ORTAÇAĞ’DA AVRUPA (II)

ABONE OL
18:52 - 01/10/2020 18:52
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

On ikinci yüzyıl aslında bir geçiş çağıdır ve bu çağda Akdeniz’i çevreleyen İslâm, Hristiyan ve Yahudi dünyaları önceki yüzyıllara oranla çok daha sıkı bir bağ kurmuşlar ve birbirlerini karşılıklı olarak etkilemişlerdir; ancak bu dünyalar arasında en belirleyici ve en etkin olanı kuşkusuz ki İslâm Dünyası’dır; diğerleri sürekli olarak onu sömürmeye ve ondaki bilgileri ve becerileri kendi bünyeleri içine alarak sindirmeye çalışmışlardır. Bu uğraş o kadar canlıdır ki bu nedenle bilim tarihçileri bir 12. Yüzyıl Rönesans’ından söz ederler.

Öyleyse, bu dönemde büyük bir yoğunluk kazanan Batı Ortaçağ Dünyası’ndaki düşünsel uğraşının en temel özelliği bilime katkı değil, çeviriler yolu ile eski ve yeni kültürlerin aktarılmasıdır. Batı kültürünü oluşturan ilmî ve felsefî bilgiler, Batılıların yapmış oldukları araştırmaların bir sonucu değil, Arapçadan yapılan çevirilerin bir sonucudur.

Hristiyanlığın ortaya çıkışından sonra din-bilim çatışması gündeme gelmiş ve Yunan ve Roma Dönemlerindeki bilimsel çalışmalar kesintiye uğramıştır. Augustinus, Albertus Magnus, Thomas Aquinas gibi Hristiyan düşünürlerinin amacı Yunan bilgi birikimi ile Kitab-ı Mukaddes’teki bilgi birikimini uzlaştırmak ve kaynaştırmak olmuştur. Böylece doğal nesneler ve olgular açıklanırken doğaüstü güçleri kullanma eğilimi yeniden ortaya çıkmıştır.

Albertus Magnus (1207-1280) Dominiken tarikatına girmiş ve Aristoteles’i ve Fârâbî, İbn Sînâ, İbn Rüşd ve İbn Tufeyl gibi Müslüman filozofların Aristoteles felsefesine ilişkin yorumlarını öğrenmiştir; daha sonra bu yorumlara dayanarak Hristiyan inançlarıyla bağdaşabilecek yeni yorumlar getirmiştir.

Felsefe, sorunlarını akılla çözmeye çalışırken Kutsal Kitap’la çatışmamaya ve dolayısıyla inançla çelişmemeye büyük bir özen göstermiş ve bu yaklaşımıyla öğrencisi Thomas Aquinas’ı büyük ölçüde etkilemiştir. Albertus Magnus’un Platon’dan çok Aristoteles’in felsefesini seçmiş olması tesâdüfî değildir ve bu seçimi, özellikle İbn Rüşd gibi Müslüman filozofların etkisi ile açıklamak olanaklıdır.

Albertus Magnus’a göre, biri akıl ve öbürü ise inanç için doğru olan ve birbirleriyle çelişen iki doğru yoktur; gerçekten doğru olan her şey, büyük bir uyum içinde birleşmiştir.

Birçok bilimle ilgilendiği için Doctor Universalis (Evrensel Bilgin) lâkabıyla tanınan Albertus Magnus, kimya alanında da çalışmış, nitrik asidin madenler üzerindeki etkisi ve altının arıtılması gibi kimyevî konuları incelemiştir; ayrıca astronomi ve biyoloji ile de ilgilenmiştir.

Albertus Magnus biyoloji alanındaki çalışmalarında kelime kelime Aristoteles’in Arapça çevirilerini izlemiş ve bunlar üzerinde yorumlar yapmıştır; kendisine özgü gözlemler ve saptamalar da bulunmaktadır.

Aziz Thomas Aquinas (1225-1274). Katolik Kilisesi’nin resmî öğretisini kuran Aquinas, kutsal olan ve kutsal olmayan bilgilere akılcı bir temel aramış ve Summa Contra Gentiles (Kafirlere Karşı) adlı eserinde, Müslüman düşünürlerden İbn Rüşd gibi, bilginin iki kaynağı bulunduğundan söz etmiştir; bunlardan birisi inanç, diğeri ise akıldır. İnanç, Kutsal Kitap’tan, akıl ise düzenlenmiş ve yorumlanmış duyu verilerinden beslenir ve her ikisinden üretilen bilginin dayanağı Tanrı’dır. Tanrı kendi kendisi ile çelişmeyeceğine göre, bu iki bilginin birbirleriyle bağdaşır olması gerekir; yani Platon ve Aristoteles felsefelerini Hristiyan dini ile uzlaştırmak olanaklıdır; böylece Skolastik Düşünce’nin temelleri atılmış ve inanç ile akılın bağdaşabileceği düşüncesi bu dönemde kesin bir biçimde oluşturulmuş olmaktadır.

Ortaçağ İşkenceleri (Engizisyon Mahkemeleri)

Sanığın Sorgulanması

Bütün Engizisyonlarda işleyiş aşağı yukarı aynıydı. Tutuklular sorguya alınmadan önce aylarca zindanlarda tutulurdu. Bu, herhalde sanığın direnme gücünü kırmak için önceden düşünülmüş bir planın parçasıydı. Mahkeme önüne çıkarıldığında sanıktan doğruyu söylemesi istenir ve kendisinden Kutsal Örgüt’ün sırlarını saklama sözü alınırdı. Kabul etmek sorgulamanın başlaması demekti, reddetmek ise zindana geri dönmek ve büyük bir olasılıkla bazı cezalara çarptırılmak anlamına gelirdi. Sorgulamaya geçilmesi halinde, mahkeme başkanınca birkaç soru yöneltilir ve tutuklunun yanıtları bir kâtip tarafından kaydedilirdi. Birkaç gün içinde sanık yeniden mahkemeye çıkarılır ve sorgulama devam ederdi. Sanıktan Kutsal Örgüt’e suçunu itiraf etmesi istenir ve engizisyoncuların elinde kanıtlar olduğuna, onun aleyhine tanıklık etmeye hazır tanıklar bulunduğuna inanılırdı.

Tutuklunun, ne kanıtların niteliğini ne de tanıkların kimliğini öğrenmesine izin verilirdi. ve suçunu Sanık direnmeye inkâr etmeye daha devam ederse engizisyoncular daha şiddetli yollara başvururlardı.

Papa Innocentius tarafından 1252’de yayınlanmış resmi bir mektupla, işkence, itiraf ettirme aracı olarak açıkça tanınmıştı. Engizisyoncular işkenceyi neredeyse güzel sanatlara dönüştürdüler ve süreç içinde epeyce psikoloji bilgisine sahip olduklarını gösterdiler. Sistemin işleyişi, iradesi en güçlü ve en sağlam yapılı adamın bile direncini kırmak için incelikle tasarlanmıştı. Başta, sanık işkenceyle tehdit ediliyordu ve yalnızca tehdidin kendisi bile istenen sonucu verebilirdi. Bu yöntem itiraf ettirmede etkili olmazsa, işkence odasına alınıyor ve kullanılan aletler gösteriliyordu. İşkence odası, çelik gibi sağlam sinirlere sahip olmayanlar dışında herkeste korku, dehşet ve umutsuzluk uyandırmaya yetecek biçimde düzenlenmişti. Bu odalar, genellikle yeraltında, penceresiz ve iki mum ışığından başka aydınlatmanın olmadığı yerlerdi. İşkencecilerin görünümleri olağandışı ve ürkütücüydü. Baştan aşağı siyah giysiler giyerler, yalnızca gözlerini açıkta bırakan kukuletalar takarlar ve en şeytani, en iblisçe görüntüyü sergilerlerdi.

İşkence odasının, işkencecinin ve aletlerin istenen etkiyi yaratmaması durumunda tutuklu çırılçıplak soyulur ve elleri bağlanırdı: “Soymak,” diyor Limborch, “yalnızca erkeklere değil, kadınlara, bakirelere, zaman zaman hapse düşen en namuslu ve erdemli kişilere de insanlık onuru hiçe sayılarak uygulanırdı. Tutukluları iç çamaşırlarına varana kadar, ifadeyi bağışlayın, donlarına kadar soyarlar, sonra da çizgili formalarını giydirirlerdi.”

Sanık, işkenceye tamamen hazır hale getirildiğinde, sorular yinelenir ve tutuklunun suçu inkârı durumunda, gerçek işkenceler başlardı.

Engizisyon tarafından uygulanan temel işkenceler makara, tezgâh ve ateşti. Bu işkencelerin daha gelişmiş ve yoğun çeşitlerinin yanı sıra daha az sayıda ve daha hafif olanları da vardı.

Bununla birlikte, engizisyonun ağına düşme talihsizliğine uğrayan biri için, tüm sistemin baştan sona bir işkence süreci olduğu gözden kaçırılmamalıdır, tabii sürgün ya da ölüm yoluyla kurtuluşa erememişse. “Çoğu zaman,” diyor Lea, “işkencenin ve en iğrenç zindanlarda uzadıkça uzayan hapisliğin insanları kısmen çıldırttığına ve yoğun ısrarlarla kendisine yüklenilen suçları işlediğine inanmasına yol açtığına kuşku yoktur.”

Kuralların en hafif biçimde çiğnenmesi durumunda çoğunlukla işkence kapsamı içine girebilecek şiddette cezalar verilirdi. Lizbon Engizisyonu’nu yazan Torres de Castilla, “Kabahat işleyen biri en acımasız şekilde kırbaçlanır. Soluyup yüzükoyun yere yatırılır ve birkaç adam tarafından bu konumda tutulurken diğerleri onu her vuruşta eti parçalaması için erimiş ziftle sertleştirilen sicimlerle, sırtı kocaman bir yaraya dönene kadar en merhametsiz biçimde kırbaçlarlar,” diye anlatır.

İnfaz şekilleri:

Mahkum çarmıha başı aşağı gelecek şekilde gerilir ve ardından göğüs uçlarından başlanarak derisi yüzülür…

Engizisyonun en büyük işkence icadından birisi ‘Böğüren Boğa’dır. Metalden yapılmış olan bu boğanın karnındaki kapağa suçlu, canlı olarak konur ve ardından kapak kapatılır. Boğa ateşe tutulurken içinde kavrulan mahkum bağırmaya başlar. Bu da boğanın böğürme gibi ses çıkarmasını sağlar. Sesin şiddetine göre kişinin suçunun ne kadar olduğu anlaşılır. Şayet kişi hiç bağırmadan can verdiyse, ailesine mahkumun iyi bir Hristiyan olduğu söylenir…

Mahkumun elleri ve ayakları bağlanır, ayakları önce ateşin közüyle dağlanır, daha sonra harlı ateşe tutulur…

Arena gelenekselleşmiş bir işkence türüydü. Artık savaşacak düşman bulamayan Avrupa ulusları kana karşı açlığını arenalarda gideriyordu. Kölelerin ve savaş esirlerinin aç ve yırtıcı hayvanlara verilmesi trajedisi uzun müddet devam etmiştir. Bu gelenek biçim değiştirmiş bir şekilde günü-müzde İspanya’da hayvanlara karşı, hâlâ devam ediyor…

Emir Engizisyon rahibi tarafından verilirdi

Engizisyonun kabul ettiği en büyük ceza yakılarak öldürülmedir. Bu aynı zamanda kiliseye ve engizisyona karşı gelenlere bir ibret gösterisi anlamına geliyordu…
Halkın gözlerinin önünde kimi mahkumun kafası kesilirken, kiminin parmakları, kiminin kolları kesilirdi…
Boğarak öldürülme de engizisyonun sıkça tercih ettiği işkencelerden biriydi. Ancak bu metot genellikle “Cadı” olduğu düşünülen kişilere uygulanırdı. Mahkumun elleri ve ayakları bağlanır, ayaklarına bağlanan bir ağırlıkla birlikte suya atılırdı. Şayet kişi kurtulabilirse (!) cadı olduğu onaylanmış olurdu, şayet ölürse, mahkumun halâ iyi bir Hristiyan olduğu için ailesine teşekkür edilirdi…

Cezası infaz edilmiş bir suçlunun ölüp ölmediği kontrol edilir, kişinin hâlâ yaşadığına kanaat getirirse mahkum tekrar yakılırdı…

İçinde şeytan bulunan mahkumun (!) başından aşağı kızgın yağ dökülürdü…

Engizisyon, işkence konusunda yaratıcılığını epeyce geliştirmiştir. Kişinin dizlerine çakılan demirlere elleri bileklerinden bağlanırdı…

Yanan odun yığınları mahkumun vücuduna değdirilirdi. Böylelikle mahkumun içindeki şeytanın çıkacağına inanılırdı…

Kırbaçlama, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada yaygın bir işkence yöntemidir.

İçinde şeytan bulunduğu sabit görülen bir mahkum, ateşe atılırdı…

Bazı suçlular da halkın gözlerinin özünde başı kılıçla kesilerek öldürülürdü…

Bazı suçlular vücuduna bağlanan ağırlıkla birlikte baş parmağından asılırdı…

Varın siz çekilen ıstırabı düşünün…

Sonuç:

Evet Ortaçağ’da Avrupa ve Avrupalı böyleydi. Avrupa o durumdan bugünkü durumuna geldi. Tenkit edilecek ugulamaları bugünde de var elbet.

Ancak, Ortaçağ’da Avrupa’ya ışık tutan müslümanların bugünkü hali içler acısı. Ortaçağ’ın aydınlık yüzünü oluşturan müslümanlar icatlarının altına imza atarken, bugünkü müslümanlar hangi icatlarının(!) altına imza atıyorlar…?

Bitirirken şöyle bir soru sorulabilir:

Bugün Kur’an’a yakın duran ülkeler Avrupa ülkeleri midir, yoksa İslâm ülkeleri midir?

Cevabını siz verin…

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.