MÜZİK REFORMU

ABONE OL
11:45 - 23/10/2020 11:45
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Fazıl Say’ın Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanını Konserine davet etmesiyle başlayan Wolfgang Amadeus Mozart tartışmasına, Cumhuriyet Gazetesi’nde etraflı bir şekilde cevap verici, bilgilendirici makaleler yazıldı.

Almanya’ya geldiğim 1970 yılına kadar Türkiye’de öğrencilerin ilk öğrendiği okul şarkısı Mozart’ın “Yarın Noel Baba Geliyor” (Morgen kommt der Weihnachtsmann) okul şarkısından alınmış melodi olduğunu, henüz yazan olmadı.

Daha dün annemizin kollarında yaşarken,
Çiçekli bahçemizin yollarında koşarken.
Şimdi okullu olduk, sıraları doldurduk,
Sevinçliyiz hepimiz, yaşasın okulumuz.

Bu verdiğim örnekten başka çok sayıda okul şarkıların melodisi başta Mozart olmak üzere Alman bestecilerden alınmadır.

Kimin ne söylediği de elbette önemli, ama daha önemlisi ne söylendiğine daha çok değer verilirse, konu nesnel olarak işlenir.

Müzik reformu ile iki önemli nokta öne çıkıyor. Mustafa Kemal Atatürk’ün sanata verdiği değer ve günümüzde hiç gündemden düşmeyen sığınmacı, mülteci sorunu.

Müzik reformu iki ana hatta toplanıyor. 1924 – 1934, on yıllık dönemde genç Türk müzisyenlerin yabancı öğretim üyelerinin deneyimine gereksinmeleri. 1934 – 1950, onaltı yıllık ikinci dönemde müzik öğreniminin tamamen Avusturyalı ve Alman doçentlerin etkileri altında kalması.

Millî Eğitim Bakanlığı talebe müfettişi Cevat Dursunoğlu’nun Paul Hindemith ile görüşmesi, o zaman tanınmış orkestra şefi Wilhelm Furtwängler’in tavsiye ve önerisiyle başladı. Berlin’de 27.03.1935 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti ile Paul Hindemith arasında bir sözleşme imzalandı.

Ankara Konservatuvarı Hindemith ile onun kazandırdığı Carl Ebert’in hazırladığı tüzük ve model doğrultusunda kurulmuştur.

İkinci Paylaşım savaşı başlamadan önce Yahudilere kıyım, önce işlerinden olma ve yasaklarla başladı, sonra süratle ilerleyip toplama kamplarında ölüm fabrikaları kuruldu. Daha önce muhalif sosyal demokratlar sindirilmişti. Önsezilerine güvenenler ölümden, cinayetten önce Almanya’yı terk edebildiler.

Türkiye’nin reformda bilim insanlarına ihtiyacı, Almanya’da dehşet verici gelişmeler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra reformları hızlandırdı. Atatürk ölümünden önce müzikte başarı ve ürünlerin önemli bir kısmını görebildi.

1963 yılında mezuniyet sonrası Ankara’ya gerçekleştirilen sınıf gezisinde Devlet Opera binasını ziyaret etmiştik.

Açılışta İnönü sokağa çıkar, modern kıyafetli gördüğü vatandaşları içeriye davet eder.

Alman öğretim üyeleri bale yapma izni alamayan kız öğrencilerin ailelerini ziyaret ederek ikna etmeye çalışır.
Carl Ebert, savaş esnası ve sonrası sürekli Türkiye’de kalır. T.C. Devletine borcunu ödeme amacı çok ağır basıyordu. Kendisini tamamen konservatuar ve tiyatro işine adadı. Batı müziğini yayma gayretine, öğrencilerin Türk Halk Müziği’nden yararlanmalarını ilâve etti.

Kuruluşta yirmi müzik pedagogu görev yaptı. Orkestra şefi Dr. Ernst Praetorius, viyolonist Licco Amar, piyanist ve müzik teorisyeni Eduard Zuckmayer, viyolonist Adolf Winkler ve piyanist ve korepetitör Georg Marckowitz öncü rolünde olanlardı.

O zamanın şartları olağanüstü yapıtlar çıkartıyordu. Türkiye’nin yanı başında savaş kâbusu, diğer yandan reformu frenlemeye çalışan İslami düşünce etkisindeki gericiler. Alman hocalar bu dönemde Kemalist ilerici politikacılarla birlikte iç ve dış düşmanlara karşı direnmişlerdir.

Eduard Zuckmayer, Ankara Devlet Konservatuarın kurulmasında rol aldı. 1936’dan itibaren Gazi Terbiye Enstitüsü’nün, daha sonra Gazi Eğitim Enstitüsü adını almıştı, profesörü ve Müzik Bölümü Başkanı’ydı. 2 Temmuz 1972 tarihinde Ankara’da vefat etti.

Nezdinde 1936 – 1972 yılları arasında sayısız müzik öğretmeni yetişti. Bu müzik öğretmenlerinin okuttuğu Öğretmen Okullarında İlkokul öğretmeni mezunları müzik donanımlıydılar. Öyle ki, bir köyde tek başına müsamere hazırlar, koro ve tiyatro oyunlarıyla işlerlerdi.

Bu nedenle Almanya’ya gelen bazı öğretmenler çok rahatlıkla uyum sağladı ve müzik derslerini başarıyla yürüttüler. Benim çalıştığım okulda kırkiki öğretmenden tek bir Alman öğretmenin nota bilgisi vardı. O da müzik öğrenimi yapmıştı, iki Türk öğretmeni de nota bilgisiyle müzik derslerini başarıyla veriyorduk.

Almanya’ya geldiğimde bu kadar iç içe olan tarih hiç bahsedilmez olmuştu. Alman öğretmen arkadaşlarım hayretle karşılıyorlardı.
Bu boşluğu fark eden Jan Cremer ve Horst Przytulla, Exil Türkei adıyla bir sergi açtılar. Türkiye’de 1933. 1945 yıllarında Alman asıllı politik göçmenler sergide tanıtıldı.
Sergi Bavyera Eyaleti Başkent’i Münih Belediye Başkanı
Dr. K. Hahnzog desteğiyle, Yol Kültür Forum tarafından gerçekleştirilmiştir.

Daha sonra 2000 yılında Federal Almanya hükümetinde görevli, yabancılar sorumlusu Barbara John nezdinde Berlin Akademie der Künste’de Haymatloz adıyla, Exil in der Türkei 1933 – 1945, tekrar sergilenmişti ve belgesel film yapıldı. Bugün tekrar gündeme getirmekte fayda vardır.

Türkiye’ye sığınan bilim insanlarının sayısı 800 cıvarında. Kendilerini istemeyen Almanya, Fransa, İngiltere’den geliyorlardı.

Türkiye’de misafirperver bir milletin arasında serbest, saygı duyulan ve her arzuları karşılanan göçmenler olarak yaşamaya başlıyorlar.

Almanya’dan uzakta Türkiye’de direnmek cesaret gerektiriyordu. Hitler’in Nazi partisi orada da teşkilatlanmıştı. Bölge sorumluları dedektif gibi bilgi topluyorlardı.

Alman sığınmacılar birbirlerinden dahi şüphe ediyorlardı. Türkiye’nin kararlı politikası onlara direnme gücü veriyordu.
Almanya’nın Bulgaristan’ı işgal etmesiyle çocukları bile korkuları hissetmiş, her an ebeveynleri alınıp, götürülecek düşüncesiyle, dehşet içinde yaşadıklarını anılarında yazmışlardır. Ön safhada tehlikede olanları İsmet İnönü Malatya’da bir müddet sığınma, saklanma imkânı vermişti.
Bertolt Brecht göçmen kavramını yanlış buluyor.

“Hep, bize taktıkları bu adı yanlış buldum: Göçmenler.
Göçedenler anlamına gelmekte: Ama biz
özgür irademizle göç etmedik ki,
isteğimizle başka bir ülke seçerek, başka bir ülkeye giderek, orada yerleşmek amacıyla.
Tam karşıtı, biz kaçtık, kovulduk. Sürgün edildik.
Yurt ve sığınak olmamalı bizi alıkoyan ülke.
Huzursuz, öylece. Mümkün olduğunca sınıra yakın oturup,
dönüş gününü beklemekteyiz.
Her küçük değişimi,
sınırların ötesini gözlemekte, her yeni gelene,
heyecanla sorarak hiç bir şeyi unutmadan
ve umutsuzluğa düşmeden.
Ve de hiçbir şeyi affetmeden, yapılanları affetmeden.
Ah, zamanın bu suskunluğu bizi aldatamaz.
Çığlıkları duymaktayız.
Toplama kamplarından ta buralara geliyor.
Biz değil miyiz, cürüm fısıltıları gibi, sınırları
aşıp ta gelen.
Her birimiz tek tek,
yırtık pabuçlarıyla kalabalığın arasında gezinen,
ülkemize sürülen bu utanç lekesinin ispatıyız.
Ama bizden hiç kimse buralarda kalmayacaktır.
Henüz son sözümüzü söylemedik.”

Fakat aralarında Türkiye’yi vatan kabul edip vatandaşı olan, bugün mezarı dahi burada olanlar vardır.

“Deniz benim için yepyeni bir görüntüydü. Görkemli minareleriyle camileri, Topkapı sarayını İstanbul’un güzellikleri olarak hatırlıyorum. Bu, o zaman çocuk olarak, bugün hâlâ içimde muhteşem bir manzara olarak anılarımda yaşıyor.”

Edzard Reuter

Hoşça ve tarihle kalın!

İlter Gözkaya-Holzhey

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.