İRAN GEZİSİ İZLENİMLERİ (I)

ABONE OL
18:47 - 01/10/2020 18:47
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Telefondaki ses tanıdık geldi ama ilk anda çıkaramadım. ‘Ben Kerim Uçar.’ Selam kelamdan sonra, “Hocam, Hüseyin Hatemi hocamızın rehberliğinde Türkiye’den bir ekip İran’a gidecekler, eğer isterseniz sizi de bu ekibe dahil etmek mümkündür.” Böyle bir teklife hayır denemezdi ve ben de demedim zâten. Veli Karakaya ve Hasan Babur’un da ekipte olması beni rahatlattı. Bulutların üzerinde Suriye’yi, Barış Süreci’ni, İran’ın Suriye’yle olan dirsek temasını konuştuk İstanbul’a kadar. Sohbete son noktayı şu şekilde koyduk: ” Şahsiyeti olmayanın hürriyeti olmaz.”

İstanbul’da Türkiye ekibiyle tanıştık, kucaklaştık ve birbirmize hayırlı yolculuklar diledik. İstanbul havaalanı oldukça güzel. Avrupa ülkelerinin çoğunda böyle havaalanı yok. Ancak o güzelliği, o görkemi mescidler gölgeliyor. Küçücük iki mescid gördüm, ikisinde de namaz kıldım. Namazı bitirinceye kadar nefes almadım desem yeridir. Tuvaletlerde kâğıt da yok. Bodrumdaki, pis, hiçbir albenisi olmayan dine kim itibar eder. Kime veya neye ne kadar değer verirseniz o kadar değer görürsünüz, Allah’ı bodrumlara hapsedenler O’ndan bekledikleri değeri göremeyeceklerdir.
Ayrıca yiyecek içecekler dâhil olmak üzere bütün markalar yabancı, kendi ülkenizde yabancısınız. Oraya köşeye Maraş dondurması koymuşlar o şatafatlı markaların yanında boynu bükük kalmış. Kahve makinaları bile İtalya’dan gelmiş. Kendi değerlerine sahip çıkmayan bir ülkeyi yabancıların işgal etmesi işte böyle kaçınılmaz oluyor.
Saat 22.00, İran’a uçuş için kemerleri bağladık. Hostesler başörtülü, öyle yadırganacak bir şekilde de durmuyor başörtüleri. Gayet şık ve modern bir görünümleri var hosteslerin. Kapıda sizi “Esselemü aleyküm” diye karşılıyorlar. Cevabımız, ” ve aleyküm selam.”

7 gün içinde Tahran, Kum, İsfahan, Şiraz ve Meşhed’i gezecekmişiz. Oldukça sıkışık bir program uygulanacak demek ki diye düşündük. Öyle de oldu. Tahran da otele indiğimizde saat sabah 00:05 ti. Hemen istirahate çekildik.

İran
İran sözcüğünün kökeni, Sanskritçe Aryan sözcüğünden geliyormuş. Erān ifadesinin imparatorluk coğrafyasını ifade etmek için kullanılması Sasâni hanedanlığının ilk döneminde görülmüş. Ülkenin adı MÖ 6. yüzyıldan 1935’e kadar Pers İmparatorluğu, Acemistan gibi isimlerle bilinirken, ilk defa 1935’te Rıza Şah tarafından “İran” adı kullanılmaya başlanmış. 1979’daki İran İslâm Devrimi’nden itibaren ülkenin resmî adı “İran İslâm Cumhuriyeti” olmuş. Nüfusu 75 milyon. 30 milyonu Azeri Türkü, 30 milyonu Pers, kalanı Kürt, Afgan, Ermeni ve diğer azınlıklar. Dili farsça. Ancak Türkçe olarak anlaşabilmek mümkün. Şöyle bir söz var Azeriler arasında “İran’ın %80’ni Azeridir kalan %20’si de Azeri ile evlidir.”

Tahran
Tahran, Elbruz Dağlarına sırtını dayamış 12 milyonluk bir şehir ve İran’ın başkenti. Şehir sıkıcı, genel olarak briket binalardan oluşmuş. Trafik oldukça sıkışık. Caddelerin iki tarafına su arıkları yapılmış, şehri ve şehrin havasını temizlemek içinmiş bu su arıkları. Bahçelerde, parklarda her yerde sular dans ediyor. Tahran kütüphaanesi şehre nezaret eder gibi duruyor. Ziyaretçisi oldukça fazla. Kızlar ve erkekler birlikte oturmuşlar rahat bir şekilde sohbet edebiliyorlar. Kızların çoğunun başörtüleri başlarında veresiye duruyor. Çıkarsalar daha mantıklı olacak, kot pantolon üstünde eşarp, çok kötü bir resim. Belliki istemeden takıyorlar başörtüsünü.
Kütüphaneden sonra savaş müzesine gittik. İran-İrak savaşı müzede ön plana çıkmış. Bu savaşta kullanılan silahlar Rus yapımı. Bayan rehberler müzede size eşlik ediyorlar. Resim çekmek yasak. Savaş müzesinden sonra yolumuz üzerindeki bir hat sergisine uğradık. Sergiyi dolaştık ve bahçesinde çay içtik.
Tahran’ın en kalabalık ziyaret merkezlerinden biri ve en önemlisi İmam Hümeynî ‘nin müzesi ve türbesi. Biz geç kaldık, müze kapanmıştı. Ancak bizi götüren ekibin rehberi bir telefonla müzeyi açtırdı, güç her yerde güç demek ki. Humeyni’nin evi aynen korunmuş, çok mütevazi bir ev.

Burc-i Milad/Milad Kulesi. 448 m yüksekliğinde. Tamamen İran mimarlarna aid bir yapıtmış. İran’ın başkenti Tahran’ın Merkezi semtinde bulunan dünyanın en yüksek 4. gökdeleniymiş. 2000 yılında yapımına başlanan Milad Kulesi, 2007 yılında tamamlanmış ve 2008 yılında hizmete açılmış. Yapının çatıya kadar olan yüksekliği 315 m. En uç kısmına kadar olan yükseklik ise 435 m. 345. metrede 12. kat ve teras yer almakta. Teras katından Tahran‘ı rahatça izlemek mümkün.

“Beheşti Zehra”
Sabah Kum’a müteveccihen yola çıktık. Önce devrim şehitlerinin medfun olduğu “Beheşti Zehra” şehitliğini ziyaret ettik. Muhammed Hüseyin Beheşti ( 1928 -1981) Halkın Mücahitleri Örgütü militanları tarafından İslami Devrimin ilk yıllarında konulan bomba sonucu öldürülen din adamı ve siyasetçi.
Bu saldırı sonucu parti ve meclis başkanı olan Muhammed Hüseyin Beheşti, 72 arkadaşıyla birlikte şehadet şerbetini içti. Kabri Tahran’da Beheşti Zehra kabristanında bulunmaktadır.
Dikkatimizi çeken bir durum. Mezar taşları dik değil yatık. Mezar taşlarının üzerinde yürümenin Şiilere göre bir mahzuru yok.

Humeyni (1902-1989), İran İslâm Devrimi’ni yapan Şii önder
Hemen toparlandık yola koyulduk. Yolda Humeyni’nin türbesini de ziyaret ettik. 5 Kubbeli bir türbe. Kubbeler, “Abanın altındakileri” sembolize ediyormuş. Hz.Muhammed, Hz.Fatıma, Hz. Ali, Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin abanın altındakiler. Bunlara Ehl-i Beyt deniyor. Hüseyin hatemi anlattı, hikaye şöyle: Peygamberimiz bir gün kızı Fatıma’nın evine gelir ve köşeye kıvrılarak uzanır, kızı Fatıma üzerine bir örtü atar(Aba). Sonra Hasan, sonra da Hüseyin abanın altına girererler. Sonra da Hz. Fatıma abanın altına girere ve bu mutluluk tablosunu taçlandırır. Biraz sonra eve gelen Hz. Ali de izin isteyerek, girer abanın altına. Biraz sonra Ümmü seleme gelir içeri ve o da abanın altına girmek ister, ancak ‘sen giremezsin’ der Peygamberimiz Ümmü Seleme’ye ve devam eder. ‘Bu abanın altındakiler benim ehli beytimdir’, sen ve diğerleri değil der.

Humeyni, varlıklı bir ailenin çocuğu olarak 1902 yılında dünyaya gelmiş, doğumundan kısa bir süre sonra babası bir toprak ağasının buyruğuyla öldürülmüş. 15 yaşında da annesini kaybetmiş. 1922’de Kum kentine yerleşmiş.
Felsefe, mantık, kelâm, fıkıh, irfan ve öteki İslâm ilimleriyle ilgili çok sayıda yapıt kaleme almış. Humeyni 7 çocuk babasıdır, iki çocuğu hayatta değildir. 1960’ların başlarında büyük ayetullah unvanını alarak dini hiyerarşinin en üst katına yükselmiş.

İmam Humeyni, 1962-63’te şahın toprak reformu programı çerçevesinde bazı dinsel vakıfların mülklerine el konulmasına muhalefet ettiği için tutuklanmış. Bir yıl tutuklu kaldıktan sonra 4 Kasım 1964’te Türkiye’ye sürgün edilmiş.
Türkiye’den sonra, Irak’a oradan da 1978’de Saddam Hüseyin‘in baskısına dayanamayarak, Fransa’ya gitmiş. Fransa’da şah yönetiminin yıkılması ve yerine İslâm cumhuriyetinin kurulması yolunda yoğun bir propagandaya girişmiş. Mesajlarını teyp bantlarıyla İran halkına ulaştırmış. 1978 sonlarında kitle gösterilerinin, grevlerin ve halk arasındaki hoşnutsuzluğun bütün ülkeye yayılması sonucu Şah Muhammed Rıza Pehlevi 16 Ocak 1979’da İran’ı terk etmek zorunda kalmış.

Şah Rıza İran‘dan ayrılır ayrılmaz, Humeyni 1 Şubat 1979’da Fransa’dan İran’a dönmüş, görkemli bir şekilde karşılanmış. Hemen hükümet çalışmalarına başlamış, çalışmalarını tamamlar tamamlamaz da Kum’a yerleşmiş. Devrimle birlikte, hükümet politikasının belirlenmesini büyük ölçüde içtihat yetkisine sahip ulema üstlenmiş. Devrim hükümetinin dış politikasının başlıca ilkesi Batı yanlısı çizginin bütünüyle terk edilmesi ve hem ABD’ye, hem de Sovyetler Birliği’ne karşı tavır almak olmuş. Bu politika halen devam etmekte imiş.

Kum
Kum, başkent Tahran’ın 156 km Güneybatısında ve Kum Nehri’nin kıyısında denizden 930 metre yüksekte olan bir şehir. Kum, 645’de halife Ömer zamanında Ebu Musa el Eş’ari veya Ahnef bin Kays tarafından fethedilerek İslâm hakimiyetine girmiş. Burada Fatıma-yı Masume’nin türbesini ve Müçtehitlerden Ayetullah Erdebilli’yi ziyaret ettik. Ehl-i Beyt Müesseseleri Uluslararası Haberleşme Merkezi de ziyaret ettiğimiz merkezler arasındadır.
Ehl-i Beyt dostu Şiî Eş’ariler, Emevîlerin, özellikle de Ubeydullah b. Ziyad ve Haccac b. Yusuf’un zulmünden kurtulmak için İran’ın şehirlerine dağılarak kendilerine sığınak aramaya başlarlar. Kum halkı onlara kucak açarak Kum’a gelmelerini ve buraya yerleşmelerini ister ve bütün imkânlarını onlarla paylaşır. Eş’arîlerin önde gelenleri, Peygamberimiz’in Medine halkıyla yaptığı gibi Kum halkıyla dostluk ve kardeşlik içinde yaşamak ve düşmanlara karşı birlikte savaşmak için ahitleşir.
Böylece Hicrî I. yüzyılın sonlarında bu şehrin, Ehl-i Beyt velayeti üzerine temeli atılmış olur. Sonraları bu şehir, Emevî saltanatına karşı yenilmez bir kale hâline gelerek Alevîlerin önemli bir merkezi olur. İmam Sadık‘ın Kum şehriyle ilgili şöyle buyurduğu söylenir: “Bizim bir haremimiz var, o da Kum’dur.”
Şii öğretiye göre, II. yüzyılın başlarında Kum, İran halkının dini öğretiler merkezi durumuna gelir. Halife Me’mun, İmam Rıza’yı Tus’a/Meşhed’e gelmeye mecbur edince İmam’ın ailesi onu görmek için Medine’den İran’a hicret etmelerine izin verilmesini ister. İmam’ın olumlu cevabından sonra Hz. Mâsume, ailesinden bir toplulukla ağabeyini görmek için Tus’a hareket eder. Sâve’ye ulaşınca muhtemelen Me’mun’un gönderdiği bir zehirle zehirletilerek Horasan’a gitmeleri engellenir.
İmam Rıza’nın kardeşi Fatıma-i Mâsume -Hicrî 173 yılının Zilkade ayında, Medine’de dünyaya gelmiş. 201 yılında da Kum kentinde vefat etmiş-
İranlılar, Fatıma Mâsume’nin varlığıyla bu şehrin çehresinin mukaddesleştiğine inanıyorlar. Şiiler İslâm İnkılabı’nın Kum’dan başlamasının sebebini de, Fatıma-i Mâsume’nin bu şehirde yatmasına bağlıyorlar.
Caferî fıkıh mezhebinde, “Ondört Mâsum” denilen bir kavram var. Caferîlik’teki bu ondört Mâsûm, Muhammed, Fatıma ve Oniki İmamdan ibarettir.
Şii inancına göre, Hz.Masume kıyamet gününde kendi şialarına şefaat edecektir. İmam Sadık şöyle buyurur: “Masume’nin şefaatiyle bütün şialar cennete girebilecektir.” Birbaşka hadisi de şöyledir: “Kısa bir süre sonra, benim ailemden Masume adında bir kadın Kum şehrinde defnedilecektir. Onu ziyaret eden bir şahsa cennet vacip olur.” İmam Rıza da şöyle buyurur: “Onu ziyaret edene cennet vacip olur.”

Kentte mollaların yetiştiği medreselerin dışında merkezi Tahran’da olan Azad Üniversitesi’ne bağlı tıp fakültesi, ayrıca hukuk ve fen fakülteleri bulunmaktadır.
Kum, klasik din eğitimi veren medredseleriyle ünlü bir şehir. Bu şehirde İslâm devrimi’ni kuran ve koruyan çekirdek kadro yetişmiş halen de yetişmektedir. Humeyni, Hamaney, Rafsancani ve Hatemi de burada ünlü Fevziye Medresesi’nde yetişmiş.

Ancak Kum şehri bakımsız, pis ve düzensiz biz şehir. Fırının yanında egsozcu, lastikçinin yanında çerezci dükkanı var mesela. Herşey açıkta satılıyor, hijyenden bahsetmek oldukça zor.

İsfahan
İsfahan’a geldiğimizde saat 13.30 idi. Hiç vakit geçirmeden Nakş-i Cihan Meydanı’na indik. Şehir planlamacılığının en güzel örneklerinden birisi olan Nakş-ı Cihan Meydanı’nın uzunluğu 500 metre ve eni 160 metre imiş. Meydanın çevresi sütunlu yapılarla çevrilmiş ve ortasında geniş bir havuzu olan kapalı bir mekân oluşturulmuş. Meydan’da yapılan İmam Mescidi, Şah Abbas tarafından 18 yıllık bir çalışma sonrasında 1629’da tamamlanmış.

Meydanın çevresini oluşturan binada kapalı çarşı bulunuyor. Bu çarşıda özellikle ince İsfahan sanatından örnekler bulabilirsiniz. Bunlar arasında minyatürler, mozaik denilen sedef kakma işleri ve metal işler dikkati çekiyor. Bu pazar haftada bir gün erkeklere kapatılıp kadınlar için açılıyormuş.
İsfahan’da bulunan birçok tarihi eserde mavi renkli çiniler kullanılmış. Şehrin sadece mimari yapısı değil, sakin, huzurlu atmosferi ve ılımlı iklimi de sizi olumlu etkileyecektir.

Burada Tahran’daki ve Kum’daki gibi devrim ateşinin ve politik tartışmaların gerilimi yok, sadece mistik ve sakin bir sanatsal duyarlılık var.
İsfahan, ülkenin üçüncü büyük şehri. Şehirde çok sayıda tarihi eser bulunmaktadır. Nüfusun 2 milyon civarında olduğu söyleniyor. İsfahan, İran’ın kavşak noktalarından biri. Yeşili bol olan çok güzel bir şehir. Bulvarıyla, köprüleriyle, saraylarıyla, camileriyle ve minareleriyle her tarafı tarih kokuyor.

Selçuklu hanedanı’nın kurucusu Tuğrul Bey 11. yüzyılın ortalarında İsfahan’ı başkent yapmış. Onun torunu Melikşah yönetiminde kent büyüyüp gelişmiş. Ünlü İsfahan Mescid-i Cuma’sının yapımına bu dönemde başlanmış. Selçuklu hanedanının yıkılışından sonra İsfahan gerilemeye başlamış. 13. yüzyılda kent, önce Moğollar, ardından da 1387 yılında Timur tarafından yağmalanmış ve bir çok insan katledilmiş.

17. yüzyıl’da yapılan ve dünyanın en büyük meydanlarından sayılan Nakş-ı Cihan Meydanı, dünya Miras Listesi’ne alınmış. Zağros Dağları’ndan doğan ve İsfahan’ın içinden geçen Zayende Nehri’nin üzerindeki eski köprüler ve bu köprülerin içinde en ünlüsü olan ve adı 33 Gözlü Köprü anlamına gelen 300 metre uzunluğunda ve 14 metre genişliğindeki Siose Pol en ünlü mimari yapılardan biri. Gündüz gözüyle bu harika köprüyü maalesef göremedik.

Otele döndüğümüzde arkadaşlar istirahata çekildiler. Ama biz yine Veli kardeşimle düştük İsfahan caddelerine. Şehri keşfetmemiz gerekiyordu. Taş devrinden bu güne kadar çeşitli medeniyetlere beşiklik yapmış bir şehir olan İsfahan, Nakş-ı Cihan Meydanı’ndan ibaret değildi elbet. Cuma olması münasebetiyle alışveriş merkezlerinin çoğu kapalı. Vardığımız sonuç, İsfahan gerçekten harika bir şehir.

Persepolis
Sabah saat 06’da İsfahan’dan Şiraz’a doğru yola koyulduk. Yolda bir köy kahvaltı evinde harika bir kahvaltı yaptık. Ekmek sıcak sıcak çıkıyor fırından, herşey doğal ve taze. Bal, domates, biber, omlet, menemen… Allah bereket versin.
Şiraz’a 13 saatte geldik. Önce Persepolis’i ziyaret ettik. Taht-ı Cemşid Şiraz’ın 70 km. kuzeydoğusunda. Pers İmparatorluğu’nun başkenti olan Persepolis, M.Ö 6. yüzyıl sonlarına doğru Pers Kralı I. Darius tarafından kurulmuş. Darius’dan sonra tahta çıkan I. Serhas ve Ardaşir, şehri büyüterek değişik anıtlarla donatmışlar.
Persepolis, 473 metre uzunlukta, 86 metre genişlikte ve 13 metre yüksekliği olan yapay bir tepe üzerinde kurulmuş. Sarayların bulunduğu bu taraçaya iki geniş merdivenle çıkılıyor. Merdivenlerin yan duvarları kabartma heykellerle dolu. Sarayın giriş kapısının yüksekliği 11 metreymiş. Kapıdaki sütunların önünde, yüzleri insan şeklinde olan iki boğa heykeli var.
Persepolis, M.Ö 331’de Büyük İskender tarafından yakılıp yıkılmış. Terkedilen şehir, zamanla toprak yığınları altında kalmış. 1930’larda başlayan arkeolojik kazılarla şehir ortaya çıkarılmış.

Dönemin Zerdüşt inancı İran’ı çoktan terketmiş ama Persepolis bu inancı hala gururla temsil ediyor gibi duruyor.

Şiraz
Şiraz’a vardığımızda güneş çoktan ışığını söndürmüştü. İlk ziyaret yerimiz Sadi’nin türbesi oldu. Sadi, Şiraz’da doğmuş ve Şiraz’da ölmüş, (1209-1291) ama hayatı gezilerle geçmiş ve bir anlamda gezginlerin şairi olmuş. Sadi, ilk eğitimini Bağdat‘ta almış daha sonra Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Hindistan’a gitmiş. Hem şiirde hem de düz yazıda çok başarılı eserler vermiş. Sa’di, bir dönem Haçlılar tarafından esir alınmış ve Tripoli’de cezaevinden tünel kazarak kaçmış. Hafız’ın Şiraz’dan dışarıya çıkmayıp dünyayı tek bir şehirden ibaret görmesine karşılık Sa’di’nin şehri, bütün dünya olmuş. Sa’di, 30 yıldan fazla bir süre gezgin derviş olarak yaşamış, Hindistan’dan Anadolu’ya Lübnan’dan Etiyopya’ya kadar dolaşmış. Kendi deyimiyle “ruhsal açlığını doyurmak için” rastgele konukseverliklerle de karşılaşmış, aşırı açlık ve susuzluk dönemleri de yaşamış. Verdiği eserlerden en önemlileri “Bostan” ve “Gülistan” dır.

Türbesi, bir tepenin eteğinde, balıklı bir havuz başında, sakin ve huzurlu bir ortamda. Türbe, beyaz mermerden yapılmış ve üzerine: “Şiraz’lı Sadi’nin türbesi aşkın kokusunu saçacak/ Hatta onun ölümünden binlerce yıl sonra bile.” beyiti yazılmış. Beyaz mermer sütunlar üzerinde çini işlemeli bir kubbe yer alıyor.

Şiraz, bir zamanlar, İranlılar’ın anavatanı olan Fars bölgesinin merkezinde bulunması, eski eserleri ve bozulmamış kent dokusuyla, çevresindeki bağlarıyla ve ünlü şaraplarıyla İran’ın en güzel ve en çok turist çeken şehirlerinden birisiymiş. Yüzyıllar boyunca bir kültür ve sanat şehri olarak bilinen Şiraz, ‘İran’ın kültür başkenti’ ‘şairler şehri’ ve ‘güller şehri’ gibi ünvanlara sahip.

Günümüzde Şiraz bulunduğu Fars bölgesinin en önemli sanayi ve ticaret merkezlerinden biri haline gelmiş. İki milyona yakın nüfusuyla İran’ın altıncı büyük kentiymiş.
Şiraz, Cengiz Han ve Timur ordularının istilalarından ve yıkımlarından zarar görmemiş. Aksine Moğol ve Timur dönemlerinde şehir çok gelişmiş. Yine bu dönemde şehirde kültürel hayat çok ilerlemiş özellikle edebiyat ve mimarlık zirve yapmış. Şeyh Sad’i Şirazi ve Hâfız bu dönemde yetişmiş.

Ayrıca İran’ın en güzel kapalı çarşısı Şiraz’daki Vekil Pazarı’ymış. Vaktimizin sınırlı olmasından dolayı biz bu güzel pazarı maalesef gezemedik.

Türk edebiyatında, Yahya Kemal Beyatlı ‘Rindlerin Ölümü’ adlı şiirinde şehirden ve onun gizemli güzelliğinden bahseder:
“Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül var
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle,
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz’ı hayal ettiren âhengiyle.
Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.”

Hafız’ın Türbesi
Sadi ile vedalaştıktan sonra vakit geçirmeden hemen Hafız’a konuk olduk. Hüseyin Hatemi hocamız Hafız’ın kabri başında O’nun şirlerinden okudu bizlere, aynı zamanda da tercüme etti. Fatiha okuyarak vedalaştık Hafız’la.
Fars dili ve edebiyatının büyük sanatçısı Hafız, 1324 – 1391 yılları arasında yaşamış. Hayatı boyunca kısa bir süre dışında Şiraz’dan dışarı hiç çıkmamış. Şiirlerinde her zaman Şiraz’ın güzelliklerinden bahsetmiş ve öldüğünde Şiraz’a gömülmek istemiş. Hafız’ın gömüldüğü yer daha sonra türbeye çevrilmiş halk arasında burası “Hafıziye” olarak isimlendirilmiş.
İranlılara göre her evde mutlaka bulunması gereken iki şey varmış. Kur’an-ı Kerim ve Hafız’ın divanı. Bazıları bu sıralamayı tersine çevirip Hafız’ı birinci sıraya bile koyarlarmış. Hafız, İranlılar için bir halk kahramanı, sevilen ve saygı duyulan bir kişilik.
Hafız’ın türbesi, geniş bir bahçe içinde iki havuzla süslü, huzurlu ama çok sayıda ziyaretçisi olduğu için pek de sakin olmayan bir yer. Hafız’ın mezar taşına şiirlerinden biri işlenmiş. Bu taş, 1773 yılında Kerim Han tarafından buraya yerleştirilmiş. 1935 yılında türbenin üzerine bir kubbe yapılmış. Bu kubbe, sekiz sütün üzerinde çini işlemeli, bu kubbe derviş sarığını sembolize edermiş.

Bahçenin bir köşesine oturup ziyarete gelenleri izleyin, çok ilginç sahneler göreceğiniz kesin. İranlılar, Hafız’ın şiirlerinin bulunduğu fal kitabından rastgele bir sayfa seçerek orada yazılanların kendi gelecekleri hakkında işaretler taşıdığına inanırlarmış.

Şah-ı Çerağ Türbesi
Hafızdan sonra Şah-ı Çerağ Türbesi’ni ziyaret ettik, akşam ve yatsı namazlarımızı cem ederek burada kıldık. Saat 01 de yemek için pizacıya yanaştık. Saat birde pizzacı…

Şiiliğin önemli isimlerinden ve 12 imamdan biri olan İmam Rıza’nın öz kardeşi Seyid Emir Ahmed Şiraz’da medfunmuş.
14. yüzyılda O’nun anısına mezarının bulunduğu yerde bu türbe yapılmış. Şiiliğin en önemli ziyaret yerlerinden biri olan bu türbe, gerçekten çok güzel dekore edilmiş. İsmi Şah-ı Çerağ “Işıkların şahı” olarak çevrilebilen bu türbenin iç duvarları diğer türbelerde olduğu gibi, milyonlarca küçük ayna ile mozayik şeklinde işlenmiş.

Meşhed
Şiraz’dan Meşhed’e uçakla gidiyoruz. Saat 10.00 da Meşhed’e indik. Havaalanını çepeçevre saran sütunlar altın sarısına boyanmış. Daha havaalanında burasının özel bir şehir olduğunu anlıyorsunuz. Otelimiz İmam Rıza Türbesi’ne oldukça yakın bir yerde. Biz yine Meşhed sokalarını başladık adımlamaya Veli’yle.
Meşhed de güzel bir şehir. İran’ın ikinci büyük şehri. Şehrin nüfusu 3.5 milyon civarındaymış. Meşhed, başkent Tahran’ın 850 km. doğusunda bulunmaktadır. Meşhed Şii dünyasi için kutsal bir ziyared şehri. 823 yılında kurulan şehre, İmam Rıza’ya atfen ‘şehadet yeri’ anlamına gelen ‘Meşhed’ adı verilmiş.
İmam Rıza Halife Me’mun tarafından 818’de zehirlenerek öldürülmüş. Harun’u Reşid’in mezarının yanına gömülmüş. Bu olaydan sonra bu yer ‘Mashhad al-Rida’ (Ali al-Rida’nın şehit edildiği yer) olarak adlandırılmış.
Meşhed, tarih boyunca İpek Yolu ve Baharat Yolu gibi kervan yollarının üzerinde bulunduğu için her zaman önemli bir konumu olmuş. Ticaretin getirdiği zenginlikle gelişmiş, bu yüzden de yabancı işgal ve saldırılarını sürekli yaşamış. Meşhed’den geçen kervan yolu Hindistan’dan Anadolu’ya ve Türkistan’dan Arap Denizi’ne doğru gidermiş.
Meşhed’in ikinci önemli özelliği Şii inancının en önemli ziyaret yeri olması. Şehre geldiğinizde dikkatinizi çekecek ilk şey altın kubbeler ve çok güzel işlenmiş minareler olacaktır. İran’da devletin Şii inancını benimsemesine kadar Meşhed’in kutsal bir ziyaret yeri olarak pek fazla önemi yokmuş. 16. yüzyılda Safevi devletinin kurulmasından sonra öncelikle devlet yöneticilerinin Meşhed’e ziyaretler yapmaya başlamasıyla önemi artmaya başlamış.

İmam Rıza’nın Türbesi
İmam Ali b. Musa, Peygamberimiz Hz.Muhammedin(s.a.v) torunudur. Rıza lakabıyla tanınan Hz. İmam Ali b. Musa, yedinci imamın oğludur. Hicretintin 148. yılında dünyaya gelmiş ve 203. yılında da irtihal etmiştir.
Sekizinci imam, İmamet süresinin bir kısmını Abbasi halifesi Harun’un zamanında yaşamış. Daha sonra bir müddet, onun oğlu Emin ve oğlu Me’mun’un yanında kalmış. Me’mun babasından sonra kardeşi Emin’le anlaşamamış ve anlaşmazlık birçok kanlı savaşlara yol açmış. Sonunda Emin öldürülerek Me’mun hilafet kürsüsüne oturmuş.
Me’mun, imamı Medine’den Merv’e getirtmiş. İmamı huzuruna çağırıp ilk olarak hilafeti, daha sonra veliahtlığını O’na önermiş. İmam memleket işlerine, atama ve azletme olaylarına karışmamak şartıyla veliahtlığı kabul etmiş.
Bu vaka Hicretin 200. yılında meydana gelmiş. Fakat çok geçmeden Me’mun, imama karşı halkın sevgisinin arttığını görmüş ve bu siyasetin de yanlış olduğunu anlamış ve imamı zehirleyerek şehit etmiş.
İmam, İran’ın şimdi Meşhed denilen Tus şehrine defnedilmiş. Meşhed’in tarihi İmam Rıza’nın tarihiyle paraleldir. Abbasi Halifelerinin mirasçısı ve Oniki İmamdan sekizincisi olan İmam Rıza, 817 yılında yediği üzümlerden zehirlenerek burada ölmüş. Yaygın inanca göre İmam Rıza’yı Halife Me’mun zehirlemiş.
Türbe çevresindeki binaların toplu ismi : “Harem-i Mutahhar” kutsal çevre yapısı. Türbe ve çevresinin toplam alanı sürekli genişleyen ve çoğalan camilerle, minareler, avluları dolduran ziyaretçiler, sayısız çinilerle ve altın süslü kubbeleriyle 75 hektar büyüklüğündeymiş.
Türbeye gelen ziyaretçilerin bu kutsal mekana gelip sadece birer Fatiha okuyup gittiklerini sanmayın. Geleneksel şii inancına göre geçmişte din uğruna şehit olanların yasları tutulmalıdır.
Önceleri Kerbela ile başlayan yas tutma aslında yılın 365 gününe yayılmış durumda. İran’ın tümünde ve özellikle Meşhed’de hep göreceğiniz siyah bayraklar, bu ülkenin yasta olduğunu gösteriyormuş. Bakıyorsunuz, türbeye gelen ziyaretçiler kadın erkek birlikte ortalık yerde ağlamaya başlıyorlar.
Türbeye gelip ağlamadan çıkan bir Şii olmazmış. Meşhed’deki İmam Rıza türbesi‘ni ziyaret eden bir Şii, geleneklere göre artık isminin sonuna bir ünvan olarak “Meşhedi” takısını gururla eklermiş.

Meşhed kentinde gerçekten Bütün Yollar Türbeye çıkıyor. Şehrin gelişimi de türbe çevresinde oluşmuş. Türbenin tamamı yılın belirli dönemlerinde üst seviyeden mollalar tarafından tepeden tırnağa kadar silinip temizlenir ve gül suyu ile yıkanırmış.
Türbe/cami, müzeler, iki tanesi tamamen altın kaplı eyvanlar, medreseler, birkaç bahçe, birkaç kütüphane, bir üniversite ve idari binalardan müteşekkil. Türbenin arkasında geniş bir mezarlık var. Bu mezarlıkta defnedilmek pahalı bir şerefmiş.

Orijinal türbe 9. yüzyılda Halife Harun Reşit tarafından yaptırılmış. 10. yüzyılda saldırılar sonunda yıkılmış ve Gazne‘li Sultan Mahmud tarafından 1009 yılında yeniden yapılmış. 12. yüzyılda Moğollar türbeye büyük zarar vermiş. Daha sonra tekrar restore edilmiş.

18. yüzyıla gelindiğinde Meşhed‘in ve türbenin önemi iyice ortaya çıkmış. Kendisi bir sünni olduğu halde Nadir Şah, İmam Rıza Türbesi‘ne büyük önem vermiş ve genişletme çalışmaları yapmış. 1912 yılında Rus topçuları Meşhed’i bombalamış. Buradaki yaygın inanca göre Rus Çarı’nın devrilmesinin en önemli sebebi kutsal İmam Rıza Türbesi‘ni bombalamasıymış.

Türbe’nin kubbesi 42 metre çapında ve 7 metre yüksekliğinde tamamı altın kaplıymış. Kubbeye, 16. yüzyılın hat sanatı ustalarından Ali Rıza Abbasi tarafından Kur’andan sureler işlenmiş. Ana binanın iki yanındaki iki minare de tamamen çiniyle kaplı ve işli. Bu minarelerin birbirine paralel durmadığı ve simetrilerinin bozuk olduğunu farkedeceksiniz. Böyle yapılmasının özel nedeni İmam Rıza Caddesi’nden gelen ziyaretçilerin görüş açısına göre türbenin düzgün bir simetriyle görünümünü sağlamakmış.

Devam edecek

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.