhisos, Rumca’da “Rıza” olarak dağ eteği anlamında kullanılmış. Sonradan Rıza, Rize’ye dönüşmüş.



Rize yaklaşık 330 bin nüfuslu bir şehir. Geçim kaynağı, çaycılık.  Çay tarımı Rize’de 1944 yılında başlamış. Çayı işleyen fabrikalar da kurulunca bölgenin ekonomisi gelişmiş.
Çayı Rize’ye getiren kişi Zihni Derin. Zihni Derin 1880’de Muğla’da dünyaya gelmiş. Derin, Türkiye’de çay tarımının başlamasına ve yayılmasına önderlik eden ziraat mühendisi (1923). “Çayın babası” olarak biliniyor. Yanısıra balıkçılık, arıcılık ve puro tütünü üreticiliği de önemli geçim kaynaklarından.

Rize’nin yetiştirdiği önemli şahsiyetler de var: Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, eski Başbakanlardan Ahmet Mesut Yılmaz, sanatçı Tarkan Tevetoğlu, İş Adamı Abdurrahim Albayrak, Eski Bakan Ahmet Tevfik İleri, Yazar Prof. Dr. İsmail Kara, T.B.M.M Eski Başkanı Köksal Toptan, Murat Karayalçın, Yazar Ömer Lütfi Mete bu şahsiyetlerden bazıları.

Daracık sokaklar

Otobüsle turlamak mümkün değil Rize’yi. İki caddesine girebildik. Daracık sokaklar, otobüs zor geçiyor. Yalçın dağlarla deniz arasına sıkışıp kalmış bir şehir Rize. Denizi doldurarak şehri genişletmeye çalışmışlar ama yapılan ortada, taşıma suyla değirmen bu kadar dönüyor demek ki.  Şehirde biraz soluklanmak, dondurma yemek ve kahve içmek istedik, otobüsü park edecek yer bulamadık. Ve terkettik Rize‘yi, şehrin dışında Rize bezi fabrikası varmış, tur sorumlusu Emin öyle söyledi. Oylama yapıldı ve otobüs çevirdi yönünü alışveriş merkezine. Alışveriş için başka çaremiz de yoktu. Önce fabrika hakkında bilgi aldık sahibinden. Alt katta eski bir tezgâh var. Fabrika sahibi nereden nereye geldiğini unutmamak için sergiliyormuş bu tezgâhı. Üst katta Rize bezinden yapılmış, elbiseler, gömlekler, tişörtler ve iç çamaşırları var. Almadan geçmek olmaz dedik ve birkaç parça hediyelik alarak ayrıldık fabrikadan.

Çamlıhemşin

Çamlıhemşin’deyiz. Eski adı Vicealtı. Başladı rehberimiz Yasin otobüste anlatmaya Çamlıhemşin’i; „Çamlıhemşin Rize’nin Lazca konuşan tek ilçesidir.  Hemşinliler de yörenin en eski yerli halkıdır. Hemşinliler dağlık köylerde yaşarlar.  Çamlıhemşin’in merkezinde Türkler de vardır.
Çamlıhemşinin evleri genellikle yamaçlara inşa edilmiştir. Bölgede bulunan eski evlerin çoğu yüz yıldan yaşlıdır. Yapılarda tamamen doğal ahşap malzemeler kullanılmış, bilhassa kestane, gürgen ve çam türü ağaçlar tercih edilmiştir. Eski köklü ailelerin evleri çok katlıdır ve ahşap işçiliğinin eşsiz örnekleriyle süslenmiştir.




Fırtına deresi

Fırtına deresi, Doğu Karadeniz’de yer alan akarsulardan birisidir. Kaçkar Dağları’nın Karadeniz’e bakan yamaçlarındaki derelerin birleşmesi ile oluşur. Çay bahçeleri içinden geçen Fırtına deresi,  üzerindeki kemer köprülerle anlam kazanır, rafting yapmaya elverişli parkurlarla da ününe ün katmıştır. Hava muhalefeti olmazsa isteyenlerle rafting yapabiliriz.“
Arkadaşlardan bazıları çok istemelerine rağmen, hava muhalefeti yüzünden maalesef rafting yapamadık.

Fırtına Deresi’ne geldiğimizde gün batmıştı. O gece Türkiye genelinde elektrikler kesikti. Paralel yapı kesmiştir elektriği diye zanda bulunanlarımız bile oldu. Türkiye seçime gidiyordu. Mevcut hükümetin zayıf düşmesi için ne gerekiyorsa Türkiye’nin zararına bile olsa yapılabilirdi. Bu düşünceleri tasvip etmesek bile, olay Türkiye’nin geldiği noktayı anlatıyordu bizlere. Oysa bizler 3 bin km. uzaktan geliyorduk. Vatanımız diyorduk, havasını koklamak suyunu içmek istiyorduk, yaylalarında özgürce dolaşmak, avaz avaz bağırmak istiyorduk: Özlemiştik güzel vatanımızı. Taşını-toprağını, havada uçan kuşunu, denizlerde yüzen balığını, velhasıl herşeyini, anavatanım, güzel yurdum benim: Bir kısım çocukların senin ensende boza pişirirken, tepinirken, bir kısım çocukların da senin bağrına yaslanmak, senin kolların arasında huzur bulmak için geldiler buralara Türkiye’m. Türkiye’m, türküsünü hep birlikte söyledik. Heyacan dorukta.

“Baş koymuşum Türkiye’min yoluna
Düzlüğüne yokuşuna ölürüm
Asırlardır kır atımı suladım
Irmağının akışına ölürüm Türkiye’m

Sevdalıyım yangın yeri bu sinem
Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem
Pınarlardan su doldurur Eminem
Mavi boncuk takışına ölürüm Türkiye’m

Düğünüm, derneğim, halayım, barım,
Toprağım, ekmeğim, namusum, arım
Kilimlerde çizgi çizgi efkarım,
Heybelerin nakışına ölürüm Türkiye’m”




Sırat köprüsü

Kalacağımız otel karşıda. Oraya uydurma bir köprüyle geçilecek. Beşik gibi sallanıyor köprü. Bizleri aldı bir panik, önümüzü görmüyoruz. Suyun üzerindeyiz, şarıltısına bakılırsa büyük bir nehire benziyor. Allah korusun, köprüden aşağıya düşsek, alıp götürür bizi, hem de bir daha geriye getirmemek üzere. Telefon ışıklarıyla aydınlatıyoruz önümüzü. Yasin ve Emin kardeşlerimiz önceden köprü ile ilgili bir açıklama yapmadıkları için oldukça korktuk, hele hanımlar daha da çok korktular. Birbirimize tutunarak karşıya geçtik geçmesine de, nasıl geçtik… Ayşe Hanım için çok daha zor oldu bu geçiş. Onda yükseklik korkusu var. Baktık, eşi Mustafa koluna girmiş, ağır ağır ilerliyorlar Sırat Köprüsü’nden, rahatladık.




Tulum ve horon

Fırtına Deresi’nde, otelin bahçesindeyiz. Köprünün şokunu daha atlatamadık. Otel dediysem ahşap evler. Biraz sonra ateş yaktılar meydana, daire şeklinde çevirdik ateşi, ne güzel bir manzara. Hemen sonra tulum sesi geldi arkalardan bir yerden. Karanlıkta zor seçiliyor. İsminin sonradan Sinan olduğunu öğrendiğimiz genç çalıyor tulumu. Yorgunluğu ve korkuyu bir anda unuttu arkadaşlar. Başladılar tulum eşliğinde horon tepmeye. O kadar yorgunluğun üstüne o horon öyle güzel geldi ki, oynayanlar da, seyredenler de, söyleyenler de mutluydu. Gezi amacına çoktan ulaşmıştı bile.




Akşam yemeği

Yemek faslına geçmeden ışık da geldi. Tezgâhın önünde yemek almak için sıraya geçtik. Hemşinli bayanlar tezgâhların önünde servis yardımı veriyorlar. Bu güler yüzlü bayanlar yemekleri tanıtıyorlar; ‘Karalahana çorbası, lahana sarması, biber dolması, kızartma ve et çeşitleri var menüde’. İşte bu, tam istediğimiz yemekler. Yemeklerin yöreye ait olması hepimizi mutlu etti. Fırtına Deresi’nin çağıltıları eşliğinde yedik yemeklerimizi. “Kadın sesi, su sesi, para sesi” derler ya. Tam isabet. Su sesinin dinlendiriciliğini, Fırtına Deresi’nde çağıldayan su sesi eşliğinde çayını yudumlayanlar ve lahana çorbasına kaşık çalanlar anlayabilir. O duygu anlatılmaz, yaşanırsa anlaşılır.
Sabah kahvaltısı için kuymak siparişi yaptık Sinan‘a. İtiraf edeyim Trabzon’da yediğimiz kuymak daha lezzetliydi. Arkadaşlarımız da aynı düşüncede. Buna rağmen bitirdik kuymağımızı, bitirmeyenler de vardı. Biraz da pahalıydı.

Zahire ambarları

Kaldığımız ahşap evler, eskiden Karadeniz’de zahire ambarı olarak kullanılırmış. Odalar iki kişilik ama çok dar. Adım atacak yer yok. Tuvaleti ve banyosu da dar. Sıcak suyu yok, elekrikli soba var ısınmak için, o da yanmıyor. Hava oldukça soğuk. Odayı ısıtamadık.
Ertesi gün de aynı yerde konaklayacağız. Şikâyetlerimizi söyledik görevlilere. Çok normal bir şey söylemişiz gibi, rahatsızlık bile duymadan sezonun yeni açıldığını ve bu eksikliklerin giderilmesi için çalıştıklarını söylediler. Sinan kardeşimizin güleryüzü ve mutfakta çalışan bayanların sevgi dolu hizmetleri ve tebessümleri hatırına otel yöneticilerinin aymazlıklarına ancak omuzumuzu silkerek cevap verebildik. Tabiatıyla dudağımızı da büktük. Hafif de tebessüm.
O kadar yorgunluktan sonra, soğuk bir odada yat ve 5 saat uyku fazla gelsin. Evet, bu doğru. Herkes uykusunu almış, dipdiri ayaktalar. Temiz hava işte böyle birşey.




Çay bahçesi

Sabah kahvaltıyı yapar yapmaz, doğru çay bahçesine daldık. Bazı arkadaşlarımız girdi tarlaya ve çaldı makası çay bitkisine. Değişik bir duygu. Hayatımızda yakından hiç görmediğimiz ama her sabah afiyetle içtiğimiz çayın bahçesindeyiz ve ona dokunabiliyoruz. Fırtına Deresi’ni unutmak ne mümkün.
Yasin’in sesi o mutluluğumuzu bozmaya yetti: „Acele ediniz yolumuz uzun, göreceğimiz daha çok yerler var, geç kalanlara ceza verilecektir. Hedefimizde Rize derelerinin üzerinde kurulan antik köprüler, Zil kalesi, Mucidin yeri, Sevdaluk dizisinin platosu ve Palovit Şelalesi ve de Ayder Yaylası var.“ Yasin haklı.

Şamata tur

Otobüsümüz kaldı Fırtına Deresi’nde. Minübüslerle tırmanmamız gerekiyormuş o sarp yokuşları. Minibüsler hazır bekliyor, gelin gibi süslenmişler. Nihayet, Minübüs şoförleri sayesinde Karadenizlilerle ve Karadeniz müziğiyle tanıştık. Şive tamam, onlar konuştukça başka fıkra anlatmaya gerek yok. Konuşmaları, şiveleri fıkra gibi zaten. Aman Allah’ım, o ne şamata, o ne gürültü, dayanılmaz. Üstüne üstlük bizler de katılınca şamataya iyice öocuklaştık. Ne güzel bir ortam. Herkes şarkı söylüyor, hem de Karadeniz şarkıları. “Oy oy Emine…”   Şamata, minibüs şirketinin adı. İsabetli seçim.
Bir yakadan öbür yakaya geçmek için belirli aralıklarla taştan köprüler yapılmış dere boyunca. Su, sarp yokuşla, o özgürce göğün  zirvesine ulaşmak için gayret sarfeden ağaçlarla ve en önemlisi o taş köprüler ile birleşince o kadar güzel bir manzara ortaya çıkıyor ki, büyüleniyorsunuz. Ortalık çok sakin, sakinliği bozan bizim şamatamız. Zaman zaman bizim şamataya kuş sesi ve su sesi de karışıyor elbet. Şamata Tur’un o iki güzel insanını çok özleyeceğiz.




Taş köprüler

Köprü üzerinde sevgililerimizle fotoğraflar çekildik, aşklarımızı yeniden ilan ettik, haykırdık, çığlıklar attık, dileklerde bulunduk. Oturduk köprünün üzerine hayal bile kurduk gözlerimizi kapatarak. Bir de o ses olmasa, Yasin’in sesi. Bazende o sese Emin’in sesi ekleniyor. “Acele edin. 10 dakika bitmiştur, haydi minübüslere, geç kalana ceza kesilecektur…”
Rize’de en eskisi 1800’lü yıllarda yapılan 94 tarihi kemer köprü varmış. Bir asrı aşkın süredir doğanın neden olduğu tüm olumsuzluklara rağmen ayakta kalmayı başaran köprüler, geçmişte sivil mimarideki kaliteyi gözler önüne seriyor. Sevdaluk filmi burada çekilmiş. (CinCiva=Şenyuva)

Kaçkar dağları

Kaçkar Dağları’nda yaklaşık 100 adet buzul gölü bulunmaktaymış. Çat Deresi Vadisi’nde yer alan Zil Kale Harabeleri, kültürel açıdan önemli bir değer taşımaktaymış. Zil Kale; aşağı kale demekmiş. Aynı güzergâhta Varoş Kale (Kale-i Bala=Yukarı Kale)  Adıyla anılan bir kale daha varmış, biz onu görmedik.
Günümüzde, Kaçkar Dağı Milli Park’ında irili ufaklı 40 kadar kırsal yerleşim birimi ve yayla mevcutmuş. Milli Park’ın en yoğun ziyaretçi çekim merkezi durumundaki Ayder Yaylası’nda, Türkiye’nin en eski kaplıcaları mevcut. Biz kaplıcalara giremedik zaman yetmezliğinden dolayı.

Zil Kale (Kale-i Zir)

Bölgenin en dikkate değer eserlerinden birisi Zilkale. Çamlıhemşin’den 12 km. uzaklıkta. Trabzon İmparatorluğu döneminde Hemşin Lord’u ”Arhakel” tarafından yapılmış. (1200-1450) Şamata bizi yolun ortasında indirdi. Kale karşımızda. Verdi CD yi CD çalara, başladı Şamata. Mehter eşliğinde kaleye müteveccihen yürüyoruz. Ellerimizde bayraklar, sanki kaleyi fethe gidiyoruz. İki ileri bir geri. Allah Allah nidaları kubbedde boş bir seda bıraktı.
İşte Karadeniz zekası; tuvaletin nerede olduğunu anlatabilmek için Karadenizli, ne kadar ismi varsa hepsini tabelaya yazmış: Tuvalet, wc, ayakyolu, hela, kenef…
Zil Kale, Fırtına Deresi’nin batı yamaçları üzerinde kurulmuş bir kale. Kalenin üzerinde inşa edildiği sarp kaya denizden yaklaşık 750, dere yatağından 100 metre yükseklikteymiş. Hemşin yöresi İlhanlılar zamanında fethedilmiş. Osmanlıların döneminde askeri amaçla kullanılmış. Kalede bulunan Osmanlı döneminden kalma iki el topu Trabzon Müzesi’ndeymiş. Restorasyon çalışmasından dolayı kaleye giremedik.




Palovit Şelalesi

Zil Kale’den Palovit Şelalesi 3-4 km. uzaklıkta. Minübüslar oraya kadar çıkabiliyor. Yolun yarısı arnavut kaldırımı, kalanı ise toprak. Şelale yaklaşık 15-20 metrelik bir mesafeden dökülüyormuş. Heyelandan dolayı yol çalışması yapıldığı için şelaleyi de göremedik. Döndük geriye. Dönüşümüzde bir başka yol çalışmasına rastladık. Toprak kayması olmuş. Temizliyorlar. Yol açılsın diye beklemeye başladık.  2 saat beklememiz gerektiği söylendi. Neyse ki Emin ve Yasin gidip konuştu polislerle. 15 dakika çalışmalarına ara verdiler, hızla geçtik o taşların üzerinden. Acelesinden Recai taşların üzerine düştü. Korktuk. Aşağısı uçurum. Bizler o tehlikeli geçişi eğlence olarak görme cehaletine düştük.  Düşenlere yardım edeceğimize onların fotoğraflarını çekmekle meşgul olduk. Toplu gezilerde çocuklaşıyor insan. Eğelenceli geliyor.
Bu arada zorunlu molayı fırsata çevirenler de vardı. Restorana demir atmışlar. Kuru fasulye yiyiyorlar. Erol mert’ten bahsediyorum. Sonra da fotoğraf çekilirken ’ Göbekten yukarı çekin.’ diye tembih ediyor…

Mucidin Yeri

Palovit Şelalesi’ni göremeden dönüyoruz. İniş aşağı, dereboyu, çam ormanlarının çıkardığı hışırtılı sesler eşliğinde yürüyoruz. Minibüslere bindiğimizde yorulduğumuzu hissettik. Bu mutluluk veren bir yorgunluk. Hedefte Ayder Yaylası var.  Yol üzerinde yörenin tanınmış simalarından Mucit Mustafa’nın Restoranına uğruyor ve Karadeniz insanının girişimciliğine hayran kalıyoruz. Mucid burada kendi imkânlarıyla elektrik üretmiş, değirmen yapmış. Kendi ihtiyacı olan unu da bu değirmende öğütüyor. Mini bir hayvanat bahçesi var. Hemen yukarısında şelale. Öğle yemeğini burada yiyoruz. Karadenizlilerin vazgeçilmezi muhlama da var menüde, lezzetli, severek yedik, hani derler ya “parmaklarımızı yedik” diye, sanki bu deyim mucidin muhlaması için söylenmiş… Bal da üretiyor mucid. Ama oldukça pahalı. Mucidin dediğine göre gerçek Ayder balı pahalı olurmuş. Bu baldan almak için sıraya girdik. Alışverişten sonra ver elini Ayder yaylası.




Ayder yaylası

Çamlıhemşin’den 17 km. uzaklıkta. Kaçkarlar denilince ilk akla gelen yerlerden birisi. Trabzon’a 165 Rizeye 95 km. uzaklıktaymış. Deniz seviyesinden yüksekliği 1350 metre. Yayla, yaz kış binlerce ziyaretçiye ev sahipliği yaparmış. 1994 yılından bu yana Milli park olarak koruma altına alınmış. Alınmış alınmasına da, yayla, yayla olmaktan çıkmış.  Tamamen turistik bir merkez haline gelmiş. Pansiyon ve otel dolu. Arap turistler mekan tutmuşlar burada da. Peçeli kadınları her yerde görmeniz mümkün. Erkekleri otelde uyuyor olmalı. Birbirlerinin fotoğraflarını çekiyorlar. Ben niçin fotoğraf çektiklerini, çekildiklerini merak ettim doğrusu. Sadece gözler açık. Foğraftaki şahsın kim olduğu belli değil.
Trabzon’da aldığımız mısır ekmeği bitti. Ayder de aradık bulamadık, sadece  beyaz somun satıyorlar. Esnafın derdi zahmetsiz para kazanmak. Yöreyi tanıtmak gibi bir dertleri yok. Tıpkı Berlin Büyükelçiliği’ndeki yemek ihalelerini alan esnaf gibi. Aynı fay hattı üzerinde mekan tutan egoistler bunlar.
Ancak Ayder’in kömürde pişirilen kahvesine diyecek bir şeyimiz yok. Mükemmel. 1,2,3. Hatta 4 tane içenimiz oldu. Temel amca kızıyla birlikte çalışıyor, yine yetiştiremiyorlar. Kahve içmek için uzun süre bekledik. Kızı güleryüzlü biri, ama temel amca öyle değil. Lafı ağzından kerpetenle alıyoruz…  ‘Kahveniz nasul olsun?’  Alun…

Yaylanın aşağısında, termal kaplıcaların kenarında bir cami var. Öğle ile ikindi namazını cem ederek kıldık burada ve peşi sıra hemen yola koyulduk.

Batum

Batum, 1564′te Kanuni Sultan Süleyman döneminde Osmanlılar tarafından fethedilmiş ve 314 yıl süreyle Lazistan Sancağı’nın merkezi olmuş. Daha sonra,  Ayastefanos ve Berlin Antlaşmaları ile şehir Rusya’ya bırakılmış. Şimdi Gürcistan’ın sınırları içinde.
Gürcistan Tarih boyunca Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Osmanlı ve Rus akınlarına maruz kalmış. Nüfusun %60’ını Hristiyan Ortodokslar, %35’i Müslümanlar ve %5’ini de diğer dinler oluşturuyor.
Ülkeye girişte ilaç yasağı var. Yanınızda Aspirin bile geçiremiyorsunuz. Biz ilaçlarımızı dışarda şoförün tanıdığı bir dükkâna bıraktık. Geri kalmışlık böyle bir şey.

Apsaros Kalesi (Batum)

Roma döneminde yapılmış kale, denizle nerdeyse sıfır noktasında kurulmuş. Kale, Roma, Arap, Osmanlı ve Rus hâkimiyetine geçmiş. Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Matthias’ın anıt mezarı ile bir Osmanlı hamamı kalede görebilecekleriniz arasında. Kalenin bahçesinde bir de Osmanlı Mezarlığı bulunuyor.




Orta Camii (batum)

Batum’da ayakta kalan tek camiymiş. Burada Ahıska Türklerinden Gül Ali amcayla tanıştık. Bizi görünce çok mutlu oldu ve duygulandı. İlhami ona biraz maddi yardımda bulundu, neredeyse gözlerinden yaş gelecekti. Allah kabul etsin. Gül Ali amca çok güzel Türkçe konuşuyor. Çocukları Türkçe’yi unuttukları için oldukça dertli. 3 kişi daha vardı caminin avlusunda, onlar Acara Müslümalarındanmış. Rasül, Zülkarneyn ve Miraç amcalar. Dünya yıkılsa umurlarında değilmiş gibi oturuyorlar. Gül Ali’nin gösterdiği sıcaklığı onlar göstermediler.
Caminin hemen yanındaki Türk restoranında yemeklerimizi yedik. Çalışan bayanlardan biri başörtülü, sorduk Gürcü müsün Acara mısın, Türk müsün? “Hiçbirisi, ben Ermeniyim. Din olarak Müslümanlığı seçtim. Asıl mesleğim rehberlik. Başörtülü çalışmama müsaade etmedikleri için burada garsonluk yapıyorum. Ailem de beni dışladı. Az kazanıyorum ama dinimin emirlerini yaşama imkânım var. Allah bereketini veriyor.” Batum’da Ermeni kızından ibretlik bir ders.

Botanik Bahçesi (Batum)

Botanik bahçesi Batumun  merkezine  9 km. uzaklıkta. Dünyanın en büyük botanik parkları arasında yer almaktaymış. Botanik bahçesini gezmek en az 3 saat sürermiş. Yasin sıkı sıkıya tembih etti.  “Sakın gruptan ayrılmayınız, kaybolursunuz.“
İki kafadar, Nusret ile İlhami’nin canı sıkılmış olacak ki, tenbihe kulak asmamışlar. Hızlı bir şekilde bahçeden çıkmak istemişler. Ormanda koybolunca da bu isteklerine ulaşamamışlar. Yanlış kapıdan çıkmışlar. Yokluklarını farkettiğimizde biz ana çıkışa yaklaşmıştık. Yasin diğer çıkış kapılarına telefon ederek onları buldu. Gelmelerini beklemedik. Bilhassa Emine hanım acele etmemizi istedi. Hava kararmadan teleferikle, kuş bakışı Batum’u seyretmek istiyordu. Onlar arkamızdan taksi ile teleferiğe geldiler. Aksilik olacak ya; hava yağmurlu olduğu için teleferiğe burada da binemedik. En çok üzülen Emine Hanım oldu. Hem Ordu da hem de Batum’da teleferik hayelleri kuruyordu. İkisi de olmadı.





Hopa

Akşam Hopa’da kaldık. Otelimiz idare eder cinsinden. Küçük bir şehirde bu kadarına da şükür demek lazım. Hopa Kazım Koyuncu’nun ilçesi. Yakalandığı amansız hastalık yüzünden 2005 yılında aramızdan ayrılan Kazım Koyuncu. Karadeniz Rock’ının genç efsanesi. Otelimizin tam karşısında heykeli var. 34 Yaşında hayatını kaybetmiş.

Sırada Artvin, Ardahan ve Kars var. Ani harabeleri var.

Devam edecek

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.