GÜBRE KOKULU KADINLAR

ABONE OL
18:53 - 01/10/2020 18:53
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Dersim isyanı, Ermeni tehciri söz konusu olunca televizyon ekranlarını işgal eden zevat, olayları yaşayan büyüklerinden dinlediklerini söyledikleri birçok acıklı öykü anlatmaktalar. Bizler de işgal yıllarına ait göç anılarındaki eziyetleri, hüzünleri, ayrılıkları, ölümleri dinleyerek büyüdük. Ulusumuzun tarihi, başta savaşların neden olduğu iç ve dış göçlerle doludur. Göçlerde insanlarımız denklerinde acı, üzüntü ve ölümleri taşıdılar hep.

Doğduğum, çocukluğumu ve gençliğimin önemli bir bölümünü yaşadığım, fırsat buldukça da havasını solumaktan keyif aldığım memleketim Of, 15 Mart 1916’da Ruslarca işgal edildi. Ofluların işgale karşı direnişleri ve yarattıkları destanlar ayrı bir yazı konusu. Burada anlatacaklarımız işgal yıllarıyla ilgili.

Rusların Of ve çevresini işgal etmesinden sonra halk, işgalcilerin olumsuz davranış ve tazyikleriyle karşılaşmamak için batıya doğru göç etmek zorunda kalmış. Eli silah tutan erkeklerin büyük bölümü, işgale karşı direnmek için göçe katılmamış. Yaşlı erkekler, kadınlar, çocuklar ve göç kafilelerini korumak için çok az sayıda genç; yükte hafif, pahada ağır eşyalarını yüklenerek yollara düştüler. Bu göçe halk, ”muhacirlik” adını verir. ”Muhacirlik”, iki yolla yapıldı: Birincisi deniz yoluyla Karadeniz’e özgü takalarla; ikincisi ise yolsuz, izsiz dağları, tepeleri aşarak karadan. Denizden gidenlerin büyük çoğunluğu Rus savaş gemilerinin bombardımanı ya da Karadeniz’in azgın dalgalarına yenik düşerek yaşamlarını yitirdiler.

Karadan yayan yapıldak yollara düşenlerin durumları ise daha zordu. Göç edenler, kendileri için çok gerekli buldukları eşyalarını sepetlere koyarak ve yanlarına hayvanlarını da alarak evlerini, köylerini, topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Sabah ezanıyla başlayan yürüyüşleri akşam ezanıyla sona ermekteydi. Saatlerce aç, susuz yürümek zorunda kalan kafilelerde yer alanlar yorgunlukları arttıkça sırtlarındaki yükleri taşıyamaz durumdaydılar. Yorgunluk arttıkça sırttaki yükler de ağırlaşmaktaydı. Yüklerinin ağırlığını hafifletmek için sepetlerinin içinden işlerine en az yarayabilecek bir eşyayı yolun kenarına bırakırlardı. Arkadan gelenler, yol kenarına bırakılmış eşyayı, işine yarar diye sepetine atar, bir süre sonra ağırlaşan yükü hafifletmek için o da bulduğuyla birlikte sepetinden birkaç parça eşyadan kurtulmak zorunda kalırdı. Bu durum kilometrelerce süren göç kervanlarında tekrarlanırdı. Kıtlık, sefalet, savaş dönemlerinde en küçük eşyanın, bir iğnenin bile ne kadar değerli ve gerekli olduğunu ancak yaşayanlar bilir.

Karadan yürüyenler; açlığa, yoksulluğa, zorlu doğa koşullara, zaman zaman Rus savaş gemilerinin ateşine karşı yolarına devam ettiler. Ancak onları yollarda bekleyen asıl tehlike çetelerdi. Rum, Ermeni ve az da olsa asker kaçağı Türklerden oluşmaktaydı bu çeteler. Bunlar cana, mala kastettikleri gibi kadınların namuslarına da el uzatmaktaydılar. Savaşların en acı, üzücü ve onur kırıcı yönü kadınlara yapılan tecavüzlerdir. Göç eden kadınlar, çetelerin tecavüzünden kurtulmak için taze inek gübresini yüzlerine, vücutlarına sürerek kendilerince önlemler alırlardı. Gübrenin pis kokusunun, çetecilerin hayvanca cinsel şehvetini, şiddetini durduracağı düşünülürdü. Yollarda çekilen bunca eziyete karşın bir de gübre kokusu… Günlerce gübre kokusuyla yürümek, nasıl bir işkencedir acaba?

”Muhacirlik” sırasında çekilen sıkıntıları, olayları bu göçe katılmış babaannemden dinledim yıllarca. Yalnızca ondan mı? Tabi ki hayır! Savaş yıllarını yaşamış çevremizdeki her kişiden gözyaşları içinde yaşadıklarını anlatmalarına hep tanık oldum. Bu göç sırasında çetelerce katledilenlerin hikâyeleri savaşın vahşetinin en berbat yüzü. Sivil insanların, işgal güçlerinden cesaret ve destek alan çetelerce katledilmesi, kadınların tecavüze uğraması hangi hukukla açıklanabilir?

”Muhacirlik”, Rus işgalinin bitmesiyle sona erdi. Genellikle Samsun ve çevresine gidenlerin bir bölümü, birkaç yıl sonra topraklarına geri döndüler. Dönen ailelerin hemen hepsi ailelerinin, yüreklerinin bir parçalarını yollarda bıraktılar. Dönemeyenlerin büyük çoğunluğunun mezarları dahi belli değil. Muhacirlerin bazıları ise gittikleri yerlere yerleştiler. Bu olay sonucunda parçalanan aileler hiçbir zaman bir araya gelmedi. Yollarda çete kurşunları, açlık ve salgın hastalıklardan ölenlerin sayısı meçhul. Savaşın ölüme sürüklediği bu kişiler için bir tek anıt bile yok!

”Muhacirlik”, Doğu Karadeniz’de milattır. Doğum, ölüm, evlenme, sel, heyelan gibi olaylar anlatılırken söze hep ”muhacirlikten önce ya da sonra” diye başlanırdı.

Savaşların sıkça yaşandığı coğrafyalarda üzüntü ve acı dolu birçok hikâye var. ”Muhacirlik” anılarını dinlediğim büyüklerimin hiçbirinde kin, intikam ve biz çocukları, gençleri kışkırtıcılık yoktu. Önemli olan bu hikâyeleri intikam yeminlerine, araçlarına döndürmemek değil mi?

Adil Hacıömeroğlu

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.