KÖY ENSTİTÜLERİNDEN GÜNÜMÜZE

ABONE OL
18:53 - 01/10/2020 18:53
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

KÖY ENSTİTÜLERİNDEN GÜNÜMÜZE (*)

(*): 30 Ocak 2012 tarihinde, 19. Adalet ve Demokrasi Haftası’nda, Bahçelievler Deneme Lisesi Mezunları Derneği’nin düzenlediği etkinlik konuşması.

Merhaba dostlar, Bahçelievler Deneme Lisesi’nin düzenlediği etkinliğe hoş geldiniz. 19. Adalet ve Demokrasi Haftasında başta Uğur Mumcu ve Muammer Aksoy olmak üzere yitirdiğimiz tüm yurtsever insanlarımızı saygı, sevgi ve özlemle anıyorum. Söyleşimizde Köy Enstitülerinden günümüze, önemli olayları kısaca irdeleyeceğiz.

Genç Türkiye Cumhuriyeti çağdaş uygarlık düzeyini yakalamak için, büyük atılımlar yapmıştı. Sanayi, tarım, hayvancılık, eğitim gibi alanlarda kısa sürede büyük gelişmeler göstermişti. 1929-1939 yılları arasında bütün dünyada sanayi üretimi %19 artarken, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde %96 artmıştır. Dünyada ortalama kalkınma hızı %4’ler seviyesindeyken, Türkiye’de %10 olmuştu.

Okuma yazma oranı sadece %4 olan bir toplum için, eğitim çok önemliydi. Genç cumhuriyetin Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati, 1926 yılında, 4 tane Köy Öğretmen Okulunun açılmasına öncülük etmişti. Ancak bunlar yeterli değildi. 1935 yılında 16 milyon olan nüfusun 12 milyonu köylerde yaşıyordu. 40 bin köyden sadece beş bininde okul vardı. Köydeki çocukların sadece %20 kadarı okula gidebiliyordu. Bu çocuklardan sadece %1’den daha azı, bir üst kademedeki okullara devam edebiliyordu. Geri kalan çocuklar ise ailelerine yardımcı oluyor, zamanla okur yazarlıklarını da unutuyorlardı. Köylerde doktor, hemşire, ebe bulmak çok zordu. Ülkenin bu durumu, halkçı ve devrimci cumhuriyetin ilkelerine uymuyordu.

Daha sonraki yıllarda ilköğretimin yaygınlaştırılması amacıyla, askerliğini çavuş olarak yapan köy gençlerinin, kısa bir eğitimin ardından, kendi köylerinde eğitmen olarak görevlendirilmesi için bir proje uygulamaya konuldu. İlk uygulama Temmuz 1936 tarihinde başladı ve 84 köylü genç Eskişehir-Çifteler’de altı aylık yoğun bir eğitimin ardından köy eğitmeni olarak görevlendirildi. Bu eğitmenler, kendi köylerine verilerek, üç sınıflı ilkokullarda karma, iş eğitimine dayalı, uygulamalı öğretim yapmaya başladılar. Uygulamanın başarılı olması üzerine kursların sayısı arttırıldı, eğitmenlere toprak, tohumluk, fidan ve tarım araçları da verilerek, bulundukları bölgede tarımsal çalışmalara öncülük etmeleri sağlandı.

1937 yılında konu daha kapsamlı olarak ele alındı ve Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’ın öncülüğünde Köy Eğitmenleri Yasası çıkarılarak Eskişehir-Çifteler’de (1937), İzmir-Kızılçullu’da (1937), Edirne-Karaağaç’ta (1938) (bu okul daha sonra Kırklareli-Kepirtepe’ye taşındı) ve Kastamonu-Gölköy’de (1939) Köy Eğitmen okulları açıldı. Bu okullar 1939 yılında çıkarılan yasayla Köy Öğretmen Okulları adını aldı.

Bu çalışma Hasan Âli Yücel’in 28 Aralık 1938 tarihinden sonra Milli Eğitim Bakanı olmasının ardından daha da genişletildi. Başlatılan yeni programın mimarı, dönemin İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç idi. Köy Enstitüleri’nin ilk çalışma deneyimleri, Köy Öğretmen Okullarında yapılmış ve istenilen verimin alındığı görülmüştü. Bu gelişmeler sonucunda, 17 Nisan 1940 tarihinde Köy Enstitüleri Yasası çıktı. Bu yasa Köy Öğretmen Okullarının enstitüye dönüştürülmesini ve 17 yeni Köy Enstitüsünün açılmasını öngörüyordu.

1940 yılında 10 enstitü daha açıldı: Sakarya-Arifiye, Antalya-Aksu, Balıkesir-Savaştepe, Isparta-Gönen, Adana-Düziçi, Kayseri-Pazarören, Samsun-Akpınar, Trabzon-Beşikdüzü, Kars-Cılavuz , Malatya-Akçadağ. Bundan sonra açılan 7 enstitü Konya-İvriz (1941), Ankara-Hasanoğlan (1941), Sivas-Yıldızeli (1941), Erzurum-Pulur (1942), Diyarbakır-Dicle (1944) Aydın-Ortaklar (1944), Van-Ernis (1948) ise diğer enstitülerde okuyan öğrencilerin yardımlarıyla yapılmıştır.

Karma öğretim sistemine dayanan enstitülerin öğretim süresi beş yıldı. Öğrencilerin ilk üç yıllık başarı düzeylerine bakılarak, en başarılılar öğretmenliğe, geri kalanlar diğer köy hizmetlerine yönlendirilecekti. Okullar aynı zamanda birer tarım işliği, sağlık ocağı olarak işlev görecek, çeşitli tohum ve tarım araçlarının ilk denemeleri buralarda yapılacaktı. Enstitülere alınan öğrenciler, okulun yapım işlerinde ve örnek tarım uygulamalarında da görev aldılar. Derslerde uygulanan metotların özü, öğrencileri çalışmalara yönlendirerek, onlara bilgiyi iş içinde ve iş aracılığıyla öğretmekti.

Köy Enstitüleri’ne öğretmen yetiştirmek amacıyla 1942-1943 öğretim yılında Ankara Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne bir Yüksek Köy Enstitüsü eklendi. Köy Enstitüleri’nin en başarılı öğrencileri, öğretmenler kurulu kararı ve sınavla, üç yıllık olan bu okula alındı. Yüksek Köy Enstitüsü, 1947 yılında kapatılana kadar 204 mezun verdi.

1946 yılında çok partili sisteme geçildikten sonra, yeni kurulan Demokrat Parti’nin yoğun eleştirileriyle karşılaşan Köy Enstitüleri bu dönemde bir duraklama sürecine girdi. 1947 yılında baştan beri Köy Enstitüleri’ne karşı olan Sivas Milletvekili Reşat Şemsettin Sirer’in Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, eğitim programları köklü değişikliklere uğratıldı ve Hasanoğlan Yüksek Köy Enstitüsü kapatıldı. Köy Enstitüleri’nin yönetici ve öğretmenleri değiştirildi, İsmail Hakkı Tonguç görevden alındı. Enstitülerde öğrenciyi merkez alan eğitimden, kültür ve sanat etkinliklerinden vazgeçildi, iş eğitimi, tarım ve teknik eğitimi programdan çıkarıldı.

1950 seçimlerinde iktidara gelen Demokrat Parti önce enstitülerin sağlık bölümlerini kapattı, sonra da 1951 yılında Köy Enstitüleri’nin programını klasik ilköğretmen okullarının programıyla birleştirdi. 1954 yılında çıkarılan bir yasayla da Köy Enstitüleri tamamen kapatıldı. Köy Enstitüleri’nin adı İlköğretmen Okulu olarak değiştirildi. Böylece çeşitli bahanelerle köyün aydınlanmasının önü kesildi.

Köy Enstitüleri, kuruluşundan itibaren Atatürk Devrimlerinin itici gücü olma yolunda hızlı yol almış, iç ve dış egemenleri korkutmuştu. Kapatıldıkları 1954 yılına kadar Köy Enstitüleri’nden 17.341 öğretmen, 8.675 eğitmen, 1.599 sağlık memuru eğitim görerek mezun olmuştur. Köy Enstitüleri’nde 15.000 dönüm verimsiz toprak işlenerek tarım alanı yapılmış, 250.000 ağaç dikilmiş, 2.500 dönüm sebzelik oluşturulmuş, 1.200 dönüm bağ yapılmıştır. Binlerce büyük ve küçük baş hayvan yetiştirilmiştir.

Köy Enstitüleri yaşatılabilseydi Kemalist devrimler kesintisiz sürecek, toprak reformu yapılacak, sosyal adalet gerçekleştirilecek, eğitim yurt geneline yayılacak, köylülerimiz yabancı ülkelere kaçmayacak, köylerimiz boşalmayacak, kentlerimizin gelişmesi çarpık olmayacaktı. Ülkemizin çağdaş uygarlık seviyesine ulaşması sağlanabilecekti. Köy Enstitüleri modeli, Türkiye eğitiminin dünya eğitimine büyük bir armağanıdır. UNESCO, Köy Enstitüleri’nden, “bütün gelişmekte olan ülkelere örnek olacak bir eğitim sistemi” diye övgüyle söz etmiştir.

Söyleşiden önce izlediğimiz, sayın Tarık Akan’ın yönetmenliğini yaptığı Köy Enstitüleri – Bir Meçhul Öğretmen isimli filmde sayın Ayşe Bayındır öğretmenimizin şu sözleri çok anlamlıdır: “En büyük mutluluğum hayatta, Köy Enstitüsü mezunu olmaktır. Çok mutluyum demokrasi yönünden, insanlara saygı yönünden, sevgi yönünden, bütün yaşam yönünden ona borçluyum hayatımı.” Böyle büyük bir mutluluğu halka çok görenlere, Köy Enstitülerini kapatanlara, aydınlıktan korkanlara da buradan gerekli yanıtları verelim.

Çok partili hayata geçtikten sonra CHP, 1948 yılında ilahiyat fakülteleri ve imam hatip kurslarının açılmasına izin verdi. Demokrat Parti, iktidara gelir gelmez 16 Haziran 1950 tarihinde Türkçe okunan ezanı Arapça’ya çevirdi. 22 Kasım 1955 tarihinde başbakan, meclis grubunda yaptığı konuşmada, milletvekillerine; “siz isterseniz hilafeti getirirsiniz” demişti. DP, 1957 yılında Said-i Nursi’ye de kucak açtı. 1960’lı yıllarda Adalet Partisi, nurcularla, tarikatlarla bütünleşti. 1980’li yıllarda Anavatan Partisi, tarikat ve cemaatlerle iç içe politikalar izledi. Aynı yola Doğru Yol Partisi de devam etti. 1999 yılında Demokratik Sol Parti de olumlu tarikatlar söyleminde bulundu. Günümüzde din sömürüsü büyük boyutlara ulaşmıştır. Siyasi iktidar AKP, laikliğe karşı eylemlerin odağı olduğu gerekçesiyle Anayasa Mahkemesi tarafından para cezasına çarptırıldı. Ancak ne gariptir ki, laikliğe karşı eylemlerin odağı olan parti, halen demokratik ve laik cumhuriyetimizi yönetmektedir.

Köy Enstitüleri kapatılarak, yerine birçok imam hatip okulları açıldı. İmam hatip okulları, din adamı yetiştirmek için kurulmuştur. Fakat imam gereksiniminin çok üzerinde imam hatip okulu açılmıştır ve bugün sayıları yaklaşık beş yüz tanedir. Bu okullarda yaklaşık yüz on bin erkek, yüz otuz bin kız öğrenci öğrenim görmektedir. Kadın imam olamayacağına göre, imam hatip okullarında kız öğrencilerin okutulması yanlıştır ve bugüne kadar da nedeni açıklanamamıştır. Bu imam okullarından dini eğitim alarak mezun olanlar; yargıç, vali, emniyet müdürü gibi devletin üst düzey kadrolarına gelmektedir. Bu durum, laik devlet ilkesine de aykırıdır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra, 1 Nisan 1939 tarihinde ABD ile yapılan anlaşma, ülkemizin yabancı bir devlete ekonomik imtiyaz tanıdığı ilk ikili anlaşmaydı. Bu anlaşma ile Türkiye, ABD’ye bazı konularda özel ayrıcalıklar tanımıştı. Bundan sonra yapılan ikili anlaşmalarla ülkemiz, tam bağımsızlıktan ödün vererek, Truman Doktrini, Marshall Planı, Thornburg raporu gibi bir çeşit kapitülasyon benzeri anlaşmalarla bugünlere gelmiştir. Günümüzdeki Gümrük Birliği anlaşması da aynı niteliktedir. Yapılan bu anlaşmalar sonucunda ülkemiz eğitimden sağlığa, ulaşımdan enerjiye, ekonomiden sanayiye, tarımdan iç ve dış siyasete kadar tüm konularda, emperyalist devletlerin politikalarına uygun olarak şekillenmiştir. Bugün ülke olarak yaşadığımız tüm sıkıntıların ardında, yıllardır uygulanan emperyalizmin isteği doğrultusundaki bu yanlış politikalar bulunmaktadır.

1 Nisan 1939 tarihi, ülkemizin geleceğini, emperyalizmin ağına düşürmesi bakımından çok önemlidir. Emperyalizm, kapitalist aşamayı geçmiş bir devletin siyasi, askeri, iktisadi, kültürel ve teknolojik anlamda, diğer devletleri sistemli olarak sömürmesi, bunun sonucunda zenginleşmesi, büyümesi, genişlemesi ve gücünü onlara kabul ettirmesidir. Siyasi, askeri, iktisadi, kültürel ve teknolojik emperyalizm bir bütündür. Günümüzde kültür emperyalizmi öne çıkarılarak, hedefe ulaşılmasında en etkili ve sinsi yollardan biri haline gelmiştir. Bir devleti çökertmenin, bir ulusu yok etmenin en kolay, ucuz ve hızlı yolu kültür emperyalizmidir.

Emperyalist devlet kendi kültürünü dayatırken, diğer kültürleri yok etmeye çalışır ve bunun sonucunda diğer ülkeleri kendi güdümü altına almayı başarır. Bu amaçla ekonomi, hukuk, siyaset gibi araçların yanında, eğitimden siyasete, gıdadan teknolojiye, spordan medyaya, sanattan edebiyata kadar her yolu kullanır. Kültür emperyalizmi ulusal bilinci yitirmeyi hızlandırır. Artık toplumun hayatında emperyalist devletlerin moda kıyafetleri, beslenmesi, sanatı, eğitimi, sporu ayrı bir yer tutmaya başlar. Yabancı dille yapılan eğitim, yabancı malların tüketimi, yabancı dille mağaza adları toplumu yabancı hayranı yapar. Yabancı markaların bağımlısı olurken, etnik lokantaların, etnik müziklerin, etnik kıyafetlerin de hayranı olurlar. Bu hayranlık, zamanla toplumun kendi kültüründen vazgeçmesini ve emperyalist devletlerin egemenliği altına girmesini sağlar.

Emperyalizmin hedefi bölmektir. Bunun için askeri güç, silahlı ya da silahsız işgal gibi her türlü yönteme başvurur. Gençleri sokağa döker, etnik ve dinsel çatışmaları körükler, medyayı yönlendirir, toplumdaki kanaat önderlerini kullanır. Direnebilecek tüm güçlere karşı dolaylı ya da dolaysız şiddeti devreye sokarak, tasfiye eder. Emperyalizmin oyunlarına ve yalanlarına kanmamak için duyduğumuz, gördüğümüz, okuduğumuz her şeye kuşku ile yaklaşmalı ve gerçeği aramalıyız. Gerçeği bulduğumuzda zaten her şeyi çok daha net olarak anlayabilme şansına sahip oluruz. Emperyalizm bir ülkeyi ele geçirmek istiyorsa, önce o ülkede bir isyan başlatır, sonra kan akıyor diyerek müdahale eder. Müdahale edilecek ülkelerde petrol, doğalgaz gibi stratejik yeraltı zenginlikleri varsa, operasyon ‘uluslararası toplum’ adına yapılır. Emperyalizm kendisi için bütünleşmeyi, ama sömürdüğü toplumlar için ayrışmayı önerir. Köy Enstitülerinin kapatılmasının ve öldürülen yurtsever insanlarımızın ardında hep emperyalizm vardır. Bizim düşmanımız ABD ve AB emperyalizmidir, kısaca Pentagon’dur.

Emperyalizmin en büyük düşmanı ulusallıktır, yurtseverliktir. 300 yıldır dünyayı sömüren emperyalizme karşı ilk zafer, Anadolu topraklarında Mustafa Kemal’in öncülüğünde kazanılmıştı. Bu zafer, bağımsızlık savaşı veren tüm mazlum uluslara da öncülük etmişti. İşte emperyalizm, Mustafa Kemal Atatürk’ten yediği tokatı asla unutmadı ve intikam almak için fırsat kolladı. UNESCO, 1978 yılında üye 156 ülkenin oybirliğiyle aldığı kararla, 1981 yılını bütün dünyada Atatürk Yılı ilan ederken, kararın gerekçesinde Atatürk şöyle tanımlanıyordu: “Uluslararası anlayış ve barış yolunda çaba harcamış üstün bir kişi, olağanüstü bir devrimci, sömürgecilik ve emperyalizme karşı savaşan ilk önder, insan haklarına saygılı, dünya barışının öncüsü, insanlar arasında renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen, eşsiz devlet adamı, Türkiye Cumhuriyeti‘nin kurucusu….” Ancak 1990’lı yıllarda Atatürk’e karşı söylemler geliştirilmeye başlandı. Kemalist ideolojiyi terk etmemiz gerektiğini ve Atatürk’ün resimlerini kaldırmamızı söyleyen bir emperyalist koro iş başındaydı. Ama ne yazık ki bu söylemleri yapanlara, kendi ülkelerindeki kralların, kraliçelerin, hatta gülünç kıyafetli papanın resimlerini neden kaldırmıyorsunuz diyen yetkililerin ve siyasilerin sesleri çıkmadı. Uğur Mumcu’nun; “biz sapına kadar Kemalist’iz. Mustafa Kemal’i savunmak, her devrimcinin namus borcudur. Mustafa Kemal’i küçümseyen, hor gören bir devrimci ile bizim işimiz olamaz” sözünü anımsayan siyasetçi yoktu…

Köy Enstitülerinin kapatılarak, ülkemizin çağdaş uygarlığa ulaşmasının engellendiği bir ortamda, bugün demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin parçalanmak istendiği bir dönemden geçiyoruz. Ülkemiz tıpkı 1919 yılında olduğu gibi, emperyalizmin yeni bir işgali altındadır. “Sevr şartları” dayatılan ülkemizde bugün büyük bir ekonomik kriz, hukuksal kriz ve siyasi kriz yaşanmaktadır.

Günümüz Türkiye’sinde altı milyon kişi asgari ücretle çalışmaktadır. Çalışanların %70’i yoksulluk sınırının altında ücret almaktadır. Dokuz milyon işsizimiz vardır, on iki milyon yeşil kartlı insanımız vardır. 741 fabrika ve ulusal değerlerimiz özelleştirilmiştir. Dünya Ekonomik Forumu 2010 raporuna göre, ülkemiz ekonomide 134 ülke arasında 131. sırada, eğitim düzeyinde ise 109. sıradadır. Siyasi iktidarın dünyanın 17. büyük ekonomisi dediği Türkiye’nin gerçekleri yoksulluktur, açlıktır, işsizliktir. Gemiciği ve villacığı olanlara teğet geçen ekonomik kriz, haklımızı delip geçmiştir.

12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa değişikliğiyle Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı değiştirilerek, yargı siyasi iktidara bağımlı duruma getirilmiştir. Yeni anayasa yapmak söyleminde bulunanların amacı, rejim değişikliğidir. Üniversite sınavında ve memur alım sınavında yapılan şifrelemelerin, kopyaların hesabı sorulamamaktadır. Yüzyılın soygunu Deniz Feneri davası, suya sabuna dokunmadan belirsiz bir şekilde sürmektedir. Ancak Türkiye’deki suçluları tutuklayan yargıçlar hakkında ceza davası açılmıştır.

Sözde darbe yapacakları savıyla Ergenekon, Balyoz gibi davalarda subaylar, öğretim elemanları, gazeteciler başta olmak üzere birçok vatandaşımız Silivri zindanlarında zulüm görmektedir. Uğur Mumcu gibi, Bahçelievler Deneme Lisesi mezunu olan Doğu Perinçek, Ergenekon davasında savunma yaptığı için 16 yıl hapis cezası almıştır. Siyasi iktidarın “ileri demokrasi” dediği rejimin adı ileri faşizmdir. Siyasi iktidar kendi ülkesinin ordusuna düşmansa, kendine muhalifleri zindanlara atıyorsa, rejimi değiştirmek için kadrolaşma yapıyorsa, o ülkede sivil darbe vardır. “İleri demokrasi” paketinden, açıkca sivil darbe çıkmıştır ve ülkemizde sivil darbe yaşanmaktadır.

Bütün bu krizleri, çektiğimiz bu sıkıntıları aşmanın yolu, eskiden olduğu gibi Atatürk’ün yoludur, Kemalizm’in altı okudur. Bu ülkenin aydınlık insanları, yurtseverleri, demokratik kitle örgütleri, sendikaları, siyasi partileri ülkemizde yaşam biçimi olmaya başlayan irticanın yok edilerek, cumhuriyetimizi korumak ve emperyalizme son vermek için gerekli adımların atılmasının zamanı gelmiştir. Hep birlikte emperyalizmi ve maşalarını ülkemizden kovmak için bir araya gelmeliyiz ve bilinçli bir şekilde örgütlenmeliyiz. Örgütlü olmanın kararlılığıyla halka gitmeli, ilçe ilçe, köy köy, mahalle mahalle, sokak sokak hiç yorulmadan dolaşmalı ve insanlarımızı aydınlatmalıyız. İşte bu aydınlanma bizi ortaçağ karanlığından kurtaracaktır. Ancak böyle yaparak Muammer Aksoy, Uğur Mumcu ve diğer devrim şehidi dostlarımıza sahip çıkabiliriz. Ancak böyle yaparak Mustafa Kemal Atatürk’e layık olduğumuzu gösterebiliriz. Artık yeni bir Mustafa Kemal beklememeliyiz, çünkü hepimiz Mustafa Kemal’iz, hepimiz Atatürk’üz. Büyük Atatürk’ün dediği gibi bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı gerekli gören bir yolu takip ederek, aydınlığa çıkmak zorundayız.

Sözlerimi büyük şairimiz Cahit Külebi’nin “Köy Öğretmenleri” adlı şiiriyle bitiriyorum:

Yurdumuz uçsuz bucaksız
Gökte yıldız kadar köylerimiz var.
Ama uzak, ama harap, ama garipsi…
Alın benim gönlümden de o kadar.

Uzak köylerimizde kuşlar gibi
Her sabah çocuklar size uçar.
Ama küçük, ama büyüyen, ama güleç…
Alın benim gönlümden de o kadar.

Siz kara göklerin yıldızları
Işıtın yurdumuzu sabaha kadar.
Ama düşe kalka, ama yiğit, ama umutlu…
Alın benim gönlümden de o kadar.

Hepinizi saygıyla selamlıyorum, teşekkür ediyorum ve UĞURLAR OLSUN diyorum.

Suay Karaman
Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD) Genel Sekreteri

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.