MEZHEPLER VE DOĞUŞ SEBEPLERİ (l)

ABONE OL
19:02 - 01/10/2020 19:02
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Müslüman’ın mezhebi Kuran’ın mezhebidir. Müslüman Kuran’ın dışında başa bir mezhebe tabi olamaz. Mezheplerin ortaya çıkışı siyasidir. Mezhepler ikinci asırdan itibaren oluşmaya başlamıştır. Din hakkında bilgilenmek isteyen Müslümanlar bilgi sahibi olan âlimlere sorular sormuşlardır, onlarda o insanları bilgilendirmişlerdir. Bu bilgiler, zamanla bir araya getirilmiş ve bilgi veren âlimin adı kullanılarak kurumsallaştırılmıştır. Daha sonra bu kurumlar, mezhepleri kurum haline getirenler tarafından „hak mezhepler” adıyla piyasaya sürülmüş ve dört sayısı ile de sınırlandırılmıştır.

Allah Kitabı’nda: “Kuran’ı durup düşünmüyorlar mı? Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi, onda çok aykırılıklar bulurlardı.” (Nisa suresi, 82) buyururken, mezhepleri kurumsallaştıranlar, Allah’ın dinini çelişkiler dini haline getirmişlerdir. Mesela:
-Kan şafi mezhebine mensup bir müslüman`ın abdestini bozmazken, Hanefi mezhebine mensup bir Müslüman’ın abdestini bozmaktadır.
-Hanefi mezhebi gusül abdestinin farzının üç olduğunu iddia ederken, Şafi mezhebi bir olduğunu iddia etmektedir.
-Hanefi mezhebi, mensubu olan bir kadına tek başına 96 kilometrelik mesafeden fazla yolculuk yapamazsın derken, Şafi mezhebi yol güvenliğini esas alarak bu görüşe katılmamaktadır.
-Hanefi mezhebi balığın dışındaki deniz ürünlerinin yenilmemesi gerektiğini söylerken, Şafi mezhebi denizden babam çıksa yerim demektedir.

Çoğaltmak mümkündür. Sadece bu kadarı bile mezhepler tarafından Allah’ın dininin ne hale getirildiğini göstermek açısından yeterlidir. Mezhepleri din haline getirenler kadar, o dinlere inanan insalarda sorumludur. Allah Müslüman’ın her ihtiyacını Kura’n mezhebinde bildirmiştir, açıklamıştır. Kura’n mezhebinin dışında mezheb arayanlar, bilmelidirler ki, o mezhep Kuran’ın mezhebi değildir.

Dinde mezhep yoktur. Çünkü mezhep çelişki demektir. Biz Allah’ın dinini çelişkiler dini haline getirenleri Allah’a havale ediyoruz. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Pek çok müftü fetva verse de sen kalbine danış.” (Süyûtî Câmi’u’s-Sağîr I/40.)

Mezhepler konusunu, AÜ İlahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimleri Bölümü İslam Mezhepleri Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Hasan Onat enine boyuna işlemiş, hem de güzel işlemiş. Konu ile ilgili olan bu yazıyı aynen sizlere aktarıyorum. Allah istifade edebilenlerden eylesin…

Mezhep Kavramı ve Mezheplerin Doğuş Sebepleri

Mezhep, Arapça’da gitmek anlamına gelen “zehebe” fiilinden türemiştir; kelime olarak “gidilen yol” demektir.

İslâm’ın “itikâdî ve amelî sahadaki düşünce ekolleri” diyebileceğimiz mezhepler, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezâhürlerdir. Siyâsî, ictimâî, iktisadî, coğrafî, tarihî ve benzeri sebepler, dinin anlaşılması planında, belirli fikirlerin ya da şahısların etrafında odaklaşmalara yol açmıştır. Böylece, din anlayışında yer yer farklılaşmalar husule gelmiştir. Bu farklılaşmaların, zamanla sistematik özellik kazanarak, düşünce ve davranışları etkilemeye başlaması, kurumlaşarak ve sosyal hayatta derin izler bırakarak varlığını sürdürmesi, karşımıza “mezheb” olgusunu çıkartmaktadır.

Müslümanlar, Hz. Muhammed’in vefatından sonra, muhtelif sebeplerle, dini farklı anlamaya, farklı görüşler üretmeye başlamışlardır. Bu farklılaşmalar, mezheplerin oluşumunu hazırlayan sürecin ilk aşaması olarak alınabilir. Her insan başlı başına bir dünya olduğuna göre, din anlayışında özgün bir boyut kaçınılmazdır. Üstelik bu özgün boyut, sevgi, saygı ve hoşgörü ortamında muazzam bir zenginlik sağlayabilir. Ancak, insanın sosyal bir varlık oluşundan kaynaklanan doğal örgütlenme arzusu, siyaset, ekonomi, sosyal değişme, kısaca insanın yapısından ve içinde yaşadığı koşullardan kaynaklanan birtakım sebepler, farklılaşma ile başlayan süreci, kurumlaşma aşamasına doğru sürüklemektedir. Sonuçta, ortaya, sayıları binlere ulaşan mezhepler çıkmaktadır.

İslâm Düşünce Tarihi’nde, mezheb dendiği zaman, hem siyasî ve itikâdî nitelik taşıyanlar, hem de fıkhî, amelî nitelik taşıyanlar anlaşılmaktadır. Özellikle Türkçe’de, mezhep, her iki alanı da ifade etmek için kullanılmaktadır. Arapça’da, siyâsî ve itikâdî alandaki farklılaşmalar daha çok “fırka” kelimesi ile ifade edilmektedir. “İki şeyi birbirinden ayırmak, birinin diğerinden farklı olduğunu ortaya koymak” gibi anlamlara gelen “fereka” kökünden türeyen “fırka” kelimesinin, bir anlamda,”Müslümanları ayrılıklara düşüren inançları ve kütleleşmelere ön ayak olan fikirleri yermek ve kötülemek için” kullanıldığı söylenebilir. Bu bağlamda,”fırka” kavramının Kuran’la irtibatlandırılması mümkündür. Al-i İmrân sûresinin 103. âyetinde, “Toptan Allah’ın ipine sarılın, ayrılmayın (ve la teferrekû)” buyrulmakta, bölünme, parçalanma, ayrılık yaratma kınanmaktadır. İslâm Mezhepleri Tarihi, daha çok “fırka” kavramı ile karşılanan siyâsî ve itikâdî nitelikli mezhepleri inceleyen, “İslâm Düşünce ekollerini araştıran bir bilim dalıdır. Fıkhî-amelî mezhepler, İslâm Hukuku’nun ilgi alanına girmektedir.

Din ve Mezhep İlişkisi

Din, insanlık tarihinin şahit olduğu, kökü insanlık kadar derinlerde olan bir olgudur. İnsanın olduğu her yerde, din de vardır. Dinler tarihi alanında yapılan araştırmalar, tarih boyunca bütünüyle dinden uzak bir toplumun mevcut olmadığını ortaya koymuştur. İşin ilginç yanı, yaygın inanç şeklinin ağırlıklı olarak Tek Tanrı inancı olmasıdır[1].

Din temelde, akıl sahibi olan insanoğlunu, kendi hür iradesiyle hayırlara sevk eden bir “vad’ı İlâhî”dir[2]. Elmalı’nın ifadesiyle “Din-i hakkın faslı mümeyyizi zevilûkulü hüsnü ihtiyari ile bizzat hayrata sevk etmektir. Tabiri aharla dini hak zorla değil, seve seve hayır yapan fâili muhtar insanlar yetiştiren bir kanunu terbiyedir ve bütün saadetler de hayrın fâilidir”[3].

Din, insanın en iyi şekilde insanlığını gerçekleştirebilmesi; birey ve toplum planında fıtrata uygun, insan onuruna yaraşır, ahlâklı bir hayat imkânının sağlanması; insanın, kendi özüne yabancılaşmasının önlenmesi; özellikle aşkın alan hakkında doğru bilgilenmenin temini ve değerler alanında keyfiliğin imkânlar nispetinde ortadan kaldırılması için vardır. Başka bir ifadeyle, din insan içindir ve doğrudan bir araç niteliği taşımaktadır. Amaç, insandır; insanın insanlığını gerçekleştirmesidir; insanın insanca yaşamasıdır. İnsan için olan dinin ana hedeflerinin gerçekleşip gerçekleşmediği, ya da dinin ne ölçüde fonksiyonel olduğu elbette tartışılacaktır. Ancak, dinin, -hangi isimde ve formda olursa olsun-, insanlık tarihi boyunca etkin olduğu; hatta insanlığın doğal akışına damgasını vurduğu herhalde tartışılamayacak kadar açıktır.

İslâm, son peygamber olan Hz. Muhammed’e Allah katından gelen vahyin etrafında şekillenmiş bir din olup, onun sağlığında tamamlanmıştır[4]. Hz. Muhammed, “örnek” insan sıfatıyla İslâm’ın nasıl hayata geçirileceğini bizzat yaşayarak gözler önüne sermiştir. Hz. Muhammed, Allah katından vahiy alan son peygamberdir. Hz. Muhamed’in sağlığında, Kur’ân’da iman esası olarak belirtilen Allah’a, ahiret gününe ve Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna inanan bir müminler topluluğu meydana gelmiştir. İslâm’ın temel inanç ilkelerine inanan her insan, Müslüman adını almıştır.

Hz. Muhammed’in sağlığında, sadece Müslüman insan vardır; herhangi bir mezhep, tarikat, cemaat ya da din anlayışını merkeze alan bir zümreleşme, bir örgütlenme söz konusu değildir.

Hz. Muhammed’in vefatını müteakip, siyasî görüş ayrılıkları, kabilecilik, çıkarlar, İslâm’ın yayılma sürecinde karşılaşılan yeni kültürler, sosyal değişme, din anlayışında doğal olarak ortaya çıkacak olan farklılaşmaların kurumlaşmasına yol açmıştır. Daha sonraları “mezhep” adını alan bu oluşumlar, dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahürlerden ibarettir. Bir başka ifadeyle, mezhepler, din değil; dinin anlaşılma biçimleridir.

Mezhepler dinin anlaşılma biçimleri ile ilgili tezahürler olduğu için, her ne sebeple olursa olsun, mezhep ve din kavramlarının özdeşleştirilmesi mümkün değildir. İslâm dini ilahî bir dindir. İslâm’ın anlaşılması planında ortaya çıkan her türlü oluşum insan ürünüdür, beşerîdir.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra, vahiy kapısı kapanmış olduğu için, hiç kimsenin, genel geçer nitelikli, doğruluğu tartışılamayacak, Allah katından gelen özel bir bilgi sahibi olduğunu iddia etme hakkı, İslâmî açıdan mümkün değildir. İslâm’ın din olarak evrensel ilkeleri, Hz. Peygamber’in sağlığında nihâî şekline kavuşmuştur. Bu sebepten, Hz. Peygamber’in sağlığında sergilenen din anlayışının evrensel ve mahallî olmak üzere iki boyutu mevcuttur. Zamana zemine bağlı olmayan, gelecek açısından bağlayıcı nitelik taşıyan, özellikle inanç, ibadet ve nihâî hedefler noktasında kendisini gösteren boyut evrenseldir. Evrensel olmayan boyut, sadece Hz. Peygamber’in yaşadığı zaman dilimini ilgilendirir. Bunun geleceğe olduğu gibi taşınması, gelecek açısından bağlayıcı nitelik taşıması mümkün değildir. Ancak, Hz. Peygamber’in sağlığında ortaya çıkan din anlayışı, bir bütün olarak, daha sonraki dinî nitelikli oluşumların istikametinin belirlenmesi açısından bir kıstas özelliği taşımaktadır.

Hz. Peygamber’in vefatını müteakip ortaya çıkan, dinî nitelik taşıyan bütün oluşumlar, İslâm’ın anlaşılma biçimleridir. Bütünüyle beşerî olan bu tür oluşumların İslâm’la özdeşleştirilmesi, hem İslâm’ın evrenselliğine, hem de insan gerçeğine aykırı olur. Artık, dinin anlaşılma biçimleri söz konusudur. İnsanlar, içinde bulundukları ortama göre, bilgi birikimlerine göre, Kur’ân’ın öngördüğü istikamette İslâm’ı anlamaya ve yaşamaya çalışmak durumundadırlar. Beşerî nitelik taşıyan bütün olgu ve oluşumlar, tabiatı gereği, her türlü tahlil ve tenkide açık olacağı için, her ne sebeple olursa olsun, dinin anlaşılma biçimlerinin din gibi mütalaa edilmesi, geleneğin din haline getirilmesi, dinin etkinlik alanının daraltılması anlamına gelecektir. Bu durum, din anlayışının geçmişe göre şekillenmesine yol açacağı için, İslâm’ın evreselliği ile bağdaşmayacaktır.

Hak Mezhep, Bâtıl Mezhep ve Dört Hak Mezhebin Anlamı

İslâm’ın bir din olarak teşekkülü, Hz. Muhammed’in yaklaşık 23 yıl süren peygamberliği dönemi ile sınırlıdır. Hz. Peygamber, vahiy ve aklı birlikte etkin kılarak, İslâm’ın anlaşılması ve sağlıklı bir şekilde hayata geçirilmesi konusunda sağlam bir “model” ortaya koymuştur. Hz. Peygamber’in vefatından sonra Müslümanlara düşen, bu sağlam “model”den yararlanarak, vahyi eksen alarak, zamana ve zemine en uygun, insan fıtratı ile çelişmeyen sağlıklı din anlayışına ulaşmaktır. Kur’ân’ın eksen alınması ve Hz.Peygamber’in ortaya koyduğu “model”, sosyal değişmeye paralel olarak yenilenecek anlayış biçiminin istikametini belirleyecektir.

İslâm tarihi boyunca ortaya çıkan her mezhep, kendisinin, İslâm’ın en iyi temsil eden, en doğru, en sahih mezhep olduğunu iddia etmiştir. İnsanlar, kendi mezheplerini önplana çıkartabilmek için, diğer mezhepleri kötülemek ihtiyacı hissetmişlerdir. Öyle ki, mezheplerin pek çoğunun lehinde ve aleyhinde hadisler uydurulmuştur. Her mezhebin mensupları, kendi mezheplerinin hak (doğru, gerçek, sahih) mezhep, diğer mezheplerin de bâtıl (gerçeğe uymayan, doğru ve sahih olmayan) mezhep olduğuna inanmışlardır.

Her mezhebin, Kur’ân’a uygun olan ve uygun olmayan görüş ve düşüncelerinin olması her zaman imkân dahilindedir. Çünkü bütün mezhepler insan ürünü olan oluşumlardır.

İnsanoğlu, zaman zaman araç-amaç kargaşasından pek yakasını kurtaramamaktadır. Din, insan için bir araçtır; mezhepler de, hem dinin anlaşılması için, hem de insan için bir araçtır. Araç olan mezheplerin, çeşitli sebeplerle amaç konumuna yükseltilmesi, her mezhebin, hatta her dinî grubun kendisinin kurtuluşa ermiş fırka (Fırkayı Naciye) olduğunu iddia etmesi gibi bir sonuç doğurmuştur[5]. Bunun anlamı, en azından mezheplerin birtakım temel görüşlerinin din gibi telakki edilmesi ve dinin birtakım temel fonksiyonlarının mezheplere yüklenmesi demektir. Mezhepler ve bütün dinî gruplar, en ileri noktada, İslâm’ın sadece bir tür anlaşılma biçimi olarak görülmelidir.

Kurumlaşan farklılaşmaların niteliği, mezhep adı verilen oluşumların, İslâm’a göre konumunun belirlenmesini sağlamaktadır. Kuran’da belirtilen temel inanç esaslarına bütünüyle zıt olan oluşumlar,”gulat” adı verilen aşırı fırkaların vücut bulmasına yol açmıştır. Öte yandan, Kura’n ilkeleriyle ters düşmeyen mezheplerin, isimleri, görüş ve düşünceleri, şekilleri ne olursa olsun, İslâm dairesi dışına itilmesi, İslâm’a uygun bir davranış biçimi değildir.

Bir mezhebin hak veya bâtıl mezhep olduğunun tek ölçüsü Kur’ân-ı Kerim’dir. İnanç noktasında Kur’ân’a ters düşmeyen her mezhep hak mezheptir; Kur’ân’ın öngördüğü istikâmeti yitiren mezhepler de bâtıl mezheplerdir. Ancak, Kur’ân’ın, inanç noktasında kurumlaşmaya pek sıcak bakmadığını, her insanın aklıyla ve kendi hür iradesiyle imana ulaşacağını, “hiç kimsenin bir başkasının günahını yüklenemeyeceğini” ısrarla belirttiğini hatırlamakta fayda vardır. Kur’ân, inancı biçimlendiren geleneği “ataların dini” adı altında şiddetle eleştirir. Bu doğrultuda düşünecek olursak, “hak mezhep- bâtıl mezhep” ayrımından çok, Kur’­ân istikametinde olan, ya da olmayan Müslüman’dan söz etmenin daha doğru olacağını söyleyebiliriz. Çünkü inanç noktasında önemli olan bireysel tavırlardır. Bir mezhebe mensup olmak, hangi mezhep olursa olsun, bireyin Müslümanlığını garanti altına almaz.

Bir kimse, kim olursa olsun, hangi mezhebe mensup bulunursa bulunsun, Allah’a, ahiret gününe, Hz. Muhammed’in peygamberliğine inanıyorsa, İslam dairesi içindedir. Hiç bir mezhep, hiç bir kimsenin Müslüman olup olmadığını belirleme hakkına sahip değildir.

Mezheplerin hak olup olmadığı şeklindeki bir tasnif, sadece, temel ilkeleri açıkça Kur’ân’a aykırı olan mezhepleri belirleme noktasında bir anlam taşıyabilir. “Dört hak mezhep” ifadesiyle kastedilen, yaşayan dört fıkıh ekolüdür. Bunlar, Hanefîlik, Hanbelîlik, Şafiîlik ve Malikîlik’tir. Oysa Müslümanlar arasında yüzlerce mezhep ortaya çıkmıştır. Bunlardan pek azı günümüze kadar yaşama şansı bulmuştur. Hak mezheplerin sayısını bu dört mezheple sınırlamak, İslâm tarihi boyunca ortaya çıkan yüzlerce mezhebi görmezlikten gelmek demek olur.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, İslâm dini bireysel kurtuluşu esas alır. İslâm’ın Kur’ân’da belirtilen temel ilkelerine inanan her insan, hangi mezhepten olursa olsun, İslam dairesi içindedir. Müslüman olan bir kimse, mezhebinin adı ne olursa olsun, “hak mezhep” mensubudur.

Mezheplerin Ortaya Çıkışı

Hz. Peygamber’in sağlığında, ne siyâsî ve itikâdî mezheplerden, ne fıkhî-amelî mezheplerden söz edebiliriz. Mezhepler, Hz. Peygamber’in vefatından çok sonraları teşekkül etmeye başlamıştır. İlk ortaya çıkan mezhep, Haricîlik’tir. Daha sonra, Mürcie, Şia, Mu’tezile gibi itikâdî yönü ağır basan mezhepler oluşmuştur. Fıkhî mezheplerin oluşumu ise, hicri ikinci asra ve daha sonralara rastlamaktadır. Ehl-i Sünnet ise, Haricilik, Mürcie, Mu’tezile ve Şia gibi büyük mezheplerin görüşlerini sistemleştirip, Müslümanların çoğunluğundan farklı olduklarına inanıp, farklı oldukları hususları açıkça ortaya koymalarından sonra, geride kalan, ancak çoğunluğu teşkil eden Müslümanların görüş ve düşüncelerinin sistemli bir biçimde ifade edilmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Bu haliyle Ehl-i Sünnet’in Haricilik, Şiilik gibi bir mezhep olarak telakki edilmesi, doğrusu biraz zor görünmektedir.

Hz. Peygamber’e gelen ilk vahiyle birlikte, tarihî bir akış başlamıştır. Bunu bir dağın eteğinden fışkıran bir kaynağa benzetebiliriz. Allah’a, Ahiret gününe ve Hz. Muhammed’in peygamber olduğuna inanan insanların oluşturduğu İslâm toplumu, kaynaktan fışkırarak denize doğru akan nehir misali, insanlığın sonuna dek, tarihî akışına devam edecektir. Bu akış esnasında, zaman zaman, zemine uygun olarak birtakım kollar, “çoğunluk”tan ayrılarak yeni oluşumları gerçekleştirmiştir. Bu kolların bir kısmı, tarihin karanlıklarında gömülüp gitmiştir. Bir kısmı “çoğunluk”a paralel olarak akışını sürdürmüştür. Bazen de, “çoğunluk”un içinde birtakım iç akıntılar meydana gelmiştir. Bu sürecin ana çizgilerini, Mezhepler Tarihi’nin renkli sayfalarında görmek mümkündür. Mezhepler Tarihi, inanç ve gönül dünyâlarını vahye uygun hale getirerek, hayatı Tevhid eksenine göre şekillendirerek insanlığın zirvesini yakalayan insanlarla, arzu ve heveslerini, ya da önlerine çıkan her şeyi putlaştırarak insanlık sınırlarının ötesinde kalan insanları, bir ibret levhası olarak gözler önüne sermektedir.

Mezheplerin Doğuş Sebepleri

Siyâsî ve itikâdî mezheplerin doğuşunda etkili olan pek çok sebep vardır. Ancak, ağırlıklı sebeplerin, isimden de anlaşılacağı gibi, siyâsî ve itikâdî nitelik taşıdığı hemen söylenebilir. Siyâsî ve itikâdî faktörler, başka sebeplerin de etkisiyle, dinin anlaşılma biçimi üzerinde etkili olmaya başlamış; anlayış planında belirgin farklılaşmalar ortaya çıkmıştır. Bu farklılaşmalarda birinci derecede etkin olan husus insandır, insanın temel özellikleridir. Çünkü dini anlayan da, yaşamaya çalışan da insandır.

Mezheplerin doğuş sebeplerini iyi anlayabilmek için, birey ve toplum planında, insan unsurunun önemini iyi belirlemekte fayda vardır. Çünkü, bütün mezhepler insanın ürünüdür. İnsan unsuru devre dışı bırakıldığı taktirde, mezhepleri anlamak pek mümkün olmayacaktır.

Diğer taraftan, anlayış planında yeni şekillenmelerin konusu din olduğu için, “din”in yapısından, özelliklerinden kaynaklanan sebepler, kendiliğinden varolmak durumundadır. Gerek kutsal metinlerin anlaşılması, gerekse peygamberin konumu farklılaşmalarda etkili olmuştur.

Bu arada, İslâm öncesi Arap kültürü ve İslâm’ın yayılması esnasında karşılaşılan yeni kültür ve medeniyetler de, farklılaşmalarda etkili olan unsurlar arasındadır.

Devam edecek…

Rüştü Kam

[1] Bk.G.Tümer, A. Küçük, Dinler Tarihi, 29 vd.
[2] Muhammed Hamdi Yazır,Hak Dini Kur’ân Dili,I,83.
[3] Aynı eser, I, 89.
[4] Mâide, 3.
[5] Hz. Peygamber’e atfedilen Müslümanların yetmişüç fırkaya ayrılacağı, bunlardan sadece birisinin “Fırka-ı nâciye” kurtuluşa eren fırka olacağı şeklindeki hadis, hemen hemen bütün Mezhepler Tarihçileri’ni etkilemiştir. Ayrıca, her fırka, kendisinin kurtuluşa eren fırka olduğunu da iddia etmiştir. Bu konuda geniş bilgi için bk. Mevlut Özler, Islam Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, Ist. 1996.

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.