MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (lll)

ABONE OL
19:02 - 01/10/2020 19:02
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Hz. Osman’ın Hilafeti Dönemindeki “Fitne Olayları”nın Mezheplerin Doğuşundaki Rolü

Hz. Osman’ın halife olmasıyla birlikte, tarihî Arap kabileciği yeniden hortlamış, Emevî- Haşimî çekişmesi su yüzüne çıkmıştır. Daha Osman halife olmadan, Ömer’in teşkil ettiği şurada Ali ile Osman karşı karşıya kaldıkları zaman, bazı kimseler, Ali halife olursa, onu kabul etmeyeceklerini, bazı kimseler de Osman halife olursa kabul etmeyeceklerini söylemeye başlamışlardır. Osman’ın halife olmasıyla birlikte, Ümeyye Oğulları, kaybettikleri nüfuzlarına yeniden kavuştuklarını düşünmeye başlamışlardır. Osman’ın, önemli mevkilere kendi kabilesinden insanları ataması büyük tepki uyandırmıştır. Bir müddet sonra Ümeyye Oğullarının Medine sokaklarında, A.Cevdet Paşa’nın ifadesiyle “savulun yoldan biz geliyoruz”[10] diyerek gövde gösterisine kalkışmaları, onlara yönelik olarak zaten var olan olumsuz duyguların yeniden yeşermesine ve güçlenmesine sebep olmuştur. Ümeyye Oğullarının genel tutumu, valilerin birtakım keyfi uygulamaları, Osman’ın, yaşlılığı ve biraz da Ömer’den sonra gelmesinden dolayı, bir otorite boşluğunun doğmasına yol açması, onun, Medine’deki tabanını yitirmesine yol açmıştır. Öyle ki, Medineli Müslümanlar, “emsar” adı verilen taşra vilayetlere, “cihada çıkmak istiyorsanız, bunun yeri bugün Medine’dir” şeklinde, bir tür isyana çağrı niteliği taşıyan mektuplar yazmalarına yol açmıştır[11] . Sonunda Osman’ın öldürülmesine yol açan “Fitne olayları” başlamıştır.

Hz. Osman’ın hilafetinin ilk altı yılından sonra baş gösteren “Fitne Olayları” olarak tarihe geçen hadiseler, Medine’de Ümeyye Oğullarının hâkimiyetinden rahatsız olanların, Kufe’de, vali Said b.el As tarafından dile getirilen “Kufe Kureyşin çiftliğidir” görüşüne karşı çıkarak Kureyş’in merkezi otoritesini tanımak istemeyenlerin, Mısır’da ise vali İbn Ebî Serh’in icraatından hoşlanmayanların bir anlamda ortaklaşa gerçekleştirdikleri, yer yer dinî duygularla beslenmiş bir harekettir. Sonunda Hz. Osman, Medinelilerin gözleri önünde şehit edilmiştir. Ümeyye Oğulları, Osman’ın öldürülmesinden, doğrudan, Haşimoğullarını ve Ali’yi sorumlu tutmayı tercih etmişlerdir. Bu durumun da, kabilecilik anlayışından ve geleceğe yönelik siyâsî yatırım arzusundan kaynaklandığını söylemek mümkündür.

Hz. Ali ile Muaviye Arasındaki Mücadele’nin Mezheplerin Doğuşundaki Etkisi

Hz. Osman’ın öldürülmesinden sonra, Hz.li, hilafet makamına getirilmiştir. Ancak, Ali’nin, çoğunluğun desteğini almış olmasına rağmen, Müslümanların birlik beraberliklerini sağlamadığını görmekteyiz. Muaviye, Şam’da, Ali’ye bey’at etmeyi reddetmiştir. Talha, Zübeyr ve Aişe, Osman’ın intikamı adı altında Ali’ye karşı ayaklanmış ve Cemel Savaşı olmuştur. Bazı Müslümanlar da, “hangi tarafın haklı olduğunu bilmediklerini” ileri sürerek tarafsız kalmayı tercih etmişlerdir.

Muaviye, Osman’ı Ali’nin öldürdüğünü ile sürerek, onun kanını talep adı altında, Ali’ye karşı bayrak açmıştır. Şam Ümeyye Camii’nde Osman’ın kanlı gömleği ve karısının kesik parmakları sergilenerek, kitleler Ali’ye karşı ayaklanmaya çağrılmıştır. Öyle zannediyoruz ki, Muaviye’nin bu politik tavrının arka planında tarihî Emevî-Haşimî mücadelesinin aranması pek yanlış olmaz.

Muaviye’nin Osman’ın kanını talep perdesi arkasına sakladığı iktidar hırsı, kabilecilik zemininde, onu iktidara sürüklemiştir. Tartışmayı, Ali-Muaviye mücadelesi olarak değil de, kabilecilik zemininde Ali-Osman tartışması halinde yürütmesi, onun politik dehasının ilginç bir ürünü olarak kabul edilebilir.

Muaviye’nin tavrı, Müslümanları Sıffin Savaşı’nda karşı karşıya getirmiştir. Savaş’ın seyri esnasında Kur’an sayfalarının mızrakların ucuna takılması, bir grubun Ali’yi, savaşın sonucunun hakemlere havale edilmesi konusunda zorlaması, Hakem Olayı’nı hazırlamıştır. Hakem olayının sonunda, Hariciler adı verilen yeni bir oluşumun başladığını görmekteyiz.

Bütün bu olaylar, daha sonraki mezheplerin oluşmasında etkili olacak pek çok problemin su yüzüne çıkmasına sebep olmuştur. Büyük günah meselesi, imamet meselesi, amel-iman bütünlüğü meselesi bunların başında gelmektedir. Bu dönemde ortaya çıkan siyasî tartışmalar, daha sonra ortaya çıkan mezheplerin bu konularda tavır belirlemelerine yol açmıştır. Bu olaylarla ilgili tartışmalar, asırlar boyu Müslümanların kafalarını meşgul etmiştir. “Erken dönem idealizasyonu” bu olayların Müslümanları nasıl rahatsız ettiğinin bir göstergesidir. Olayları anlayamayanlar, olayların geçtiği dönemi idealize ederek tartışma dışına çekmeye çalışmışlardır. Kaos ortamı, Haricîleri, “karizmatik bir toplum” oluşturma noktasına doğru sürüklemiştir.

İslâm’ın İnsana Tanıdığı Düşünce Özgürlüğünün ve Kur’ân’ın Bazı Özelliklerinin, Mezheplerin Doğuşundaki Etkisi

İslâm insan için, insanın dünyâ ve ahiret mutluluğu için gelmiş bir dindir. İnsanın insanlığını gerçekleştirebilmesi için gerekli olan yüksek evrensel değerler, Kur’an’la insanlığa sunulmuştur. Kur’an, insanın Allah’ın halifesi olduğunu bildirmektedir[12] . Göklerde ve yerde olan her şey, Allah’ın halifesi olan “insan”ın emrine verilmiştir[13]; insanın madde üzerinde tasarruf hakkı vardır.

Kur’an, ısrarla,”insan”ın düşünmesini, aklını kullanmasını, ibret almasını istemektedir. Düşünen insan, ister istemez farklı görüşlere, farklı değerlendirmelere gidecektir. İslâm, hiç bir alanda, insan düşüncesine ket vurmamıştır. İnsanın olduğu her yerde, akıl önplanda olmak durumundadır. Vahyin muhatabı, vahyi anlayacak olan akıldır. İslâm’ın akıllı olan kimseleri, sorumluluk üstlenecek yaşa geldikleri zaman sorumlu tutması boşuna değildir. İşte, İslâm’ın akla sınır koymaması, ısrarla insanın düşünmesini, aklını kullanması istemesi, mezheplerin doğuşunda etkili olan hususlardan birisidir. Her insan başlı başına bir dünya olduğuna göre, her insanın farklı düşünme, farklı anlama hakkı her zaman vardır.

İnsanın yapısından, dinin her zaman diliminde yeniden anlaşılma zaruretinden kaynaklanan görüş ayrılıkları, bir zenginlik belirtisidir. Bu, insanoğlunun fikrî gelişmesinin, çevresini bir dünya haline getirme arzusunun sonucudur. Ancak, görüş ayrılıkları, eleştiriye kapalı bir zeminde kurumlaşmaya başladığı zaman, zenginlik olan farklılıklar, insanların birbirlerini anlamalarını güçleştiren ciddi engeller haline gelebilmektedir. Eleştiriye kapalı zeminlerde oluşan düşünce gelenekleri, insanın özgürce düşünmesini, neredeyse imkânsız hale getirmektedir. Bu durum, düşünce özgürlüğünün kötüye kullanılması demektir.

Kur’an, insanların kendisine yaklaşması konusunda hiç bir ön şart getirmemiştir. Kur’an’a eğilen her insan, kendi yeteneklerine, bilgi birikime, kültürüne göre, ondan bir şeyler anlamak durumundadır. Sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için, Kur’an’a “bütüncü bir yaklaşımla” bakmak gerekmektedir. Ne var ki,”bütüncü yaklaşım” her zaman kolayca yakalanabilecek bir husus değildir. Bu sebepten, bazı Müslümanlar, zaman zaman, bazı Kur’an âyetlerini alarak, onları kendi görüşleri doğrultusunda, yanlış bir şekilde delil olarak kullanma yoluna gitmişlerdir. Mezheplerin doğuşunda ve görüşlerinin sistematize edilmesinde bu duruma sıkça rastlamak mümkündür.

Vahiylerin üslûbu ve Kur’an’da bulunan “müteşabihler” adı verilen ve ancak Kur’an’ın bütünlüğü içinde anlaşılabilecek olan bazı âyetler de, din anlayışında farklılaşmalara sebebiyet vermiştir. Kur’an’da “Allah’ın eli”, “Allah’ın yüzü” gibi bazı deyimler geçmektedir. Bazı Müslümanlar, bunlardan hareketle Allah’ın insan gibi elinin, yüzünün ve diğer organlarının bulunduğunu ileri sürmüşler ve buna bağlı farklılaşmaların içine düşmüşlerdir.

Diğer taraftan, “Kur’an’ın İslâm’ı”, evrenseldir; bütün zamanların ve mekânların dinidir. İslâm’ın bu özelliği, onun her zaman diliminde, çağın getirdiği birikimden de yararlanılmak suretiyle yeniden anlaşılmasını ve yorumlanmasını bir anlamda zorunlu hale getirmektedir. Ne var ki, bu her zaman böyle olmamıştır. Müslümanlar, özellikle hicrî üçüncü asırdan sonra, “içtihat kapısının kapandığı” ya da “içtihat yapacak ehil kimselerin bulunmadığı” şeklinde birtakım İslâm’ın özü ile bağdaşmayan görüşlerin arkasına sığınarak, İslâm’ın evrenselliğine zarar veren anlayış biçimlerinin içine düşmüşler ve belli bir zaman diliminde oluşan anlayış biçimini evrenselleştirerek daha sonraki asırlara taşıma yoluna gitmişlerdir. Böylece İslâm, anlayış planında, kısmen de olsa dondurulmuş olmaktadır. İslâm’ın belli bir zaman diliminin özelliklerine göre şekillenmiş olan anlaşılma biçimi, sadece o dönem insanını mutlu kılabilir. Bunu diğer asırlara taşımak, ister istemez, dinin özü ile bağdaşmayan çarpık oluşumlara yol açmaktadır. Çünkü dondurulmuş olan anlayış biçimi, sosyal değişme olgusu ile izah edilebilecek yeni oluşumlar karşısında yetersiz kalmak durumundadır.

İslâm’ın belli bir dönemi ilgilendiren anlaşılma biçiminin dondurulmuş olması, hem itikat alanındaki zenginleşme sürecini durdurmuş, hem de İslâm’ın hayatla bütünleşme, insanı mutlu kılma imkânını azaltmıştır. Böylece, İslâm alimlerinin muayyen bir zaman diliminin özelliklerine göre biçimlenmiş olan görüş ve düşünceleri de tabulaştırılır hale gelmiştir.

Bir âlim ne kadar büyük olursa olsun, içinde yetiştiği kültürün ürünü olmaktan öteye gidemez. Tabu haline getirilen görüş ve düşünceler de, bir yandan gelecekteki daha sağlıklı olması muhtemel oluşumları engellerken, diğer yandan da, İslâm’ın anlayış planında insan fıtratı ile uyumunu zedelemeye başlamıştır. Sonunda, “Kur’an’ın İslâm’ı”ndan ayrı bir Müslümanlık ortaya çıkmıştır. Başka bir deyişle, İslâm ve Müslümanlar, örtüşme noktaları pek de fazla olmayan farklı alanlarda kalmıştır.

İslâm, bir din olarak Hz. Peygamber’in sağlığında tamamlanmıştır. Böylece, insanlığın din ihtiyacını karşılamak durumunda olan evrensel ilkeler, tartışılamayacak bir biçimde yerlerini almıştır. Ne var ki, tarihi akış içerisinde Müslümanlar, İslâm’ın evrensel ilkelerini esas alarak, içinde yaşadıkları zaman dilimine göre, vahyî öze uygun anlayış biçimini geliştirmeye çalışacakları yerde, hayatın bütün ayrıntılarını bir anlamda dinleştirmişlerdir. İnsana özgü olan, zamana ve zemine göre değişmek durumundaki birtakım ayrıntıların din haline getirilmesi, zamanla, şartların da zorlamasıyla, dinin özüyle uyum sağlayamayan oluşumlara yol açmıştır.

Rüştü Kam

[10] Kısas-ı Enbiya,I,465.
[11] Belazurî, Ensâb,V,60; Taberî,IV,345.
[12] Bakara, 30.
[13] Câsiye,12-13.

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.