MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (ll)

ABONE OL
19:02 - 01/10/2020 19:02
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Mezheplerin Doğuşunda İnsan Unsurunun Rolü

Din, insanın en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirebilmesi için bir araç niteliği taşımaktadır. Din insan içindir. Bu sebepten, dini anlayacak olan insandır. Mezhepler, din anlayışındaki farklılaşmaların kurumlaşması sonucu ortaya çıkan beşerî oluşumlar olduğuna göre, mezhep olgusunun temelinde insan var demektir. İnsanın birtakım özellikleri, mezhepleri oluşturan farklılaşmaları hazırlamaktadır.

İnsan, sürekli “oluş” halindeki bir varlıktır.

İnsan, her an yeni bir insandır. Bu “oluş” süreci, hem fizyolojik, hem de ruhsaldır. İnsanın ilk hücrelerinin teşekkülü ile birlikte başlayan “oluş süreci”, insanın son nefesini vermesiyle tamamlanmış olur. Buna, fert planında, “insanın kendini gerçekleştirme süreci” adını vermek mümkündür.

Değişen bireylerin meydana getirdiği toplum da, sürekli yenilenmekte, tazelenmektedir. Bireysel olarak da, toplumsal olarak da, sürekli bir değişme ve yenilenme söz konusudur. Bu değişme süreci içerisinde, ister istemez, din anlayışı da değişmekte; öne çıkan öğeler zamana, zemine göre farklı olmaktadır.

Her insan, yaratılış itibariyle “tek”tir.

Biri diğerinin tıpa tıp aynı olan iki insanın varlığından söz etmek mümkün değildir. Her insan, başlı başına bir dünyadır. Bu sebepten, insanların, din olgusu konusunda farklı anlayışlara ve tutumlara ulaşmalarının kaçınılmaz olduğu söylenebilir. İnsanların birey olarak “tek”liği, herkesin, eşyayı, olgu ve olayları, öncelikle kendi açısından görmesi sonucunu doğurmaktadır. Görüş, düşünce ve kanaatler, her insanın yeteneklerine, bilgi birikimine, içinde yetiştiği ortama ve kapasitesine göre değişmektedir.

İşin içine, dinin inanç boyutu girdiği zaman, farklılaşmalar, kendiliğinden bir kat daha artacaktır; çünkü inanç alanının görünen kısmı, yani başkalarıyla ortak olan yönü çok azdır. Her insan, sadece kendisi inanır; inancının niteliğini, derinlemesine kendisi bilebilir. İnanç alanı ile ilgili tecrübelerin doğru olarak başkalarına aktarılması da pek kolay değildir. Bu hususla ilgili ferdî tecrübelerin, genel-geçer bir hüviyete büründürülerek aktarılması hem yanlıştır; hem de birtakım ciddi yanılgılara sebep olmaktadır.

Öyle zannediyoruz ki, inanç alanı ile ilgili bilgi kaynağının sadece Kur’an olması, keyfilikleri önleyici bir özellik taşıyor olmalıdır. İnanç alanı, fertlere özgüdür; bilgi kaynağının vahiyle sınırlı oluşu, bir dereceye kadar, çarpık oluşumlara engel olmaktadır. Kanaatimize göre Müslümanlar, Kur’an merkezli din anlayışına sahip olma konusunda gereken hassasiyeti göstermiş olsalardı, farklılaşmalar bu kadar çok olmaz ve yaygınlaşmazdı.

İnsan, yaratılışı gereği inanan bir varlıktır.

Din olgusunun insanla birlikte varoluşu ve insanlığın tarihî akışına damgasını vurmuş olması, bu inanmanın ne ölçüde etkin olduğunu göstermektedir. İnsanoğlu, sürekli inanacak bir şeyler aramaktadır. Bu arayışların merkezinde, Tevhid ilkesi vardır; bütün peygamberler, insanları Tevhid çizgisinde tutabilmenin mücadelesini vermişlerdir. Tek Tanrı inancına ulaşamayanlar, önlerine çıkan her şeyi kolayca putlaştırabilmektedirler. Öyle ki, korkulan ve sevilen şeylerin putlaştırılmasının yanında, arzu ve heveslerin bile putlaştırıldığını görmekteyiz. Her putlaştırma olayı, insan özgürlüğünün adım adım yok edilmesi demektir. Gerçek özgürlüğe açılan kapı, tek Tanrı inancından geçmektedir.

Mezheplerin Doğuşunda Sosyal Değişmenin ve Hızlı Kültür Değişiminin Etkisi

İnsan, sosyal bir varlıktır; hayatını diğer insanlarla bir arada sürdürmek durumundadır. Bu ise, ister istemez, çeşitli alanlarda işbirliği, güç birliği yapma arzusunu beraberinde getirmekte ve gruplaşmalara yol açmaktadır. Dinî nitelikli zümreleşme faaliyetlerinin ve anlayışla ilgili karşımıza çıkan farklılaşmaların arka planında da, bu sosyal gerçek yatmaktadır. Birtakım siyasi amaçların gerçekleşmesi açısından, dinî motiflerin ne derecede etkin olduğu açıkça görülmektedir. İnsanlar, tarih boyunca, dini, bazı amaçlar için bir basamak olarak kullanmaktan pek çekinmemişlerdir…

Sosyal hayatın yürüyebilmesi için birtakım “değerlere ihtiyaç vardır. İnsan yaratılışı gereği, “değer” kavramının bilincinde olan bir varlıktır. İnsanı insan yapan, toplumu ayakta tutan, işte bu değerlerdir. “Değerleri iki grupta ele almak mümkündür: Yüksek ilâhî değerler, insanın ürettiği değerler. Yüksek ilâhî değerler, insanın olduğu her yerde etkin olan genel-geçer bir nitelik taşımaktadır, evrenseldir. İnsan kaynaklı değerlerin, sadece bir kısmı evrensel nitelik taşımaktadır. Zaman zaman, Yüksek ilahî değerlerle insan ürünü olan değerler arasında bir çatışma baş gösterir. Mezheplerin oluşmasına yol açan faktörlerden birisi de, işte bu çatışmadır.

Sosyal hayatın kendine özgü bir dinamizmi vardır; sürekli değişir, gelişir, yenilenir. Bu süreç içerisinde, daha çok evrensel nitelik taşıyanlar kalıcı olabilmektedir. Ancak, insanların, her alanda evrenseli yakalayabilmesi kolay olmamaktadır; çünkü sosyal hayatın akışında, kendine özgü bir tutuculuk vardır. İnsanlar, ilk başlangıçta, “yeni” olan şeylere hemen karşı çıkmaya hazır gibidirler. Bu bağlamda, anlayış ve düşünce alanında kendisini gösteren bazı kurumlaşmalardan söz etmek mümkündür. Yer yer yararlı olan kurumlaşmalar, evrenselin yakalanması konusunda ciddi güçlükler doğurabilmektedir. Özellikle “düşünce geleneklerini kırabilmek, gerçekten çok güçtür. Kur’an’ın “ataların dini” adı altında eleştirdiği zihniyet, sağlıksız kurumlaşmaların ürünüdür. Her peygamber, önce bu “ataların dini” zihniyeti ile mücadele etmiştir. Putları kırarak, baltayı büyük putun boynuna asan Hz. İbrahim, çevresindekilerin,”sen bizim atalarımızın dinini değiştirmek istiyorsun” şeklindeki suçlamasına muhatap olmuştur. Aynı durum, bizim peygamberimiz Hz. Muhammed için de söz konusudur. Hz. Peygamber’e yöneltilen suçlamalardan birisi de, bu “ataların dinini değiştirme” ile ilgilidir. Sosyal hayatın tabii akışı içerisinde, zaman zaman, din, geleneklerle bütünleşebilmektedir. Böylece, dinin kendine özgü dinamizmi kaybolmakta, katı kurallar ön plana çıkmakta ve yine sağlıksız bir kurumlaşma başlamaktadır. Din anlayışında şeklin ve şekilciliğin ağır basması ve buna bağlı olarak gelişen farklılaşmalar, bu tür kurumlaşmaların tipik tezahürleridir.

Diğer taraftan, toplumlar, bazen, “hızlı kültür değişimi” diyebileceğimiz bir olgu ile karşı karşıya kalmaktadırlar. İslâm’ın doğuş dönemi dikkatlice incelendiği zaman, bu “hızlı kültür değişimi” olgusunun etkinliğini ve ağırlığını görmek mümkündür. İslâm, her ne kadar yeni bir din olduğu iddiasında değilse de, ilk muhatap olduğu toplum için, hem inanç, hem de değerler ve davranış bakımından yeni olan pek çok unsuru bünyesinde taşıyordu. Putperestliğin her yeri kuşattığı bir ortamda, tek Tanrı inancı -Cahiliyye dönemi insanı buna bütünüyle yabancı olmasa bile- yeni bir inanç şekli olarak anlaşılmaktaydı. Ahiret inancı, her şeyin bu dünyadan ibaret olduğunu düşünen, maddeyi ön planda tutan insanların anlamakta çok güçlük çektikleri bir inançtır. Kur’an’ın ağırlıklı olarak ahiret inancı üzerinde durması, bunun bir göstergesi olarak anlaşılabilir.

İslâm’ın getirdiği, fazilet olarak sunulan birtakım yüksek değerler de, cahiliyye dönemi insanına çok ters gelmiştir. Nitekim, Hz. Peygamber’in, İslâm’ı tebliğ esnasında karşılaştığı güçlüklerden sadece Kur’an’a yansıyanlara baktığımız zaman bile, bu konuda bir fikir sahibi olmamız mümkündür. O dönem insanı, Hz. Muhammed gibi zengin olmayan, toplumda, o zamanın değer ölçülerine göre önemli bir yeri olmayan bir kimsenin peygamber olmasını anlamakta güçlük çekmiştir. Her şeyden önce, Kur’an’ın getirmiş olduğu “insan” anlayışı, Cahiliyye dönemi insanının “insan” anlayışı ile uyuşmamaktadır. Kur’an, insanlar arasında tek üstünlük ölçüsü olarak ilim ve takvayı öne sürerken, o dönem insanı, övünmek için, mezarda yatanları bile hesaba katmaktan çekinmemiştir. (Bk.Tekâsür,1-8). Kur’an, insan olmayı ön planda tutarken, o dönem insanı, güçlü olanın yaşama hakkı olduğunu inanmaktadır; zayıf ve kimsesiz olanların, ancak güçlülerin yanında yer aldıklarında yaşama hakkı vardır…

Toplum, sosyal bir varlık olan insanı yoğurmakta, hâkim olan değer yargılarına şekillendirmektedir. Bu sebepten, her insan, ister istemez, içinde yetiştiği toplumun ürünü olmak durumundadır. Sosyal hayatın kendine özgü dinamikleri, yer yer din anlayışında farklılaşmalara da sebep olmaktadır. Öyle zannediyoruz ki, sosyal yapının etkin olması sonucu oluşan bu farklılaşmalar, dinin anlaşılma biçimi olan mezheplerin doğuşunu doğrudan etkilemiş olmalıdır. Nitekim, mezheplerin doğuş süreci ve yayıldığı, tutunduğu alanlar dikkatle incelenirse, bu izleri yakalamak imkân dahiline girmektedir. Haricilik, daha çok çölde yaşayan, medenî hayata intibak etme güçlüğü çeken bedevî Arap karakterinin belirgin öğelerini bünyesinde taşımaktadır. Şiilik, uzun süre yarı ilahî (karizmatik) krallarla yönetilmiş olan Fars asıllıların ve Sasanî kültürünün izlerini yansıtmaktadır.

Din anlayışındaki farklılaşmalar, daha çok karşımıza ya şahıslar etrafındaki zümreleşmeler olarak, ya da belirli fikirler etrafındaki odaklaşmalar şeklinde çıkmaktadır. Bu farklılaşmaların temelinde, hiç kuşkusuz toplum ve sosyal hayat yatmaktadır. Sosyal çalkantıların, bunalımların yoğun olduğu dönemlerde, kitlelerin mistik eğilimlerinin arttığı gözlenmektedir. Dikkat edilecek olursa, büyük tarikatların belirgin bir tarzda bunalımlı dönemlerde mayalandığı ve boy gösterdiği gözlenecektir. Mistik eğilimleri ağır basan mezheplerin de daha çok böyle çalkantılı dönemlerde tarih sahnesindeki yerlerini aldıkları söylenebilir.

Mezheplerin Doğuşunda Siyasî Sebepler

Mezheplerin doğuşunda etkili olan en önemli faktörlerden birisi de siyasi olaylardır. Bunları, kesin hatlarıyla sosyal sebeplerden ayırabilmek pek mümkün değildir. Biz, siyasi sebeplerin etkilerini, ana hatları ile ortaya koymaya çalışacağız.

Hz. Muhammed, Kur’an’ın ana ilkelerinin ışığında, o zamanki Arap toplumunun siyâsî-idarî geleneklerinden de yararlanarak bir model ortaya koymuştur. Dört halife dönemi uygulamaları da, bir arayış olarak değerlendirilmelidir. Bu uygulamaların hepsinin farklı nitelikler taşıyor olması, bu kanaatimizin doğruluğunun bir kanıtı olarak anlaşılabilir. Hz. Ebû Bekir, bir tür serbest seçim diyebileceğimiz usulle halife olmuş olmasına rağmen, Hz. Ömer’i hilâfet makamına kendisi atamıştır. Hz. Ömer ise, halifenin belirlenmesi işini altı kişilik bir heyete havale etmiştir. Bu sebepten, dört halife dönemi uygulamalarının peygambersiz hayata intibak etmeye çalışan Müslümanların siyâsî-idarî alandaki ciddi arayışları olarak değerlendirilmesinde fayda vardır[6].

Üzülerek belirtmek gerekir ki, tarihi seyir içerisinde Müslümanlar, siyâsî-idarî meselelerin Müslümanlara bırakıldığı gerçeği pek anlamak istememiş gibidirler. Şia problemi Allah’a çözdürtmek istemiş, ortaya kocaman bir imamet nazariyesi, nass ve tayinle gelen masum imamlar çıkmıştır. Ehl-i Sünnet uzlaşmacı tavrına uygun olarak siyâsî meseleleri ağırlıklı bir şekilde hilâfet noktasında ele almış ve işi Kureyş’in üstüne yıkma yoluna gitmiştir. Haricîler ise, “Kureyş’in üstünlüğü” fikrine karşı çıkmalarına rağmen, “karizmatik bir toplum” oluşturmaya kalkışmışlar, aşırılıkları yüzünden insan fıtratını zorlamışlar ve tarihin derinliklerinde kaybolup gitmişlerdir.

Kur’an’ın siyasi meseleleri “insan”a bırakmış olması gerçekten fevkalâde önemli bir olaydır. Sürekli değişen sosyal yapı, kendi bünyesine uygun siyasi oluşumları kendisi geliştirmek, oluşturmak durumundadır. Böylece sosyal değişme olgusuna ters düşen şekillenmeler, kendiliğinden toplumun gerisinde kalacak ve sosyal dinamizmi engellememiş olacaktır.

İslâm Mezhepleri Tarihi, bize,”siyasî meselelerin ‘insan’a bırakıldığı gerçeğinin öneminin yeterince kavranılamamasının Müslümanlara çok pahalıya mal olduğunu göstermektedir. Mezhepleri birbirinden ayıran temel motiflerin pek çoğu siyasi nitelik taşımaktadır. Meselâ, Şiiliği diğer mezheplerden ayıran en belirgin görüş “imamet” meselesi etrafında düğümlenmektedir. Şia’ya göre, “İmamet” inanç esasıdır; bir kimsenin Müslüman olabilmesi için, bu “imamet”e de inanması zorunludur. Ehl-i Sünnet ise, imamet konusunu ısrarla inanç alanının dışında tutmaya özen göstermiştir.

Hz.Muhamed’in Vefatından Sonra Ortaya Çıkan Hilafet-İmamet Tartışmalarının Mezheplerin Doğuşunda ve Görüşlerinin Sistemleşmesinde Etkisi

Hz. Peygamber’in vefatı üzerine ortaya çıkan hilâfet- imamet tartışmaları: Hz. Peygamber’in, yerine hiç kimseyi bırakmadan vefat ettiği, açık seçik bilinen bir husustur. Hz. Peygamber, Miladî 632 yılında vefat ettiği zaman, Müslümanlar uzun süre bu olayın şokundan kurtulamamışlar ve peygambersiz hayata intibak etme konusunda büyük sıkıntı çekmişlerdir. Bu sıkıntının boyutlarını anlayabilmek için, İslâm’ın 23 yıl gibi sosyal hadiseler açısından fevkalâde kısa sayılabilecek bir sürede, oldukça hızlı bir kültür değişiminin gerçekleştirilmesi sonucu vücut bulduğunu hatırlamakta fayda vardır. Hz. Muhammed’in peygamberlik hayatının yaklaşık 13 yılı Mekke’de geçmiştir. Mekke Dönemi’nde Müslüman olanların sayısı 400 civarındadır. Medine dönemi ise, Bedir gibi Uhut gibi büyük savaşların yaşandığı bir dönemdir.

İslâm, Medine döneminin sonlarına doğru Medine’nin sınırlarını aşarak tekrar Mekke’ye ve daha sonra da Arap yarımadasının derinliklerine doğru uzanmaya başlamıştır. Bu sebepten, Hz. Peygamber’in sağlığında Müslümanların siyasi kanaatlerinin olgunlaşabileceğini düşünmek, doğrusu biraz zordur. Hatta din anlayışının bile, Kur’an’a göre şekillenip şekillenmediği tartışılmalıdır. Müslümanlarda mevcut olan erken devir idealizasyonu, bu dönemin doğru anlaşılmasını ve değerlendirilmesini engellemektedir. Hz. Peygamber’in sağlığında İslâm, din olarak tamamlanmıştır; ancak, İslâm’ın, kökleşme ve oturma sürecinin devam ettiği gözden uzak tutulmamalıdır.

İslâm dini, Arap kültürüyle yoğrulmuş bir toplumun içine doğmuştur. Hz. Peygamber, kırk yaşlarına kadar bu toplumun bir ferdi olarak hayatını sürdürmüştür. İslâm, öncelikle inanç ve değerler alanında, Cahiliyye Dönemi insanının kişiliğini şekillendiren birtakım unsurların geçersiz olduğunu açıkça ilan etmiştir. Kur’an, yeni bir inanç ve değerler bütünüyle insanlığın karşısına çıkmıştır. Hz. Peygamber’in İslâm’ı tebliğ süreci içinde karşılaştığı güçlüklerden Kur’an’a yansıyanlara şöyle bir göz attığımız zaman, o dönem insanında hakim olan zihniyetin Kur’an’la ne ölçüde çeliştiğini biraz anlama imkânı bulabiliriz.

Kur’an, yaratılış itibariyle bütün insanların bir erkekle bir dişiden yaratıldığına dikkat çekerek, beşerî münasebetlerde gözetilmesi gereken ölçüyü şöyle ortaya koyar: “Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Allah bilendir, haberdardır”[7]. Kur’an’ın bu tavrına karşılık, o dönem insanı kabileciği, soy- sopla övünmeyi bir sanat haline getirmiştir. Öyle ki, bu iş için mezarda yatanlar bile hesaba katılabilmektedir[8]. O dönemde, kabilecilik, bir tür sanat haline getirilmiştir. Hz. Peygamber’in Haşimoğullarından olması, Ümeyye oğullarının, -bir kabile olarak- Mekke’nin fethine kadar Müslümanlara karşı amansız bir savaş açmalarına sebep olmuştur.

Diğer taraftan, Hz. Muhammed gibi zengin olmayan, üstelik yetim olan bir kimsenin peygamberlikle görevlendirilmesi de o dönem insanına oldukça ters gelmiştir. “Allah peygamber olarak gönderecek başka bir kimse bulamadı mı?” şeklinde özetlenebilecek olan bu zihniyetin izlerini, daha sonra olaylarda bulmak mümkündür. İşte, Hz. Peygamber, böyle bir toplumdan, “müminlerin kardeşliği” esasına dayalı örnek bir toplum meydana getirmeye çalışmıştır. Bunda, kısmen başarılı da olmuştur. Öyle zannediyoruz ki, “Asr-ı Saadet” kavramı, Hz. Peygamber’in başarısının bir özeti olarak değerlendirilebilir.

Hz. Peygamber vefat ettiği zaman, Cahiliyye dönemi zihniyeti, varlık mücadelesini hâlâ sürdürmekteydi. Kabilecilik bütün kurum ve kuruluşları ile yaşama savaşı veriyordu. Buna karşılık, İslâm’ın kökleşme ve oturma mücadelesi de bütün hızıyla devam etmekteydi. Hz. Ebu Bekir’in halife seçilmesi böylesine gerginliklerin yaşandığı bir zaman dilimine tesadüf etmiştir. Hz. Ebu Bekir’i o makama getiren faktörlerin başında liyakati ve kabileler arası denge politikası gelmektedir. O dönemin özellikleri, Hz. Ebu Bekir gibi, bütün Müslümanların üzerinde ittifak edebilecekleri bir şahsı o makama yükseltmiştir.

Hadiseyi daha iyi anlayabilmek için, Hz. Ebu Bekir’in nasıl halife olduğunu kısaca özetlemekte fayda vardır: Hz. Peygamber’in vefat ettiği haberinin yayılması üzerine Medine’nin ileri gelenleri Sakif Oğullarının Gölgeliği’nde toplanırlar. Kendi içlerinden bir kimseyi halife seçmek üzere tartışmalara başlarlar. Bu sırada durumdan haberdar olan Ebu Bekir ve Ömer olay yerine gelir. Medineliler, İslâm’a hizmetlerini öne sürerek, halifeliğin kendi hakları olduğunu düşünmektedirler. Ebû Bekir ve Ömer’in müdahalesinden sonra, hilafet işini paylaşmayı teklif ederek, “bir emir sizden, bir emir bizden olsun” derler. Tartışmanın uzaması üzerine Ömer ileri atılarak, gerekçelerini izah eder, neticede Ebû Bekir üzerinde anlaşma sağlanır.

Hz. Ebû Bekir’in tercih edilme sebeplerinden birisi, Medine’nin iki büyük kabilesi Evs ve Hazrec’in, bu işi kendi aralarından paylaşamamalarıdır. Diğer önemli bir sebep ise, daha önce dikkat çekildiği gibi, Ebu Bekir’in bütün Müslümanların üzerinde birleşebileceği bir isim olması ve bu işe layık olmasıdır. Halife seçimi esnasında Haşimoğulları, Hz. Peygamber’in teçhiz ve tekfin işleri ile ilgilenmektedirler. Ümeyye Oğulları ise, yeni Müslüman oldukları için, bu konuda söz sahibi olmadıklarını düşünmektedirler. Nitekim diğer Müslümanlar, uzunca bir süre, Ümeyye Oğullarına “kılıç zoruyla Müslüman olanlar” gözüyle bakmışlardır.

Hz. Ebu Bekir’in hilafet makamına gelişi ile ilgili tartışmalardan çıkarılabilecek en önemli sonuçlardan birisi, bu meselenin, daha çok Arap geleneği doğrultusunda ve kabileler arası denge politikası gözetilerek çözümlenmiş olduğudur. Diğer önemli sonuç, ilk Müslümanlar, hilafet işinin kendilerine -“insan”a- bırakılmış bir iş olduğunun bilincinde olduklarıdır. Bu hadise, bize, Hz. Peygamber’in hiç bir kimseyi halife tayin etmediğini de göstermektedir. İşin aslına bakılırsa, Hz. Peygamber’in halife tayin etme yetkisinin olduğunu düşünmek bile biraz zordur. Çünkü Kur’an, hiç bir kimseye ve hiç bir kabileye üstünlük hakkı tanımamıştır.

Halife seçimi esnasında, Hz. Peygamber’in teçhiz ve tekfin işleri ile ilgilenen Haşimoğullarının devre dışı bırakıldığı gibi bir izlenim doğmaktadır. Bu durum da, o zamanki kabileler arası denge politikası ile ilgili olmalıdır. İslâm öncesi dönemde, Mekke’nin iki büyük kabilesi olan Haşimoğulları ile Ümeyye Oğulları arasında sürekli bir rekabet gözlenmektedir. Hz. Peygamber’in Haşimoğullarından olması, bu yarışta Haşimoğullarının biraz daha nüfuz kazanmalarına yol açmıştır. Ancak, diğer küçük kabilelerin Haşimoğullarına ve Ümeyye Oğullarına pek sıcak baktıkları da söylenemez. İbn Abbas ile Hz. Ömer arasında geçtiği söylenen bir tartışmada, İbn Abbas’ın “Eğer Kureyş Allah’ın peygamberini seçtiği yerden kendi halifesini seçmiş olsaydı, en doğru olanı yapmış olurdu” şeklinde ifadesini bulan düşüncenin Haşimoğullarının bu konudaki umumî tavırlarını aksettirdiği kabul edilebilir. Hz. Ömer’in cevabı da, diğer Müslümanların bakış açılarını aksettirmektedir: “Kureyş, nübüvvet ile hilafetin sizde birleşmesini istemiyordu”[9].

Hz. Ebu Bekir’in halife olmasıyla çözülmüş gibi gözüken mesele, daha sonraları da tartışma konusu olmaya devam etmiştir. Şia, Ebu Bekir’in, Ömer’in etkisiyle, bir oldubitti sonucu halife olduğunu ileri sürmüş, hilafetin Ali’nin hakkı olduğunu iddia etmiştir. Şia’ya göre, Hz. Muhammed, Allah’ın emriyle Ali’yi imam/halife tayin etmiştir; Ali’nin imameti nass ve tayinle belirlenmiştir. Ali’nin ve Oniki İmam’ın imametine inanmak, bu imamların masum olduklarını kabul etmek, Şiî imamet nazariyesinin özünü oluşturmaktadır.

Ehl-i Sünnet, dört halife döneminde ortaya çıkan uygulamaları, siyasî anlayışın eksenine yerleştirmiştir. Hilafet meselesini inanç esası olarak görmemiştir. Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin sırasıyla halife olduklarını kabul etmiştir.

Hariciler, Ebu Bekir ve Ömer dönemlerini en ideal dönemler olarak görmüş, ilk altı yıldan sonra Osman’ın, Tahkim hadisesinden sonra da Ali’nin küfre gittiğini iddia etmişlerdir.

Rüştü Kam

[6] Hasan Onat,” Şii İmamet Nazariyesi”, A.Ü. İlâhiyat Fak. Der.c.XXXII,s.90.
[7] Hucurât,13.
[8] Tekâsür, 1-2.
[9] Taberî,IV,236; krş.Ağanî,IX,139; Ibn. Abd Rabbih, Ikdu’l-Ferid, IV, 280.

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.