ORTAÇAĞ’DA AVRUPA (I)

ABONE OL
18:52 - 01/10/2020 18:52
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Kavimler göçüyle İlkçağın yerini Ortaçağ, köleci düzenin yerini feodalite aldı. Kavimler göçü (375) Çin baskısı altında yaşamak istemeyen Kuzey Hun’larının yol açtığı bir göçtür. Kavimlerin yerlerini değiştirmesi sonucu Avrupa büyük bir karmaşa içine sürüklenmiş, süreç içinde Avrupa’nın her tarafı işgale uğramıştır.

Eskiçağ ile Yeniçağ arasında kaldığı için Ortaçağ olarak adlandırılmış olan bu dönemin başlangıç ve bitiş tarihleri kabaca 4. ve 14. yüzyıllar(375-1453) olarak belirlenmiştir.

Kavimler Göçü İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesine kadar sürer. Merkezi otoritenin güçlü olmadığı, devletlerarası birliğin olmadığı bir süreci ifade eder. Feodalizmin siyasal, sosyal, ekonomik düzen olduğu bir çağdır. Kralların yetkilerinin Papalara oranla daha az ve sınırlı olduğu bir dönemdir. Bu dönemde Papalar kralları görevden alabildiği gibi, atayabilirdi de. En güçlü kurumun kilise veya onun simgesel gücü Papalık olduğu bir çağdır. Bu dönemde Kilise en büyük ekonomik, siyasi ve dinsel güçtür. Aynı zamanda bu dönem, Avrupa’da bilimsel düşüncenin baskı altına alındığı ve bu yüzden bilim hayatının sönük geçtiği bir dönemdir. Çağın en önemli ekonomik, siyasi ve askeri olayı Haçlı Seferleri olmuştur. Bu dönem, bilimsel, teknik alandaki gelişmelerin yaygınlaşması ve hızlanması ile sona ermiştir.

Bu döneme, soyluluk doğuştan gelen bir haktı. Kendi aralarında şöyle sıralanırlardı: Kral, Dük, Kont, Baron, Vikont, Şövalye. Soylular devlet işleri ve askerlikle uğraşırlardı.

Rahipler Vergi vermezler, kiliselerde dua ve din işleri ile uğraşırlardı. Rahiplerin Hristiyanlıktan çıkarma (aforoz) ve krallara taç giydirme gibi yetkileri vardı. Bu yetkiler din adamlarını senyörler gibi mutlak gücün sahibi yapmıştı.

Burjuvalar(Şehirliler): Şatoların etrafında otururlardı. Köylüler Serbest ve köle (serf) köylüler olmak üzere ikiye ayrılırdı. Serflerin hiçbir hakkı yoktu ve toprakla birlikte alınır-satılırlardı.

Hristiyanlık

Hristiyanlık, Milano Fermanı (313) ile serbest bırakıldı. 330 yılında Roma’nın resmi dini oldu. Kavimler Göçü’yle Avrupa’da hakim din haline geldi. Kilise gibi örgütlü bir kurum sayesinde hızla yayıldı.

Düşünce alanında kilisenin koymuş olduğu kurallar geçerliydi. Bilgiyi, inancı ve düşünceyi kilisenin koymuş olduğu normlarla birleştirmeye, bu Ortaçağ düşüncesine skolastik düşünce denir. Bu düşüncede deney ve gözleme yer yoktur. Ortaçağ Avrupa’sında laiklik yoktu. Avrupa’da 6-12 yy. Karanlık Çağ, 12. yy’dan sonrası ise Aydınlanma Çağı’dır.

Hristiyanlıkta ilk mezhep ayrılıkları 325 İznik Konsili ile başlamıştır. Bu mezhepler Aryanizm, Nasturizm ve Monofizizmdir.

451 yılında Kadıköy Konsili ile İstanbul Kilisesi Roma’dan ayrıldı. Böylece Ortodoksluk mezhebi doğdu.

Katolik Kilisesi dini ve dünyevi üstünlüğünü koruyabilmek için Ortodoks Kilisesi’nin ve Protestanlığın nüfuzunu kırmaya çalıştı. Bu yüzden çıkan savaşlara Mezhep Savaşları denir.
XVI. YY. da Alman Kilisesi’nin Katoliklikten ayrılması sonucu Protestanlık mezhebi çıktı. Rus Kilisesi de İstanbul’dan ayrıldı.

Ortaçağ düşüncesinin belirgin özelliklerinden birisi, dinî öğretilere dayanan dinsel bakışın ön plana çıkmasıdır.

Yunan düşüncesinde böyle bir eğilimin güçlendiği yıllarda Hristiyanlık’ın doğması ve yayılması, öyle anlaşılmaktadır ki düşüncede dinîleşme sürecine büyük bir ivme kazandırmış ve Hristiyanlık’ın Romalılar tarafından resmî bir din olarak benimsenmesi sonucunda dinî düşünce dinî olmayan düşünceyi giderek etkisiz hale getirmiştir.

Hristiyanlık’ın ortaya çıktığı yıllarda, iki farklı dünyanın, yani Sâmî Dünyası ile Yunan-Roma Dünyası’nın dinî ve felsefî birikimlerinin uzlaştırılması gerekmiştir. Burada baskın olan veya süreç içerisinde baskınlaşan birikim, Sâmî Dünyası’nın birikimidir; bu nedenle Yunan-Roma birikimi, olduğu gibi benimsenmemiş, Hristiyanlık’ın ilkeleri ile bağdaşabilen veya bağdaşmasa da bağdaşırmış gibi gösterilebilen Platon ve Aristoteles felsefeleri kısmen alınmış, diğerleri ise atılmıştır.

Düşüncede dinîleşme sürecinin sonunda, Eskiçağ’ın ilk dönemlerinde yürürlükte olan “doğru bilgi arayışı”, son dönemlerinde ve bütün Ortaçağ’da yerini “doğru davranış arayışı”na bırakınca, ister istemez bilimsel etkinlik ve buna bağlı olarak bilim de değerini ve önemini yitirmiştir.

Ortaçağ’da bilim, çeşitli nedenler yüzünden ve en çok da yukarıda belirtmiş olduğumuz neden yüzünden Batı Dünyası’nda eski değerini yitirmiştir.

Ortaçağ’da din, felsefe ve bilim alanlarındaki düşünsel etkinlikler, kutsal kitaplar ile otoritelerin yapıtları tarafından yönlendirilmiştir ve Özellikle Aristoteles’e karşı büyük bir güven duyulmuş ve akıl ve inanç uzlaştırmasına yönelik çalışmalarda Platon’dan ziyade Aristoteles muhatap olarak görülmüştür. Albertus Magnus ile öğrencisi Thomas Aquinas gibi son dönem Hristiyan felsefesinin önde gelen iki büyük ismi ise Aristotelesçidir ve Katolik Kilisesi’nin resmî felsefesini oluştururken bu filozofun izinden gitmişlerdir.

Ortaçağ Hristiyan Dünyası’nı anlatırken çok sık kullanılan skolastik, yani scholasticus terimi, Latince schola (okul) sözcüğünden gelmektedir ve “okulcu” anlamını taşımaktadır. Ortaçağ’daki bütün düşünsel etkinlikler, bu sıfatla nitelendirilmiştir; çünkü bu etkinlikler, Ortaçağ’da ruhbanları yetiştiren manastır ve katedral okullarında yürütülmüş ve geliştirilmiştir.

Bu uzlaştırma işlemi, gerçekte pek de kolay değildir; aynı konuyu açıklamaya çalışan uzlaşmaz görüşler karşısında, Ortaçağ düşünürleri çoğu kere çaresiz kalmışlardır; meselâ Evren’in yaşı sorununu ele alalım: Acaba Evren, Aristoteles’in belirttiği gibi ezelî ve ebedî midir, yoksa kutsal kitapların bildirdiği gibi belirli bir anda Tanrı tarafından 7 gün içinde yaratılmış mıdır? Bu iki görüşü, birbirleriyle uzlaştırmak olanaksız gibi görünmektedir; öyleyse bunlardan biri veya diğeri seçilmelidir; ama hangisi seçilecektir? Çünkü hangisi seçilirse seçilsin, seçilmeyenin inandırıcılığı ve otoritesi sarsılacaktır. İşte Ortaçağ düşünürleri, en büyük düşünsel sıkıntıları ve bunalımları, uzlaştırma ilkesini benimsemiş olmalarına rağmen, bu tür uzlaşmaz görüşlerle karşılaştıklarında sıkıntı yaşamışlardır.

Ortaçağ düşüncesi, bütüncüldür; yani anlamlandırma girişimlerini, varlığın belirli bir bölümüne veya belirli bölümlerine değil, bütün varlığa yöneltmiştir; Tanrı ya bütün varlığın yaratıcısı ve yöneticisi (varoluş nedeni) ya da bütün varlığın bizzat kendisi olarak algılandığından, düşünsel araştırmaların konusunu, doğrudan doğruya Tanrı oluşturur.

Romalıların dini çok tanrılı, ilkel bir dindi ve Romalılar, bir kimsenin birkaç dine birden girmesinde hiçbir sakınca görmüyorlardı. En önemli tanrıları, bir savaş tanrısı olan Mars’tı; bir savaş kazandıklarında bu Tanrı için törenler düzenlenir ve bütün Roma halkı bu törenlere katılırdı.

Hristiyanlık Ortadoğu’da ortaya çıktı ve kısa bir süre içinde, yerel dinler için büyük bir tehlike oluşturmaya başladı; çünkü Hristiyanların başka bir dine girmeleri yasaktı ve bu yasak, Roma İmparatorluğu’nun birlik ve bütünlüğünü bozuyordu. İşte bu nedenle Hristiyanlık’ı kabul edenler, önceleri tutuklandılar; büyük işkencelere uğradılar; ancak Hristiyanlık, yüzlerce yıldan beri ihmal edilmiş olan yoksul kitleler arasında süratle benimsendiği için yayılmasını sürdürdü.

Diğer taraftan, Roma İmparatorluk’u, bir çöküş süreci içine girmiş ve Kuzey’den gelen kavimlerin saldırıları sonucunda siyasî gücünü yitirmeye başlamıştı. Yöneticiler, devleti kurtarmak için, bir süre sonra Hristiyanlarla anlaşmak mecburiyetinde kaldılar ve İmparator Konstantin, 312 yılında Hristiyanlık’ı Roma’nın resmi dini olarak kabul etti. 326′da, İmparatorluk’un başkentini, Roma’dan Byzantion’a taşıdı ve sonradan Konstantinopolis (İstanbul) adıyla tanınan bu şehirde yeni bir medeniyet merkezinin temellerini attı.

Bu tarihten sonra, Yunan ve diğer Ortadoğu dinlerinin direnmesine rağmen, Kilise gittikçe genişledi ve güçlendi; ancak birtakım hizipler birliğini ve bütünlüğünü tehlikeye sokuyordu. Tevhid ve teslis inançlarıyla ilgili olarak farklı görüşler ortaya çıktı.

İsa’nın doğasına ilişkin tartışmalar zaman içinde daha da gelişmiş ve sonuçta birbirlerine karşıt görüşler ortaya çıkmıştır. Hristiyanlık bölünmeye başladı.

Büyük bir gelişme göstermiş olan Hellenistik bilimi ve felsefesi karşısında, kendi inançlarını savunmanın güç olduğunu gören Hristiyan din adamları, Yunan uygarlığının kalıntılarını silmeye çalıştılar. Hoşgörüden yoksun Kilise Babaları, kendi alanlarının dışına çıkarak, Hristiyanlık adına bilim ve felsefeye saldırdılar ve din, bilim ve felsefe çatışmalarına yol açtılar.

Doğaya yönelik araştırmalarında, akıl ve bilimin rehberliği yerine Kutsal Kitab’ın rehberliğine sığındılar; meselâ Yunan astronomlarının yüzyıllar boyunca oluşturdukları bilimsel bilgi birikimini bir yana iterek, yeryüzünün bir tepsi gibi düz olduğuna ve yarımküre veya çadır biçimindeki evren ile çevrelendiğine inanmaya başladılar.

Tedavi amacıyla hastaneler açmışlardır; ancak bilimsel tedavi unutulmuş ve bunun yerini dinî tedavi almıştır. Din adamları, kutsal bir güce sahip olduklarını ve dua yoluyla hastaları iyileştirebileceklerini savunmuşlardır.

Yeterince güçlendikten sonra, Yunan bilimini temsil eden kişilere ve kurumlara yöneldiler. Hypatya adlı bir kadın matematikçiyi, İskenderiye Kilisesi’nde öldürdüler (415) ve İskenderiye Kütüphanesi’ni yaktılar. Daha sonraki yüzyılda ise Yunan bilim ve felsefesinin son ışığı olan Akademi’yi kapattılar (529).

Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasında yüksek eğitim ve öğretim, katedral okullarında yapılıyor ve papazlar tarafından yürütülüyordu; Skolastik Düşünce bu okullarda üretilmiş; on ikinci yüzyıl sonlarında üniversiteler ortaya çıkıncaya kadar bu okullar Batı’daki en önemli kültür merkezleri konumunda olmuşlardır. Bilimsel konulara karşı entelektüel ilgi buralarda oluşmuş ve çeviri etkinliğine bağlı olarak gitgide gelişmiştir.

Eski bilgeliğe karşı duyulan saygı büyük bir şekilde artmıştır; ancak, zamanla bu dinî eğitim ve öğretim kurumları eski önemlerini yitirdiler ve bunların yerine başka bir kurum ortaya çıktı.

1000 yılında, İtalya’nın Bologna şehrinde, hukuk öğrenmek isteyen öğrenciler, kendilerine bir çeşit öğrenci loncası kurdular ve bu loncaya da Universitas adını verdiler; bir yüzyıl sonra, Bologna Üniversitesi’ne tıp ve felsefe fakülteleri de eklendi.

Bu üniversiteyi, Oxford, Cambridge, ve Paris Üniversiteleri izledi. Her üniversite, ilâhiyât, kilise hukuku, tıp ve genel meslekler olmak üzere dört bölümden oluşmuş ve öğretim üyeleri yine din adamları olmuştur. Hemen tüm programlarda dersler iki ana guruba ayrılmıştır: Birinci grup Trivium (Üçlü) olarak adlandırılır ve gramer, retorik ve diyalektikten oluşur; ikinci grup ise Quadrivium (Dörtlü) olarak isimlendirilir ve aritmetik, geometri, müzik ve astronomiden oluşur. Daha sonra, bu bölümlere, felsefe ve mantığın yüksek kısımları da ilave edilmiştir.

Bu dönemde, üniversitelerin yan ısıra, bilimin gelişimini büyük ölçüde etkilemiş olan iki manastır düzeninin, yani tarikatın da ortaya çıktığı gözlenmektedir. 1209′da Fransisken Tarikatı (Gri Kardeşler), 1215′de ise Dominiken Tarikatı (Siyah Kardeşler) kurulmuştur. Başlangıçta her iki tarikat da dinsel amaçlara sahiptir; ancak giderek birincisi bilime, ikincisi ise felsefeye yönelmiştir.

Bilimin gelişmesinde özellikle Fransiskenlerin büyük bir rolü olmuştur. Bunlardan Robert Grosseteste ve John Peckham daha çok fizikle ilgilenmişler ve büyük Müslüman optikçisi İbnü’l-Heysem’i izleyerek optik üzerine çeşitli yazılar yazmışlardır.

Sekizinci ve dokuzuncu yüzyıllarda Müslümanlar, Yunanlıların bilimsel bilgi birikimlerinin büyük bir bölümünü Arapça’ ya aktarmışlar ve yapmış oldukları çalışmalarla bu birikime önemli katkılarda bulunmuşlardır. Hristiyanlar ise, uzun bir süreden beri içlerine kapanmışlar ve dünyevî sorunların çözümünde gelişmemiş ansiklopedik bilgilerle yetinmeyi yeterli görmüşlerdir. Bu arada bazı çeviriler yapmışlar, ama bunlar nicelik ve nitelik itibariyle bir Hristiyan Uyanışı’nı gerçekleştirebilecek düzeye ulaşmamıştır. Bilime ve doğaya yönelmeleri için uyarılmaları gerekmiş ve bu uyarılma süreci ise çeviriler yoluyla başlamıştır.

On birinci ve on ikinci yüzyıl başlarında özellikle bilim ve felsefeye olan ilgi yoğunlaştıkça, geleneksel öğretinin yetersiz olduğu görüşü hâkim olmuş ve bilim adamları geçmişin mirasına ulaşmak için harekete geçmişlerdir.

On ikinci yüzyıl boyunca Arapça’dan Latince’ye yoğun bir şekilde çeviriler yapmışlar ve on üçüncü yüzyılda İslâm biliminin ve felsefesinin önemli bir bölümünü Latince’ye kazandırmışlardır.

On ikinci ve on üçüncü yüzyıllarda yapılmış olan bu çeviriler olmasaydı, Ortaçağ zihniyeti aşılamaz ve on yedinci yüzyıldaki Bilim Devrimi gerçekleştirilemezdi. Ancak, bu çeviriler sonucunda aktarılan bilimsel bilgi birikimi o denli büyük olmuştur ki ilkin özümsenmesi gerekmiş ve bu özümseme işlemi bütün on üçüncü ve on dördüncü yüzyıllar boyunca sürmüştür.

Öyleyse, Müslümanlar yalnızca bilimsel düşünce geleneğini korumakla ve sürdürmekle kalmamışlar, bu düşüncenin Avrupa’da yeniden canlanmasında da etkin bir rol oynamışlardır.

Devam edecek

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.