“KAPATMA” DÖNEMİ…

ABONE OL
18:44 - 01/10/2020 18:44
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best
 “KAPATMA” DÖNEMİ…


Eskiden “Kapatma” dedikleri zaman farklı bir anlamı vardı.



Kız veya erkek, güzelliği veya yakışıklılığı nedeni ile sanat veya iş dünyasından birinin “Kapatma”sı olur, bu ilişkiler bazen evlilikle, ama çoğu kez ayrılıkla sona ererdi. Aradan belli bir zaman geçtikten sonra ilgili kişi  gündeme geldiğinde “Falancanın, filanca’nın kapatmasıydı…” gibi tabirlerle anılırdı.


Kapatma olmak veya kapatılmış olmak Türk halkı tarafından pek hoş karşılanmasa da şikayet konusu olmaz, paranın veya aşkın gücü arkasına sığınılırdı. Genellikle de, kapatılan kişi mağduru oynar, “Karısı veya kocası boşanmaya yanaşmadı, bizde uzatmadık ayrıldık…” diyerek kendini savunurdu.


“Uzatmalı” olmak ise farklıydı. Kadın veya erkek anasının dizinin dibinde yaşar, boş zamanlarında buluşur, ne istiyorlarsa yapar, gezer-dolaşır, yıllar geçmesine rağmen evlenmezler; ama toplumda kimin-kimle uzatmalı olduğu bilinirdi. Hele, hele işin içinde  ünlü ve zengin birileri varsa üstüne gidilmezdi.
Günümüzde kızların iffetini korumak adına kızlı-erkekli partilerin, ders çalışmaların, ayni evde bulunmanın tehlikesini düşününce insan o günleri daha bir “özgür” sayıyor…


Şimdi aşk ve birlikteliklerde sanal kurallar geçerli hale geldi. Bir fotoğraf, bir tiwit, facebook sayfası aşkı başlatmak için yeterli… Güller, doğum günü pastaları, kutlama kartpostalları elektronik ortamda sevdiğiniz veya hayranlık duyduğunuz kişiye gönderiliyor. Alan kişi de “Ah canım, beni unutmamış…” gibi sanal bir sevgi açlığı ile aşk dünyasında yeni bir kapı açıyor… Ama bunlar çok kısa ömürlü oluyor.


Osmanlı döneminde her paşanın, padişahın haremine özenerek birkaç tane kapatması  olduğu malum. Güç sahibi kişilerin kapatması yoksa bu biraz ayıp sayılıyordu. Kapatma için ev tutulur, dayanır-döşenir, mahallenin bekçisi paşasının kapatmasını onun namahremi olarak kabul eder ve namus bekçiliğine soyunurdu. Bu ilişki dünya alem tarafından bilinse de gizlenir, asla ayıplanmaz, bir hak olarak görülürdü…
Şimdi lebiderya manzaralı binalarda daire kiralamak ve “metres” tutmak moda… Zaman, zaman basına düşen haberlerden de anlaşılacağı gibi “İmam nikahlı karısı” gibi bir ifade de gündemde… Yani insanın normal nikahlı bir karısının yanında “imam nikahlı bir karısı” da olabiliyor… Dün paşaların sürdürdüğü bu kapatma dönemini şimdilerde genel müdürler, milletvekilleri, iş adamları gibi “Güç veya yaptırım erkini elinde bulunduran” kişiler üstlenmiş durumda…


Yani, pek bir şey değişmedi… Atatürk’ün tek eşliliği ve kadın haklarını savunduğu bir dönem geride kaldı. Yerini yine çok eşlilik aldı… Her durumda da bu işin eziyetini çeken sonunda kadınlar oluyor…
 Erkeğin kendisinde bıraktığı izi kazımak, gizli de olsa yurt dışında da yaptırsa acıyı çekmek kadına düşüyor… Çok mutlu olmadığı, ailesine faydası dokunsun diye katlandığı bir birlikteliğin zevksiz ve renksiz faturasını kendi ödüyor… Bazen bir çocuğu aldırarak, bazen de doğurup evlilik dışı günah meyvesına bir ömür boyu bakarak…
Böylesine hızla yozlaşan bir ortamda, paranın en büyük değer olduğu büyüsüne kapılanların ve gücü elinde bulunduranların Ferhatla Şirinin aşkını anlamaları, Leyla ile Mecnunu kavramaları pek mümkün değil.  Bu nedenlerle de sevgisizlik, vefasızlık, şiddet, zalimlik, kadın ölümleri ve ahlaksızlık almış başını gidiyor.
Neyse ki, kıyıda köşede kalmış birkaç kuruşluk sevda masalı var da; onların yalın yaşantısı ile teselli buluyor, örnek alıyoruz…   


Şu halimize bakın, İktidar erki;  dershaneleri, kendisine karşı yazı yazan  internet sitelerini, yandaşları marifeti ile televizyonlarda muhalefetin sesini,  köşe yazılarını,  Taksim gezi parkını, ayakkabı yolsuzluklarını, gençleri doğru hedeflere yöneltmeye çalışan binlerce üyesi olan Milli Eğitim izcilik teşkilatını, Türkiye üzerine oynanan oyunların üstünü kapatmaya hazırlanırken biz durmuş neleri konuşuyoruz?
Bir yanda sevdiklerimiz- sevmediklerimiz, değer verdiklerimiz-vermediklerimiz, ama sonunda insan olan bireyler, Cumhuriyeti savunanlar, ülkeyi değerli kılanlar, hayatı öğretenler, maddiyatın önünde eğilmeyenler, insanca yaşamaya uğraşıp dik durmaya çalışanlar, zaman değirmeninin öğütücü dişleri arasında birer, birer un ufak olup gidiyorlar.


Her ne kadar gözlerini kapatsalar da;  düşüncelerini, eserlerini, anılarını ve sevenlerini, yolunda yürüyenleri  geride bırakıyorlar.  Alıp götüremiyorlar, yaptıkları ve yaşattıkları ile anılmaya devam ediyorlar.
Ne dersiniz? Gözümüzü kapatsak ta gerçeklerden kaçabilirmiyiz?


Taner Tümerdirim
 
 
 

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.