GEORG SMITH ÖZTÜRK’ÜN SAPANI – 3. VE SON BÖLÜM –

ABONE OL
11:52 - 23/10/2020 11:52
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

GEORG SMITH ÖZTÜRK’ÜN SAPANI  - 3. VE SON BÖLÜM - 



“Hah işte zurnaya… Ben kayın pederin işlerinde çalışmaya başladım. Binlerce dönüm arazisi, binlerce koyunu, ineği falan vardı. Bir süre sonra doğal olarak Scarlett’le evlenmeye karar verdik. Malum evin tek kızı… Beni yavaş yavaş olmasını çok istediği fakat elde edemediği bir oğlu yerine koymak isteyen kayın peder, mümkünse onların soyadlarını almamı rica etti. “Ta İrlanda’daki atalarımızdan yadigar, soyadımızı sen alırsan bununla gurur duyacağım” dedi. Uzun süre düşündüm, bu arada annem ve babamı kaybetmiş ve Türkiye ile tüm bağlantılarımı kesmiştim. Çocukluğumdan beri içine düştüğüm Ermeni-Türk ikileminden üçüncü alternatif üreterek Yeni Zelandalı olmaya karar verdim. Hatta bu arada evlenmeden önce kilise papazının Hüseyin yerine Georg ismini alma teklifine de hayır demedim. Bu isim Gılgamış destanını bulup, tercüme eden çok önemli bir İngiliz bilim adamına aitmiş. Zaten dinle bir ilgim olmadığı için tüm bu değişimler ben de hiç bir olumsuz etki yapmadı.. Ta ki son günlere kadar…”

Ben isim değişikliğinin öyküsünü duymanın rahatlığı ile kendimce sorguya devam ettim:

“Son günlerde ne oldu?”

“Herhalde genlerimde var, yani Kayserilik… Kayın pederimin bana olan güveni sayesinde işlerimizi daha da büyüterek servetimize servet kattım. Üç oğlum oldu, onlara da işleri öğrettim ve bu gün çok başarılılar. Fakat, bu lanet hastalık ortaya çıkınca hayatım allak bullak oldu. Şu an ölümle yaşam arasındaki ince çizgideyim. Bu çizgide insan kendi kendine “ben ne idim? Ne oldum?  Ne olacağım? gibi sorular yöneltiyor ve yanıtını arıyor. Ermenilik, Türklük veya Müslümanlık  arasında bocalayan ben, son günlerde nedense hep Müslüman babamı hatırlıyorum. Onunla köyde annem pek razı olmasa da  bayram namazlarına giderdik, bana namaz kıldığım için para verirdi. Ama ben o cami önüne, taşlarla kaplı zemine serdiğimiz kilim üzerinde dizlerim acıya acıya kıldığım namazları yine de çok sever, ama bu duygularımı özellikle anneme pek anlatmazdım”

“Ha bir de çocukluktan ergenliğe geçiş dönemlerinde sabah ezanları beni çok etkilerdi. Bazen sabahları tesadüfen ezan sesiyle uyandığımda, elimde olmadan yatağımdan doğrulur ve ezanı dinlerdim. O zamanlar bizim köydeki genç imam da müthiş sesiyle şahane ezan okurdu ve ben sabahları onu dinlerken nedenini bilmediğim şekilde ağlamaya başlardım…” dedi ve sözlerinin sonuna getiremeden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Tabii ben de arkasından… 

Biraz sakinleştikten sonra “bilmiyor musun köyümde ağladığım ezana, üniversite yıllarında aşırı devrimci dönemlerimde ses kirliliği deyip entelektüellik taslardım. Şimdi utanıyorum”. 

“Bir ricada bulunsam bana bir ezan okur musunuz? Son kez olsun duymak isterim…” 

Bu istek karşısında hem duygulandım hem de çok şaşırdım. Biraz önce Ermenilikten bahseden adam, şimdi son anlarında ezan dinlemek istiyordu. 

Hemen toparlanıp: “Maalesef sesim o kadar kötü ki ben bir camide müezzin olsaydım, herhalde imam dahil tüm cemaat o camiyi terk ederdi” diye aklımca espri yaptım.  Bu esprimi acılı ve göz yaşlarıyla ıslak yüzüyle zorla gülümser gibi yaptı. 

Hemen toparladım :”Bakın aklıma ne geldi, cep telefonumda ezan programı var, oradan bir sabah ezanı okutalım” dedim. 

Sevindi “lütfen, inanın çok sevinirim” dedi. 

Cep telefonumdan ezan okunurken hem o hem ben de çok duygulandık, o kadar ki ezanın sonuna doğru ikimizde ağlamaya başladık. Ezan sesini duyan eşi ve hasta bakıcı odaya girdi ve odada neler olduğuna anlamaya çalıştılar. 


Georg Hüseyin Bey, biraz sakinleştikten ve yine bağlı olduğu hortumda derin derin nefes aldıktan sonra duygulu duygulu şu sözleri söyledi: 

“Şimdi düşünüyorum, annem Müslüman olsaydı veya babam daha dirayetli olsaydı acaba ben bugün Müslüman mı olurdum? Bilmiyorum… ”

“Senin o parkta ekmeği alıp üç kez öpüp alnına götürmen bana babamı hatırlattı. O da öyle yapardı. Onun için seninle konuşmak istedim. Bilmiyorum nedense sende kaybettiğim babamı buldum. Belki de şimdi o beni yanına çağırıyor” dedi. 

Bu sözlerden sonra ikimiz de yine dakikalarca ağlaştık. Ağlamalarımızı duyan hasta bakıcı tekrar odaya girince ona dışarı çıkması için el işareti yaptı.           

Biraz sakinleştikten ve yine makineden nefes aldıktan sonra konuşmaya devam etti:

“Şimdi sizden önemli bir ricam var Ahmet bey kardeşim. Lütfen şu arkanızdaki dolaptan benim küçük el çantamı çıkarıp bana verir misin?”

Siyah çantayı kendisine uzattığımda heyecanla içinde bir şeyler aradı ve buldu. Türk mendiline sarılmış bir şeydi bu. Açınca şaşırdım; bu bahsettiği lastiksiz sapandı. “Y” harfi şeklinde ağaç parçasına dakikalarca hayran hayran bakan ve düşüncelere dalan Georg Hüseyin Bey:

“Sizden ricam lütfen bu sapanı Kayseri’ye benim köyüme götürüp, oradaki mezarlığa gömer misiniz? Ben artık oralara gidemeyeceğim, en azından ömür boyu benimle olan ve benim içim tüm servetimden de değerli bir obje olan dedemin sapanı yerine geri dönsün” dedi. 

Ne diyeceğimi bilemedim, kelimeler boğazıma takıldı kaldı. Boğuk bir sesle saçmalayıp “benim onu oralara götürmem gereksiz beyefendi, inşallah en kısa zamanda iyileşir, siz kendiniz köyünüzü tekrar görür ve isterseniz sapanı dedenizin mezarına gömersiniz” dedim. 

“Lütfen, gerçekçi olalım. Bunu sizin oralara götürmeniz daha mantıklı” diyerek bir İngiliz soğukkanlılığı göstermeye kalktı. Tabii, kıramadım, tekrar mendile sardığı sapanı üç kez öpüp anlına götürdükten sonra bana verdi. 

Yeni Zelanda’dan döndükten bir hafta sonra  eşinden aldığım mailde onun görüşmemizden üç gün sonra öldüğü ve Auckland’ta gömüldüğü yazıyordu. 

Allah Rahmet Eylesin… 

Şimdi bana da Kayseri yolu göründü…    


– S O N –

Ahmet İNCEL / AUCKLAND

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.