PROF. DR. İLHAMİ GÜLER İLE EĞİTİM KAMPI (III)

ABONE OL
18:09 - 01/10/2020 18:09
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

PROF. DR. İLHAMİ GÜLER İLE EĞİTİM KAMPI (III)

– İntihar eylemlerinin altında bölgedeki savaşın, güç dengelerinin asimetrik oluşu yatmaktadır. –

Antropolojik açıdan Arap kültüründe şiddet

Birçok antropoloğun savunduğuna göre Arapların tabiatında çölün yaratmış olduğu bir huşunet, sertlik bulunmaktadır. Kuran’daki şiddet olayını dürüstçe anlamak istiyorsak Arapların şiddete teşni olma tabiatlarının göz önünde bulundurulması gerekmektedir. Son derece zor ekonomik koşullar ve çölün yaşam şartları insanların tabiatlarına sirayet etmiştir. Bunun en güzel örneği Ficar Savaşları’dır. Cahiliye dönemindeki bu savaşlar neredeyse yılın tamamını kaplıyordu ve yılın 4 ayı haram ay kabul edilip savaşsız geçmesi buna çözüm olarak bulunmuştu. Bu 4 ayı Kuran da kabul etmiştir ancak Kuran’dan anladığımız kadarıyla Araplar bu 4 aya da riayet etmeyi başaramamışlar ve sürekli değiştirmişlerdir. Arapların bu şiddet halini -Kuran’da da geçiyor diye- İslam dinine bağlamak doğru değildir. Olayı coğrafyasını ve zeminini dikkate alarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu zemini hesaba katmadan Peygamberimizi Zırhlı Peygamber diye eleştiriyorlar ve sanki şiddet dinin bir parçasıymış gibi addediyorlar. Oysa Allah’ın asli görüşünün şiddete başvurmamak olduğunu Kuran’da çok net bir şekilde görüyoruz ve bu hareketin lideri olarak Hz. Muhammed’in de buna uygun davrandığını rahatça söyleyebiliriz. Ama değil mi ki Arap Yarımadası’nda böyle bir savaş ortamı var dolayısıyla bu durum bir biçimde Kuran’a da yansımıştır. 

Cihad kavramı

Kuran’da cihad ayetleri geçtiğinde ”Fisebilillah” kavramı kullanılır. Fisebilillah uğrunda ölenler şehadet mertebesine ulaşırlar ve cennet nimetiyle ödüllendirilirler. Bu 3 kavram Kuran’da birlikte anılır. Ancak hangi durum fisebilillah kabul edilir ve bu uğurda ölenler şehit olup cennete girerler? Bu kavramlar yoruma açık kavramlardır ve Hz. Muhammed’in ölümünden itibaren istismar edilmişlerdir. Beni Saide’de başlayan ihtilaf zaman içerisinde 2 halifenin öldürülmesi, Cennet’le müjdelenen sahabenin birbirine düşman olması, Cemel ve Sıffin Savaşları, Hz. Hasan ve Hüseyin’in öldürülmesi, binlerce Müslüman kadına yine Müslümanların tecavüz etmesi ve en sonunda Kâbe’nin yerle bir edilmesi. İlk 100 yılda yaşanan bütün bu olaylar bu kavramların istismar edilmesinin sonucudur. Sünnilik yüz yıl süren bu iç savaşı dürüstçe ele alıp faillerini yargılamayı denememiştir. Kimin haklı kimin haksız olduğu araştırılmayıp iç savaşın failleri tespit edilmemiş ve hatta durumun içtihat farkından kaynaklandığı söylenerek üstü örtülmüştür. Kimi âlimler suçu Abdullah İbni Sebe adlı bir yahudiye atma yoluna giderken kimi alimler de bunu kadere bağlamıştır. Olayın, Allah’ın takdiri denilerek kadere bağlanması ise en büyük yanlıştır. Allah’ın, dinini barışla zafere ulaştıracağı yerde yüzyıllık savaş çıkararak kendi eliyle batırması gibi bir inanış Allah’a iftira atmaktır. 

Arap siyasal aklı: Kabile, ganimet, akide

Muhammet Abid El Cabiri modern dönemde Arap antropolojisi üzerine ciddi analizler yapmış bir bilim adamıdır. Arap Siyasal Aklı ismiyle Türkçeye tercüme edilen kitabında özetle Arapların 3 saikle hareket ettiklerini tespit etmiştir. Cabiri’nin İbni Haldun’a dayandırarak yaptığı analizde ortaya çıkan unsurlar kabile, ganimet ve akidedir. Erken dönemde ortaya çıkan olayları anlamak için Arapların bu 3 özelliğini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Kabilecilik Arapların sahip olduğu ve Hz. Muhammed’den sonra tekrardan ortaya çıkan baskın bir özelliktir. Ganimet yapma tutkusu ise çöl şartlarında edindikleri bir diğer önemli unsurdur. Akide ise iman ve ahlak saiki demektir. Örneğin Hz. Ali tam bir akide saikiyle hareket eden bir Arap’tır. Cabiri, Arapların söyledikleri sözleri analiz ederek hangi savaşta ganimet peşinde koştuklarını, hangi savaşta kabilecilik asabiyetiyle hareket ettiklerini ortaya koymuştur. Hz. Ebubekir’in halife seçilmesinden itibarin Kureyş kabile ırkçılığının devrede olduğu görülmektedir. Dolayısıyla erken dönem iç savaşta ciddi bir Arap etkisi olduğu ortadadır. İslam’ın bulunduğu coğrafyadan çıkıp kısa sürede Mağrib’e hatta Endülüs’e ulaşmasında, doğuda bir sürü fetihlerin yapılmasında, kabilecilik ve ganimet tutkusu çok ciddi düzeydedir. İslam tarihi boyunca Arapların bu özellikleri dikkate alınmayıp yapılan fetihler sadece akide özelliğiyle izah edilmiştir. Oysa dürüst bir şekilde değerlendirildiğinde diğer unsurların çok daha baskın olduğu görülecektir.

Fetih ve tebliğ kavramları

Kapı açmak anlamına gelen Fetih kavramı Kuran’da Hudeybiye Barış Antlaşması için kullanılmıştır. Fetih kavramı kullanılarak insanların ülkelerini işgal etmek Kuran’dan çıkarılacak bir anlam değildir, bu Arapların kendilerinin gerçekleştirdiği bir tasarruftur. Erken dönemde Araplar ülkeleri Dar’ül-harp ve Dar’ül-İslam olmak üzere ikiye ayırmışlardır. Dar’ül-Harp kendisiyle sürekli savaş halinde olunan, işgal edilmeye aday ülke demektir. İslam’ın yayılmasında dinin Müslüman olmayanlara taşınması motifi kadar diğer saiklerin de rol aldığını görebiliriz. Peki, Müslümanlar Hz. Muhammed’in ölümünden sonra bu şekilde davranmayıp, tıpkı İsa Peygamberimiz ve Havarilerin yaptığı gibi şiddete başvurmadan, Kuran’ın muhtevasını bilen insanlar yetiştirip dünyanın değişik yerlerine gönderselerdi ne olurdu? Bunu yapmaya engel neydi? Ahmet Yesevi’nin müritleri Anadolu’ya böyle girmişlerdi. Malezya’ya, Endonezya’ya böyle ulaşılmıştır. Tebliğ barış ortamında yapılacak bir şeydir. Oysa erken dönemden itibaren İslam tarihinde yaşananlar tam tersi bir durum olduğunu göstermektedir. 

Ortadoğu’daki iki aşamalı baskı

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’da seküler yapılar kurulmuştur. Ya tek parti, ya askeri ya da kabile diktatörlükleri oluşmuştur. Bu devletler Birinci Dünya Savaşı’nın galiplerinin kontrolünde olan ve yöneticilerinin sürekli olarak galip devletlerle işbirliği halinde olduğu devletlerdir. İsrail’in İngilizler tarafından getirilip Ortadoğu’ya yerleştirilmesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da İsrail’in güvenliğinin Amerika tarafından üstlenilmesi, daha sonra petrolün etkisiyle sanayileşmiş emperyalist ülkelerin Ortadoğu ve İslam ülkeleri üzerinde ciddi bir baskı kurmaya başlaması, bu baskının giderek fiili işgallere dönüşmesiyle birlikte bölgede asimetrik bir savaşın başladığını görüyoruz. 
İsrail’in işgalinden sonra Filistin Kurtuluş Örgütü, Sovyetler Birliği ve Sosyalist rejimin çökmesinden sonra direnişin Sosyalizm ve Marksizm’den İslam’a transfer edilmesi ve Hamas’ın ortaya çıkması, Afganistan’ın işgal edilmesi ve Afgan direnişinin başlaması, Irak’ın işgali ve El Kaide’nin ortaya çıkması, giderek Batı’nın Kuzey Afrika’daki baskısının da artmasıyla birlikte İslamcıların iktidara gelmelerinin engellenmeleri sonucundan bölgede şöyle bir durum ortaya çıkmıştır. İlk olarak iç rejimlerin totaliter olması ve halkı ciddi düzeyde baskı altında tutmaları, ikinci aşamada Amerika, İngiltere ve Avrupa’nın bölge üzerindeki baskıları terör örgütü denen örgütlerin oluşmasına neden olmuştur. 
Cezayir’deki iç savaştan Hamas’a, Taliban’dan El Kaide’ye, IŞİD’den Boko Haram’a kadar bütün bu oluşumların sebebi bölgedeki bu iki katlı baskıdır. Bu baskı, bu coğrafyadaki çocukları zıvanadan çıkararak, delirterek adeta birer bombaya dönüştürmüştür. İntihar eylemlerinin altında bölgedeki savaşın, güç dengelerinin asimetrik oluşu yatmaktadır. Baskıyı yapanlar son derece konvansiyonel silahlar kullanıyorlar. Temiz, hijyenik silahlarla, son derece üstün teknolojiyle savaşı sürdürüyorlar. Şiddete maruz kalanların konvansiyonel bir savaş yürütecek güçleri olmadığından ellerinde sadece vücutları kalıyor. Vücutlarını bomba yapıp patlatıyorlar. Sivil insanların içinde vücudunu patlatarak sivil kayıpların ortaya çıkmasına sebebiyet verilmesi barbarlıktır. İslami açıdan asla kabul edilebilir bir durum değildir. Ama burada dürüst olarak şunu görmemiz gerekir ki, bu barbarlığı doğuran küresel barbarlardır. 

Fisebilillah, şehadet ve cennet motiflerinin günümüzdeki kullanımı

Günümüzde Ortadoğu’da 50’ye yakın örgüt bulunmaktadır. Bu örgütler kolayca fisebilillah, şehadet ve cennet motiflerini kullanarak kendileriyle özdeşleştirme yapabiliyor ve 1400 yıl önceki şiddeti buraya taşıyabiliyorlar. Bunu yaparken durumu kolayca istismar ederek kendilerini Bedir’deki, Uhud’daki, Hendek’teki durumla aynı durumda görüp Kuran ve hadislerden kendilerine mesnet bulabilmekte ve cihadı yerine getirmeliyiz diyerek şiddete başvurabilmekteler. Şu andaki rejimlerin veya süper güçlerin bu kitleler üzerinde yarattığı baskı ile Hz. Muhammed’in Medine’de Müşrikler tarafından tazyik altında bulunduğu durum arasındaki benzerlik ve farklılıkların ciddi düzeyde analiz edilmesi ve aynı şekilde şiddete başvurmanın meşruiyeti nedir diye sorgulanması gerekmektedir. Ama bütünüyle bu olayı kopararak bizimle hiç alakası yoktur demek kolaycılıktır. 

Devam edecek

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.