HIRSIZLARA, SOYGUNCULARA ALKIŞ TUTAN TOPLUM

ABONE OL
11:53 - 23/10/2020 11:53
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

İzleyenler olmuştur muhakkak, “yüzyılın soygunu” diye tarihe geçen ve milyar dolarların dolandırıldığı, birçok bakanın ve çevresinin adları karıştığı bir soygun olayından sonra baş hırsız Reza Zarrabın eşi şarkıcı Ebru Gündeş canlı yayına çıkarak ağlamış. Çok üzgünmüş, bu üzgünlüğü kocasının yakalanmasınaymış, halkın soyulduğuna değil. Bir cümleyle de olsa soyulan halktan özür bile dilemeyen Ebru Gündeş, evlenirken kocasına vermiş olduğu sözü hatırlatmış canlı yayında: “İyi günde kötü günde birlikte kalmak”

Bunun üzerine seyirciden (halktan) gelen alkış yağmuru ve “Ebru Ebru” tezahüratı. Sahi, var mı bu dalkavukluğun başka ülkelerde örneği? Bu sergilenen tiyatro halkın ne duruma getirildiğinin bir örneğidir aslında. Boşuna değildir Acun’un mevcut siyaset tarafından desteklenmesi, son olarak da medya patronu yapılması. Zira halkı uyuşturmaya yönelik programlara imza atarak, halkın soyulurken bile hırsıza tezahürat yapabilen duruma getirilmesinde çok emeği geçmiştir. Duygu sömürüsü, riyakârlık, adamsendecilik, hırsızlık ülkede kol geziyor. Son yaşadığımız olay da bunların bir göstergesidir işte.

Bizim oralarda topluma zarar verecek bir iş yapıldığında, özellikle de hırsızlara “sende hiç utanma duygusu yok mudur?” diye sorarlar. Öyle görünüyor ki, hırsızlık karşısında hırsıza tezahürat yapan bir halkı, yüzü kızarmayanların, yani duygusal belirtileri olmayan, kısaca “yüzsüzlerin” yönettiği ülkede „utanmak” artık hafızalarımızdan silinecektir.

Peki, tüm bu yaşadıklarımız neyin belirtisidir?

İslam dini kötülükler karşısında susmak korkaklığın belirtisi olduğunu söylemekte ve yapılan kötülüklere karşı gelmeyi öğütlemektedir. Nitekim Asr suresinde mealen şöyle denmektedir: “İman ve sâlih amel sahibi olan, ama günah karşısında susan veya başkalarını hakka ve doğru yolda direniş göstermeye davet etmeyen kimse zarar ve hüsrandadır.” Yine Bakara suresi 251. ayetinde de kötülük karşısında susanlar için şöyle deniyor: “İnsanlardan bir kısmı, diğerlerinin kötülük ve fesadını engellemeyecek olursa bütün yeryüzü fitne ve fesada boğulur.” Kötülük, haksızlık ve adaletsizlik karşısında susmak, zaafın ve ümitsizliğin göstergesi olduğu gibi, kişinin kendisine ve topluma karşı sorumluluğun bilincinde de olmadığının bir işaretidir.

Hal böyle iken insanlar adaletsizlik ve hırsızlıklar karşısında neden susuyor?

Bu sorunun cevabını yaratılan değişik korku kültürlerinde bulmak mümkündür. Örneğin, Amerika da 11 Eylül’ün yaratmış olduğu terör korkusu neticesinde tüm bireysel hakların kısıtlanabildiğini gördük. Domuz gribi ve benzeri salgın hastalıkları nedeniyle yaratılan can korkusuyla insanların neredeyse birbirleriyle selamlaşmadığına tanık olduk. „Ergenekon” nedeniyle yaratılan tutuklanma korkusu neticesinde insanların sindirildiğini gördük. Vergi denetimi aracılığı ile yaratılan maddi kıskaç korkusuyla özgür fikrin ve eleştirinin engellebildiğini gördük.

Korku kültürünün yaygınlaştırıldığı toplumlarda özgün, bireysel ve eleştirisel düşünce sindirilmiş, yerine koşulsuz biat kültürü yerleşmiştir. Bu tür toplumlarda gerçek, saygı, sevgi, huzur, güven ve dayanışma kavramları geçerliliğini yitirir, yerine yalancılık, sahtekârlık, hırsızlık, rant, güvensizlik ve bireysellik hakim olur. Güven veya güvensizlik konusunda Alman ve İngiliz bilim adamlarının yapmış olduğu ve sonuçlarının 2011 yılında American Sociological Review dergisinde yayınlanan bir araştırmada değişik ülkelerde genel güven unsuru ölçülmüştür. Araştırmanın sonuçlarına göre en çok güven unsuru İsveç, İsviçre ve Norveç gibi batılı ülkelerde ölçülmüştür. Buna karşılık en düşük güven ise Türkiye, Ruanda ve Trinidad & Tobago gibi ülkelerde görülmüştür.

Güven ortamının olmadığı, hırsızlıkların yaygın olduğu bir ülkede sel felaketinde mağdur kalmış insanların yıkılmış evlerine girerek hırsızlık vakalarını başka nasıl açıklarız? Deniz Feneri, Kombassan, Yimpaş ve son olarak dört bakanın da adının karıştığı „yüzyılın en büyük soygunu” örneklerinde olduğu gibi, insanların dini duygularını istismar ederek dolandırıldıklarını, Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk’ün deyimiyle „Kuran ile aldatılmalarını” nasıl açıklarız?

Nitekim baskı ve korkunun hâkim olduğu toplumlarda gerçek anlamda eğitim de durur, bilim de gelişmez olur ve toplum böylece durağanlaşır. Zira, bir toplumda ‘korku kültürü’ egemense eğer, orada ne gerçeğe koşulsuz saygı vardır, ne can güvenliği, ne de insani değerler önemsenir. Bu durumda bilimsel düşünce de gelişemez.

Bakın bu konuda Prof. Dr. Ali Güler “Türk toplumunda korku kültürü” adlı kitabının önsözünde ne diyor:

“Türk toplumunda korku kültürü yaşama eşlik eden bir oluşumdur. Tüm ilişki ağının korku temelli sürdürülme çabası insanların gerçeği görmelerine, algılamalarına en büyük engel olarak kabul edilebilir. Gerçekle uyum içinde olmayan bir zihinsel işleyiş hasta sayılabilir. Ruhsal gerilimlerin korku kökenli olması toplumsal kurumların geleneklerini oluşturup geliştirmesi de zorlaştırır. Başından itibaren güven duyguları sarsılan insanlar susma yolunu yeğlerler. Bu durumda susmanın “erdem” anlayışıyla temsil olur. Susarak kitleler “köleleşme özgürlüğü”nü seçme zorunda bırakılınca “özerk kişilik”, “özgür istenç” dumura uğrar. İnsanların inançları sarsılır. Sığınacak birini, bir kurumu, bir derneği bir kulübü bulunca düşünmenin artık işe yaramadığı kararına varır. İnancı, benlik bilinci sarsılmış, her esintiyle istenilen yöne savrulan, benliksiz, bilinçsiz bir varlığa dönüşüverir. Bu bireylerden oluşan toplumun da sağlıklı olması beklenemez.”

Evet, değerli hocamız ne güzel tanımlamış toplumumuzdaki ‚korku kültürünü’. Fakat toplumumuzda neden ‚sevgi’ değil de ‚korku’ kültürüne ihtiyaç duyulur? Aslında korku kültürü hayatımızın her alanında vardır ve gerek mevcut düzeni korumak, gerekse insan ilişkilerini düzenlemek açısından ölçülü bir şekilde olması da gerekir; esasen de korku hayatın vazgeçilmez bir parçasıdır. Allah korkusu, baba korkusu, devlet korkusu bunların tümü otoriteyi sağlamak için gereklidir. Fakat korku olgusunun otoriteyi ve düzeni koruyabilmesi için insanların neden (kanunlar), kimden (kanun uygulayıcılardan) ve ne zaman korktuklarını bilmeleri gerekir. Aksi takdirde herkes herkesten ve her şeyden ve her daim korkar hale gelir ki bu da toplumları uyuşturur. Zira, bu tür ortamlarda kişinin her an ve her yerde karşısına bilinmedik bir korku unsuru çıkabilir. Bu durumda insanlar kendilerini ‚ürkmüş tavşan’ misali toplumsal yaşamdan geri çekerler, kendilerini ifade etmekten çekinirler ve adeta saklanırlar.

Neticede ise toplum durağanlaşır ve insanlar kendilerini „varmısın yokmusun” gibi uyuşturucu etkisi yapan programlara endeksleyerek hayatlarını yaşıyormuş gibi yaşarlar. Korku kültürü yaygın olan toplumlarda insanların paniklemesini önlemek ve uyuşturmak için Acun Ilıcalar gereklidir.

Dr. Ali Sak

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.