GÜNEYDOĞU GEZİSİ (VI)

ABONE OL
18:21 - 01/10/2020 18:21
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best
GÜNEYDOĞU GEZİSİ (VI)
-Sulara gömülmüş tarihin küflü kokusu-




Şanlıurfa’ya doğru yol almaya başladık. Yollar oldukça güzel yapılmış. Fıstık bahçeleri, zeytin bahçeleri, üzüm bağları selamlıyor bizleri. Muhabbet güzel. Akşam sıra gecelerini konuşuyor arkadaşlar. Emin mikrofonu her eline aldığında Antep’in hamamlarını söylüyordu Antep’ten önce, Antept’en sonar da aynı türküyü söyhleyince tad vermemeye başladı. 
Bu yolculukta; “Urfa’nın Etrafı Dumanlı Dağlar/ Ciğerim Yanıyor Aney Gözlerim Ağlar/ Benim Zalim Derdim Cihanı Dağlar/ Gezme Ceylan Bu Dağlarda Seni Avlarlar/ Anandan Babandan Yardan Ayrı Koyarlar” söylenmeli değil miydi?

Baktım Emin’den iş çıkmayacak, ben aldım mikrofonu peygamberler diyarına yaklaşırken. ‘Ben bir Yakup idim kendi halimde’…ilahisinden sonra, ‘Şehitlerin Serçeşmesi’ni söyledim. Arkasından ‘Medineye varabilsem/ Mübarek ravzasın görsem/ Eşiğine yüzüm sürsem/ Sürsem ağlayu ağlayu’ ilahisini de Tevhid’e bağladım. Hüzün kapladı otobüsü, gözler nemlendi. Dedim “Alkış yok mu?” ‘Hocam bizde alkışlayacak hal mi bıraktın’ dediler, ben de zaten öylesine sormuştum. Bir de dua yaparak mikrofonu teslim ettim Emin’e. O da hüzünlenmişti besbelli, mikrofonu aldığı gibi koyuverdi yerine. 

Fıstık bahçeleri




Yolun sağı da fıstık bahçesi, solu da. Öyle geçip gitmek olmazdı. Fıstık bahçelerini yakından görmek lazım. Otobüsü durdurduk. Fıstık ağaçlarının arasında yürüdük ve fotoğraflar çekildik. Ben ilk defa fıstık ağacını bu kadar yakından gördüm ve dokundum, meyvesi olgunlaşmamış daha, taze taze tadına bakamadık. Mevlam ne nimetler vermiş, şükretmek lazım. Hedefimizde Halfeti var. Karagül’ün anavatanı Halfeti. 




Halfeti

Meyveleriyle sebzeleriyle, Karagül’üyle, Şamut balığıyla, Rumkalesi’yle, dünya harikası manzarasıyla, geçmiş medeniyetlerin kendilerini ispatlamak için yarış yaptığı sanat eserleriyle, tam bir dünya cenneti Halfeti. Şanlıurfa’ya bağlı. Fırat Nehri’nin kenarına kurulmuş bir yerleşim bölgesi. İlk defa Romalılar tarafından, Fırat Nehri’nin doğu yakasında, ‘Ekamia’ adıyla kurulmuş. Çok eski zamanlardan beri yaşam devam ediyor Halfeti’de. Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı topraklarına katılmış. Cumhuriyet’ten sonra 1954’te ilçe yapılmış. 




Halfeti’nin adını duyan, nerede olduğunu bilen, tarihe olan tanıklığını hatırlayan olmamış, taa 2000’lere kadar. Birecik Barajı inşaatı başlayınca 1996’da, Halfeti gazetelerde, TV’lerde gündeme gelmeye başlamış. 
Neden baraj yapılıncaya kadar kimse hatırlamadı Halfeti’yi de, barajla birlikte birden bire gündeme oturuverdi? Manidar değil mi?  Sanatçılar tarafından gündeme getirilmesi daha da manidar. Yapımcılar o güne kadar görmemişler, duymamışlar Halfeti’yi. Turizm şirketlerinin haberi bile yok Halfeti’den. Aman ne âlâ(!) 
Eline borusunu alan çıkmış yola “Baraj istemezük!” diye. Herkes Medeniyet aşığı kesilivermiş birden bire. Timsahın gözyaşları. Siyasi yaklaşım bu olsa gerek.

İki Halfeti var. Yeni Halfeti ve eski Halfeti. Yenisi tepede, çorak, yeşili bile olmayan bir tepeye kurulmuş. Eski Halfeti Fırat’ın kenarında. Nice medeniyetlere şahitlik etmiş bir yerleşim merkezi. Eski Halfeti’ye yeni Halfeti’nin içinden geçerek gidiyorsunuz. Devlet biraz uzağına konutlar yapmış yeni Halfetililer için, ama kimse oraya gitmemiş. Bomboş duruyor o güzelim konutlar. Bu tavır da siyasi olsa gerek. 
Birecik Barajı, Meşhur Zeugma’yı da sular altında bırakmış ve  Halfeti’nin de içinde yer aldığı vadi tamamen sular altında kalmış. Elektrik direkleri, yüksek binalar ve minareler suyun altından, nefes almak için boyunlarını uzatmışlar suyun üstüne doğru, besbelli onlar da yaşamlarını sonlandırmak istemiyorlar. Manzara acıklı. 




Fırat çok canlar almış, çok canlar yakmış bir nehir. Nice anaları evlatsız, nice evlatları anasız-babasız bırakmış. Yetmemiş ona aldığı bunca canlar. Şimdi de yıllarca birlikte yanyana olduğu, içiçe olduğu, kol kola gezdiği, omuzuna yaslandığı can dostlarını başlamış almaya birer birer.  Biraz dikkat kesilirseniz sevgilisini kaybedenlerin attıkları zılgıt seslerini duyar gibi oluyorsunuz. Fırat türküsü eşliğinde atılıyor bu zılgıtlar:
”Ahbapların gelmiş ağıtlar yakar/Ölem ölem Derdo ölem ağıtlar yakar/ Söyletmeyin beni anam yaram derindir/Ölem ölem yaram derindir nasıl gülem”

Eski- püskü, kırık-dökük bir tekne ile çıktık Fırat’ın üzerine. Hedefimizde Rumkale ve Savaşanlar Köyü var. Çalgıcılar de çıktı bizimle birlikte tekneye. İtiraz ettik ‘Bunların ne işi var burada?’ diye. ‘Urfa Türküleri çalacaklar ve söyleyecekler.’ dedi Emin. Tekne yol almaya başlayınca onlar da çalmaya başladılar. Arkadaşlar da eşlik ettiler oyunlarıyla. O güzellikleri ve orada kurulan o medeniyetleri hayal etme yerine oyun havası çalmak ve oynamak neyin nesiydi şimdi? 

İmran birkaç kez denedi, anlatmak istiyordu Fırat kenarında kurulan medeniyetleri. Bir türlü dinletemedi oyun meraklılarına. Belki de akşam gideceğimiz sıra gecesinin provasını yapıyorlardı arkadaşlar. Baktı ki olmayacak İmran da başladı halay çekmeye. 
Eğer çalgıcılar olmasaydı, rehberimizin kısmen anlatabildiği  tarihi değerler hakkında daha çok bilgiler elde edebilecektik.




Emine hanımın çığlığıyla sessizlik çöktü birden bire tekneye. Oturduğu kanepe kırılmıştı. Neredeyse düşecekti. Bir anda hepimiz panikledik. 
Sordum Emin kardeşime, “Bu teknenin sağlam olanı yokmuydu?” diye. Tekne sahibinin kendisini kandırdığını söyledi ve defalarca özür diledi. Üzerinde durmadık. Çok saygılı bir kardeşimiz Emin. Onu kırmak bize yakışmazdı. Yanımızdan geçen lüks tekneleri görünce de komplekse kapılmadık değil hani. 




Aslında hüzün nehri Fırat. Oysa bizler, saz heyetinin çaldığı oyun havalarıyla oynamayı coşmayı yeğledik. Böylesine güneşli bir havada Berlin’den 3 bin km. uzakta Fırat’ın sularında yüzüyosunuz. Hayal bile edilemeyen bir gerçek var ortada. Arkadaşlara da haksızlık etmemek lazım. Nice canları alıp götüren, yutan katil Fırat, bizim hayal dünyamızdaki o hüzünlü havayı da yutuvermişti birden. 

‘İşte Rumkale karşımızda duruyor’ dedi İmran. Manzara muhteşem. Ve başladı anlatmaya: “Kalenin, MÖ 840 yılında Hititler tarafından yapıldığı tahmin ediliyor. M.Ö 855 de Asurluların eline geçmiş, sonra Yunanlıların daha sonra Süryanilerin, Arapların, Perslerin, Mısırlıların, Sasanilerin, Emevilerin, Abbasiler ve 1146’da Romalıların, sonra  Osmanlıların ve şimdi de Fırat’ın elinde.” 

Rumkale’yi gizemli ve ilginç yapan şeylerin başında, İsa’nın 12 havarisinden biri olan Johannes’in İncil’i buradaki bir mağarada yazmış ve çoğaltmış olmasıdır. Aziz olarak tanınan, son patrik Aziz Nerses’in de Rumkale’de, adına yapılmış bir  kilisesi ve mezarı var. Bu kilise daha sonra camiye çevrilerek kullanılmaya devam edilmiş. 
En önemli kalıntılardan biri de, kaleden spiral bir merdivenle Fırat Nehri seviyesine kadar inilerek suya ulaşılan kuyudur. Yukarıdan bakmakla bile başınızın döneceği bu kuyu, binlerce yıl Rumkale’nin içecek suyunun temini için kullanılmış.
Nergis çiçeği de adını bu kuyuda yaşanan bir hadiseden almış. Efsane şöyleymiş:“Kralın Nergis adında çok yakışıklı bir oğlu varmış ve bu oğul kuyudaki suda kendine bakmayı çok severmiş. Günün birinde yine suyun aksinde kendini izlerken biraz fazla eğilip kuyuya düşmüş ve Fırat’ın sularına karışmış gitmiş. Sonra, onun boğulduğu yerde çok güzel bir çiçek açmış. İşte o çiçeğin adını Nergis koymuşlar. Bizim Nergis, işte o Nergis’miş.  

Kale ile ilgili bir başka efsane de şöyle: Gel zaman git zaman, günlerden bir gün, Rumkale kralının kızı yöre halkından fakir bir çobana âşık olmuş. Babasından istemiş kızını, ama her defasında reddedilmiş. ‘Davul bile dengi dengine’ denilmiş. Gönül bu, ferman dinler mi? Sonunda 2 âşık birlikte kaçmışlar, kral peşlerine salmış askerlerini. Onları, işte bu mağarada kıstırmışlar, fakat ne yaptılarsa mağaraya girememişler. Çoban ve müstakbel eşi öyle savaşmışlar ki, mağaraya sokmamışlar askerleri. 
Bakmışlar olmuyor, emir vermiş kral. Mağaranın önünde büyük bir ateş yaktırmış, ateş sönüp de içeri girdiklerinde 2 sevgilinin birbirine sarılmış halde ölü bedenleriyle karşılaşmışlar. İşte bu acıklı hikâye dilden dile aktarılmış gelmiş yıllardır.”

Restorasyon çalışmaları olduğu için, kaleye çıkamadık.




Halfeti’de neler yok ki; Şabut balığı var mesela. Sadece Fırat Nehri’nde çıkan bir balık bu. Haşhaş kebabı da varmış Halfeti’nin. 
Karagül’ünü unutmamak lazımmış. O da sadece Halfeti’de yetişen bir gülmüş. Adı gibi kendisi de karaymış. Tabi biz yiyemedik bu Şabut balığını ve haşhaş kebabını. Karagül’ü de göremedik. ‘Mevsimi değil’ dediler. Neşide olmasaydı Halfeti mutfağının tadına da bakamadan ayrılacaktık Halfeti’den. Halfeti’nin damak tadı benim için, sadece Neşide’nin ikram ettiği gözlemeden ibaret kaldı.

Rumkale’ye yaptığımız yolculuktan sonra, ikinci durağımız, tamamı sular altında kalan Savaşanlar Köyü oldu. Yarıya kadar suyun içinde kalan minareyi seyrediyoruz içimiz burkularak. Yaklaştıkça daha büyük bir hüzün sarıyor benliğimizi… yaşanmış bir tarihin, anıların sonu gelmiş ve biz o sondayız… sokaklarında insanların olmadığı, çocukların koşuşturmadığı, kahvesinden tavla seslerinin çınlamadığı, boynu bükük üzgün ve gözü yaşlı bir köy Savaşanlar Köyü…
Köyün önüne kadar gelip duruyor bizim o eski teknenin kaptanı. Yavaş yavaş sessizliğin içinde ilerliyoruz motor sesinin azalmasından sonra. 1150 sene ayakta kal sen. Tanıklık et tarihe, 1151‘nci senede birileri gelsin ve bir baraj yapsın, gömüversin seni suyun altına… Sulara gömülmüş tarihin küflü kokusu duyuluyor adeta o evlerin çatlamış duvarlarının arasından. Ne demeli bu işe bilemedim. Umarım atılan taş ürkütülen kurbağaya değmiştir.




Minareyi seyrediyoruz uzun uzun Savaşanlar Köyü’nde. Tarihe bir not da biz düşelim diye, bol bol fotograf çekiliyoruz, Savaşanlar Köyü’nün oradaki varlığına şahitlik eden, işaret parmağı gibi gökyüzüne doğru uzanan o yalnız, kimsesiz, yetim bırakılmış minarenin önünde. İnsan böyle bir manzara karşısında ne hisseder ki… 

Allak bullak olduk. Bizim burukluğumuz, tarihe olan düşkünlüğümüzdendir. Minarenin hüznündendir. Zamanında yapması gerekenleri yapmayıp da, bugün niçin yaygara kopardıkları bile belli olmayan sanatçıların yaygaralarıyla, biz sade vatandaşların feryadını aynı kefeye koymamak lazımdır.

Kaya kilisesi var karşıda diyor İmran ve kilisenin yerini işaret ediyor parmağıyla, gözlerimizi oraya bile çevirmeden ‘Boşver İmran diyoruz, boşver’… Kaptırmışız kendimizi yakın tarihin küllenmeye başlamış tozlu sahifelerindeki terkedilmişliğe, ayrılmak istemiyoruz bu rüyadan… Duygularımızın arasındaki boşlukları doldurmaya çalışıyoruz.

Ve Savaşanlar köyünü Fırat’ın sularıyla başbaşa bırakıp dönüyoruz Halfeti‘ye. Halfeti’ye vardığımızda, Rumkale’nin ihtişamı, Savaşanlar Köyü’nün terkedilmişliği, Fırat’ın azgın sularına boyun eğen medeniyetler tamamlıyor bu melankoliyi.




Birinci katı suların içinde kalmış olan Halfeti’deki tarihi cami, bir daha bizi göremeyeceğini bildiği için olacak, göz yaşları içinde vedalaştı bizimle: “Ziyaretinizle beni memnun ettiniz, belki bir daha görüşmek nasip olmaz, uğurlar ola, yolunuz açık olsun…”

Son virajı dönmeden bir daha bakıyoruz Halfeti’ye yukarıdan. Karagül’ünün yapraklarına, nostaljik taş konaklarına, terkedilmiş evlerine, Şabut Balığı’na, haşhaş kebabına, Rumkale’ye, Nergis’e, Çoban’a ve Kralın kızına, Savaşanlar Köyü’ndeki minareye, o haliyle bile bizi Fırat’a teslim etmeyen eski tekneye, spiral merdivenlere ve Fırat’ın yeşil mavi sularına hoşçakal diyoruz sessizce. 

Harran evleri, diğer tarihi evlere göre daha farklı bir mimariye sahip. 




Ben, Harran evlerini görünce ve etrafındaki harabelerin neler olduğunu öğrenince rehberimiz sevgili İmran’dan, dertleniyorum. Sinirlerim tepeme çıktı derler ya, gerçekten tepeme çıkıyor. Derdimi arkadaşlarımla paylaşıyorum. İslâm Medeniyeti‘ni yok sayanlara ve  bize  Müslüman ilim adamlarını ve onların ilme katkılarını, medeniyetlerin oluşmasındaki gayretlerini  unutturanlara sayıp döküyorum. ‘Bu ne aymazlık böyle! Aklı başında olan insan geçmişini tarihe gömer mi? Bu ihanetler affedilemez, biri gelir hesap sorar elbet birgün. Keser döner sap döner, birgün gelir hesap döner demişler.’ 

Bahçe kapısından içeriye girdik, ev sahipleri karşıladı bizi Harranevlerinde. Bahçesi şark usulü döşenmiş. Üzerinde gölgelik var. Oturduk. Delikanlı kahve getirdi bana. Adına Mırra diyorlar bu kahvenin. İmbiğe konuluyor ve kulpsuz fincanla servis ediliyor. Bir imbik kahve sekiz saatte ancak kıvamına gelirmiş. Zahmetli bir içecekmiş yani. 
Mırrayı içince Fincanı elinizle kapatmazsanız ve de yere koyarsanız Mırra ikram eden kişi devamlı doldurururmuş. Tecrübe ile sabit. Böyle bir hatayı yaparsanız bakın başınıza neler gelirmiş neler: Mırra içtiğiniz o Fincanı altınla doldurmalıymışsınız veya kahveyi servis edenle evlenmeliymişsiniz veya onun çeyizini düzmeliymişsiniz. Bu durumda en iyisi Mırra’yı içmemek herhalde. 




Konuklara Mırra sunmanın da özel şartları varmış. Öyle herkes Mırra servisi yapamazmış. Daha önce hiç Mırra sunmamış bir ailenin çocuğu gün gelir de Mırra sunmak isterse; usülüne uygun olarak komşu yörenin ileri gelenlerini evine davet etmek zorundaymış. Bu davet Mırra sunmak için destur (izin) alma davetiymiş. Büyük bir yemek şöleniyle kutlanırmış bu destur. 

Hoşuma gitti Mırra, bir daha istedim derken bir daha bir daha, herkes bana bakıyor. İmran uyardı; „Hocam sonra Mırra fena çarpar“ dedi. Önce anlamadım ne demek istediğini. Ağır gelir anlamında dedi herhalde diye düşündüm. Mırra hakkında İmran’ın yolda anlattığı hikâyeyi çoktan unutmuşum bile.
Mırra, ağa içeceğiymiş. Aslında herkese Mırra ikram edilmezmiş. Beni ağa yerine koymuşlar, sanırım bu Emin‘in tezgâhladığı bir iş olmalı. 
Üçüncü Mırra’dan sonra anladım olayı. Mırra ikram eden delikanlıyı evlendirmedim ama, bahşişini verdim. Ağaya yakıştı mı yoksa yakışmadı mı verdiğim bahşiş onu bilemedim. Sanırım yakışmadı. 10 Euro vermiştim çünkü.

“Bizim bahçesinde oturduğumuz bu ev, Kubbeli ev geleneğini günümüze kadar devam ettirmiş nadir yapılardan biridir. Evler, yazın serin ve kışın sıcak olur. Bu tarihi evler, ancak 1979 yılında sit alanı olarak ilan edilip koruma altına alınabildi nihayet. Bu tür yapılar MÖ.6000 yıllarına kadar tarihlendirilmekteymiş. 
Kubbeli evler ikili, üçlü, dörtlü, beşli ve altılı gruplar halinde yapılıyor. Bunlar içeriden kemerlerle birbirlerine bağlanıyor ve böylece geniş mekânlar elde ediliyor. Bu kubbelerin bir özelliği de üzerlerinin açık bırakılmış olmasıdır. Bu açıklık içerideki dumanın dışarıya çıkmasını sağladığı gibi aynı zamanda da iç mekânın aydınlanmasını sağlar.”  Bu bilgileri ev sahibini oğlu verdi bize. 




Ben ev sahibinin buraya gelen ziyaretçilerden oldukça yüksek kazançlar elde ettiğine inanıyorum. 
Bu durumda ev sahibi görevini hakkıyla yapmıyor demektir. Temizlik açısından ve evlerin dekorasyonu açısından bu böyle. Tarihi değeri olan yataklar, karyolalar açıkta duruyor dışarda. Sıcak da üzerinden geçiyor kar da yağmur da. Çok kısa zamanda çürüyüp yok olup gidecekler.  Fotoğraf çekilmek için giyilen yöresel giysilerde de ter kokusu var. Hergün yıkanmalı. Madem oradan ekmek parası kazanılıyor, o ölçüde de duyarlılık gösterilmeli o tarihi eşyalara. Yolları düşerse eğer, İmran ve Emin kardeşlerimin bir daha Harranevleri’ne, benim bu emanetimi/uyarılarımı sahibine teslim ederler inşallah. 

İlk Üniversite 

Yerel kıyafetlerle fotograflar çekildikten sonra İmran aldı sözü: „Dünyanın ilk üniversitesi Harran’da kurulmuştur ve Harran bilgi üretim merkezidir. Eserleri Latince’ye ilk çevrilen, dünya ve ay arasındaki mesafeyi ilk ölçen Müslüman bilgin El-Battani’dir ve  burada yetişmiştir. Batılılar O’na Albategnus (el-Battânî) adını vermişler. 
Harran’lı bir diğer bilgin de modern kimyanın kurucusu sayılan Câbir bin Hayyan’dır. Sabit bin Kurra ise Harran’ın yetiştirdiği önemli bir başka bilgindir, birçok eski Yunan klasiği ve bilimsel eseri Arapçaya tercüme etmiştir . Böylece Harran; Yunanca ve Süryanice’den Arapça’ya yapılan tercümelerin merkezi durumundadır.




Felsefe, mantık, astronomi, geometri, hukuk ve tıp, Harran bilginlerinin vâkıf olduğu ve geliştirdiği temel ilimlerdir. Bugün bu bilgi şehrinin yansımaları var ucu bucağı görünmeyen Harran Ovası’nda. 
Antik kültürün temsilcileri Sabiiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar Harran‘da büyük bir uyum içerisinde birlikte yaşamışlar yıllarca, buradaki okullardan dünyaca ünlü âlimler yetişmiş.
Emevi hükümdarı 2. Mervan, Harran’ ı devletin başkenti yapmış. Harran başkent olunca(744-750) buradaki bilimsel çalışmalar daha da bir hız kazanmış.
Tarihi geçmişi İslam öncesine dayanan dünyaca ünlü “Harran Üniversitesi” Abbasi halifesi Harun Reşid zamanında daha da gelişmiş, hız kesmemiş. 

Ne yazık ki, Harran 1260 yılında Moğol istilasından nasibini de almış. Harran Camii’ni, surlarını, kalesini, üniversitesini  yakıp yıkarak kenti tahrip eder Moğollar. Bundan sonra Osmanlı döneminde dahi Harran eski parlak günlerine bir daha geri dönemez. Bugün bile coğrafyamızda Harran, unutulmuş bir noktadır.”

Sanatçılara, film yapımcılarına, roman yazarlarına, üniversitelere, kanaat önderlerine sesleniyorum buradan: Ağa filmlerine, kan davası filmlerine, töre cinayetlerine, gezi olaylarına biraz ara verin de bu kaybolan değerleri çıkartın yeryüzüne ve biz de sizleri alkışlayalım, sizlerle beraber yürüyelim o yollarda. 

Bir zamanlar güzelliği ve özgün mimarisiyle dillere destan olan Harran; her ne kadar günümüzde harabe görünümünde ise de, dünyanın ilk şehirlerinin, ilk mâbetlerinin ilk üniversitelerinin inşa edildiği ve tarımcılığın ilk başladığı önemli bir bölge olarak, saygınlığını bütün bu hoyratlıklara rağmen devam ettirmektedir. 

Verimli topraklarının altı üstünden daha zengin Harran’ın. Bu kadim kentte, görkem asırlar öncesine uzanıyor. Tarih Mezopotamya’da; Harran Ovası’nda başlamış ve yazılmış. Mezopotamya’nın bilge âlimlerini yetiştiren ve insanlığa armağan eden bu topraklar; dünyadaki yüzlerce nokta, bilgisizliğin karanlığında yollarını ararken, insanlığı aydınlatan bir bilgi feneri olmuş. Biz, o Harran bilginlerinin önünde hürmetle eğiliyoruz.





Devam edecek


Rüştü Kam

 

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.