İSLAM DÜŞÜNCE TARİHİ III

ABONE OL
18:47 - 01/10/2020 18:47
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün’ün İslâm düşünce tarihi konulu seminerinin özetini bu yazımla sonlandırıyorum. Düzgün’e göre, „İslâm’ı doğru yaşamak için doğruanlamak lazımdır. Ağaç herkes için aynıdeğildir; kimisi ağacı gölge yapan bir nesne olarak görür, kimisi ağaçtan nasıl bir kereste olacağını düşünür, kimisi için ağaç şöminede yakılacak bir odundur, kimisi de onun oksiyen kaynağı olduğunu düşünür… Ayetleri yorumlamak da aynen böyledir. Ağacın oksijen kaynağı olduğunu, ekolojik dengenin sağlanmasındaki rolünü düşünmek derinlik isteyen bir anlayışı gerektirir. Buanlayışın sahipleridir Allah tarafından övülenler(Rasihûn). Devamla şöyle diyor Düzgün:

Ölüm ve sonrası

Öldükten sonra dirilmenin Allah’a inanmakla ilgisi yoktur. İnsan dediğimiz varlık öz ve arazdan oluşur. İnsanın özü bedenidir, onun dışında ne varsa arazdır. Bedene bağlıdır, beden gidince her şey gider. Filozoflara göre esas olan ruhtur, bedenimiz ruhumuzun aletidir. Ruh, bedeni eskiyene kadar kullanacaktır.
İnsan dünyadayken, istediğine ulaşmaya çalışır veya ulaşır. Cennet’te ise iştah duyulan şey kendilerine gelecektir. Ölen kişi ile dirilen kişi aynı kişidir. Ruh aynıdır çünkü. Sonbaharda ağacın yaprakları dökülür, ilkbaharda tekrar gelir. Giden yaprak ile gelen yaprak aynı değildir. Ancak ağaç aynı ağaçtır. “Zaman Ân-ı Dâimdir.” (Gümüşhanevi)

Zaman rölatiftir

Zaman zihinsel bir şeydir, rölatiftir, izafidir: Bir adamı yanan sobanın üzerine bir dakika oturtursanız zaman geçmek bilmeyecektir. Ona o bir dakika belki bin sene gibi gelecektir. Bir de iki aşığı bir saat baş başa bırakın, onlar için zaman çok çabuk geçecek ve daha bir dakika bile olmadı diyeceklerdir.
Öldüğümüz an dirildiğimiz andır. 5.000 yıl önce ölen adam için zaman bilinmez. Ölen kişiler için zaman mefhumu yoktur. İnsan ölünce ya cennetine gider ya da cehennemine. “İnsanın üzerinden, kendisi anılmaya değer bir şey olmadığı, uzun bir süre geçmedi mi?”(İnsan 1)

Muhammed Ali es-Sabunî diyor ki: ” Bu âyetten maksat, insana meydana geldiği şeyin aslını hatırlatmaktır. Çünkü o, dikkate alınmayacak derecede basit ve terkedilmiş bir şeydi. Yok olduğu bir dönemde babasının sulbünde bir hücre ve onu yaratmak isteyen Allah’dan başkasının bilemediği adi bir su idi. Üzerinden belli bir zaman geçti ki o zaman o, yer küresi üzerinde yoktu. Sonra Allah onu yarattı, daha önce hiç kimsenin tanımadığı, terkedilmiş ve tanınmayan bir şey iken Allah onu güzel bir şekilde yarattı…”

Kabirde olanlara bir şey duyuramayız

Ölen ölmüştür. Ölenler dünyada kalanların seslerini duymazlar, ölen kim olursa olsun, hangi sıfatla anılırsa anılsın duymaz. Ahirette üç karşılaşma vardır:
1-Yaptığımız işlerle karşılaşma, önden gönderdiklerimizle yani…
2-Geçmiş milletlerle gelecek milletlerin karşılaşması
3-Yer ehli ile gök ehlinin karşılaştırılması. Yer ehli ile gök ehlinin karşılaşması nasıl olacaktır o bilinmiyor.

Ragıp el İsfahâni der ki; “Kabirde olanlara bir şey de duyuramayız. Mezarda olanların bizimle ilişkileri yoktur”. Dolayısıyla, kabir ziyaretleri, kabirde olanlara bir şeyler vermek için değil, bizim kabirde olanlardan ibret almamız içindir.

Ahiretle ilgili iki kavram vardır

İsfahanî’ye göre, insanın ikinci dereceden öneme sahip olan bedenini toprağa girerken, esas unsur olan ruhu iyi ise illiyyine, kötü ise siccine gitmekte. Kıyametin kopuşuna kadar bulundukları yerde bedensel değil ama ruhsal olarak bir acı ya da zevkle karşılaştırılabilecek bir haldir bu. Kıyamet kopup da insanlar yeniden dirilip ruhlar bedenlere iade edilince o zaman esas yurduna ( cennet ya da cehennem) gittiğinde ise bedensel acı veya zevk dönemi başlayacaktır.
Maturidi’ye göre kabir azabı azab-ı arz, yani azabın kişiye gösterilmesidir. Ahiret azabı ise, azab-ı ayn, yani azabın kendisidir. Buna göre hesap sonrasında çekeceği azap insana gösterilir veya bildirilir; hesap sonrasında hak ettiği cezayı veya ödülü gerçek bir şekilde yaşar. Maturidi kullandığı arz kelimesine şu ayetle açıklık getirir: “Ateş sabah akşam ona sunulur.” (Mü’min 46)

Siccin
“Sakın (hîleye sapmayın, âhiret hesâbını unutmayın). Çünkü kötülerin kitâbı muhakkak ki Siccîn’dedir. Siccîn’in ne olduğunu sana hangi şey bildirdi? (O) yazılmış (mühürlenmiş) bir kitabdır. Siccîn’in ne olduğunu sana gösteren nedir? Rakamlandırılmış bir kitaptır o.” (Mutaffifîn sûresi 7-9)

İlliyyin
İlliyyin, insanın melekleri de geride bırakarak varabildiği, yücelerin yücesi manasına gelen mertebedir. Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: “Hayır (o kâfirler gibi olmayın). Çünkü itâatkâr olan iyilerin kitapları (amelleri), hiç şüphesiz İlliyyîn’dedir. (Mutaffifîn sûresi 18)

Zemahşerî bu konuda şöyle der: „ Koruyucu melekler, yâni Kirâmen kâtibîn, bir kişinin amel defterini Allahü teâlâya arz ettiklerinde; “Siz kullarımın üzerine hafazasınız. Kalbini bilen benim. Amellerini ihlâsla, Allah rızâsı için yaptığından, onun defterini İlliyyîn’e koyun. Çünkü onu af ve mağfiret ettim” diye Allahü teâlâ vahyeder. “

Reenkarnasyon

Yeniden bedenlenmek demektir. Ancak reenkarnasyon mümkün olmayan bir şeydir. Reenkarnasyon cezalandırılmak demektir, ödüllendirilmek demek değil. Oysa dünyada yeniden bedenlenmek isteyenler iyilik işlemek için bedenleneceklerdir. Reenkarnasyonun mantığı böyledir.

“Onlar: “Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin. Biz de suçlarımızı itiraf ettik, bir daha çıkmağa yol var mıdır?” derler. (Mümin 11)

İki defa öldürülüp iki defa diriltilmek şöyle olur: Kuran hayata yoklukla başlar bu birinci ölümdür, yokken var eder bu birinci dirilmedir. Dünya yaşamı sona erdiğinde ikinci ölüm gerçekleşecektir, ölümden sonraki diriliş de ikinci diriliştir. İki defa ölüm ve iki defa diriliş böyledir.

Cin

Cin yabancı demektir

Peygamberimizin okuduğu Kur’an’ı dinleyenler Nusaybin’den gelen yabancılardır. “Her kim cin gördüğünü söylerse yalan söylemiş olur.” der, İmam Şafii.

İmam Maturîdi de: “Cincilere gidenlerin Allah korkusunu iki kat artırır.” der.

Biz, iblisin mahiyetini bilmiyoruz. Ancak Cin ve şeytan gibi somut varlıklar yoktur, bunu biliyoruz. Cinler yabancılardır, yabancı insanlara cin denir. Süleyman peygamberin çalıştırdığı varlıklar cin değil savaş esirleridir. Görmediğimiz tanımadığımız bütün varlıklara cin denir. Kur’an buyruğu şöyledir:

“Sabah gidişi bir aylık mesafe, akşam dönüşü yine bir aylık mesafe olan rüzgârı da Süleyman’a (onun emrine) verdik ve onun için erimiş bakırı kaynağından sel gibi akıttık. Rabbinin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. Onlardan kim emrimizden sapsa, ona alevli azabı tattırırdık.” (Sebe sûresi âyet: 12)

En üstteki varlık insandır. Cin değildir. Allah insanı üstün yaratmıştır, cini değil. Güçlü varlığın güçsüz varlığın peşinden gitmesi zillettir. Belkıs’ın tahtını getiren şahıs bir alimdir, o alim bilgili ve becerikli bir kişidir. Kur’an şöyle der:

“Ey önderler! Onlar gelip teslim olmadan önce sizin hanginiz kraliçenin tahtını bana getirebilir? Cinlerden bir ifrit dedi ki: Ben, onu sana sen makamından kalkıncaya kadar getiririm. Bana güvenebilirsin, benim buna gerçekten gücüm yeter.
O Kitap’tan bir bilgiye sahip olan kişi de: Ben onu sana gözünü açıp kapayıncaya kadar getiririm dedi ve getirdi. Süleyman tahtı, yanına kurulu görünce dedi ki: Bu beni denemek için Rabbimin bir ikramıdır; şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü? Kim şükrederse faydasını görür. Nankörlük eden etsin. Rabbimin kimseye ihtiyacı yoktur, onun iyiliği boldur.” (Neml 38-40)

Ayetten anlaşılacağı gibi, tahtı, göz açıp kapayıncaya kadar getiren kişi, bir alimdir. Bilgi aldığı kaynak Tevrat’tır. İsrail peygamberlerinden olan Süleyman’ın makamında “O Kitap” diye bahsedilen kitap başkası olamaz. “Kitap’tan bilgisi olan” ifadesi önemlidir. Demek ki o kişi ilim sahibi birisidir, âlim birisidir. Uzaktaki eşyayı getirme konusunda uzmandır.

Firavun’un cincileri de simyacılardır. Onların yaptıkları, kuzu bağırsaklarına doldurdukları civanın güneşte hareketlenmesinden ibaret bir aldatmacadır.

Peygamberimize mucize verilmemiştir. Allah şöyle buyurur: “Sana mucize vermeyişimizin sebebi, daha öncekilerin inkar etmeleri ve helak olmalarındandır.” (İsra 59)

İman bilgi ile güçlenir, mucize ile değil. Bu konuda, “İmanın arkasından bilgi gelmezse bu bir tasmadır.” der, Gazali.

Üç kişinin amel defteri kapanmaz

1-Kitap yazanların(İnsanlığın faydasına işler yapanların-Sadaka-i cariye)
2-Salih bir evlat bırakanların
3-Herkesin faydalanabileceği eserler bırakanların (Han, hamam, köprü, yol, okul, hastane…)

Müflis

İyiliklerinin tamamını, hakkı geçen birisine verip de ondan günah alan kişidir müflis. Allah’ın sınırlarına tecavüz etmiştir ve iflas edenlerden olmuştur.

Hududullah

Yüce Allah, mü’minlerin başlıca özelliklerini sayarken, bunlardan birinin de, “Allah’ın sınırlarını/yasalarını korumaktır” der: “Allah’a tövbe eden, kullukta bulunan, O’nu öven, O’nun uğrunda gezen (cihad ve hicret eden, rızasını arayıp duran), rükû yapan, secde eden, iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan ve Allah’ın sınırlarını koruyan mü’minleri müjdele.” (Tevbe, 9/112)

Bu âyetin belirttiğine göre, hudûdullahı korumak, mü’minlerin bir görevidir, özelliğidir. Öyleyse mü’minlerin başlıca özellikleri, Allah’a iman ve bunun gereği olarak ona kulluk ederek, iman-amel bütünlüğü içinde davranışta bulunmaktır. İman sahibi olan, âyette belirtilen diğer düzgün davranış özelliklerini de günlük hayatında uygular, hudûdullahı gözetmek, mü’minlerin özelliğidir.

İman hususundaki zaaf, Allah’ın sınırları konusunda da kendini gösterir: “Bedevîlerin küfür ve nifakları her yönden, daha ileridir. Allah’ın, peygamberine indirdiğinin sınırlarını bilmemekte de onlar ileridir. Allah bilendir ve hakîmdir.” (Tevbe, 9/97)

Hudûdullahı bilmemek, iman zaafıdır. Burada, bedevilerin iman zaafı, servet ve dünyalık hırsları, ikiyüzlü gündelik davranışları, en önemlisi hangi konuda olursa olsun zora düştüklerinde bin bir gerekçeyle ve yaldızlı sözlerle içinde bulundukları durumdan sıyrılmaya çalışmalarıdır. (Bakara, 229-230)

Hudûdullaha yaklaşmamak, sorumluluğunu bilmektir, takva kavramı ile ifade edilir. (Bakara,/187)
Hudûdullahı aşmak, aşırı gitmek demektir. (Mü’minun, 7; Mearic, 31)
Kendine yazık etmek, zulüm yapmak demektir. (Talâk, 1)
Allah’a ve peygamberine isyandır, isyan yolunun sonu cehenneme çıkar, bu yolun sonunda alçaltıcı bir azap vardır. (Nisa, 14; Mücadele, 4).
Hz. Peygamber bir hadisinde, “Bir kimse perdeyi (âr perdesini) sıyırmadıkça, hudûdullaha düşmez/Allah’ın sınırlarını çiğnemez.” der. (Tirmizî, edeb, 44/76)

Kehf suresindeki bir ayette de: -Bu ayette iman ederek ilk adımı atan ve sınırları zorlamayan, her konuda teslim olan gençlerin durumu dile getirilir- „Biz onların haberlerini sana doğru bir şekilde anlatacağız. Şu bir gerçek ki onlar, Rablerine iman etmiş bir yiğitler grubuydu. Ve biz de onların hidayetini artırdık.” (Kehf 13)

Bitti.

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.