EGE VE AKDENİZ GEZİSİ / 7 KİLİSELER ( III)

ABONE OL
11:32 - 23/10/2020 11:32
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

-Bergama, Akhisar, Salihli, Alaşehir-

“Bergama’daki, Zeus Sunağı’nı çalarak Berlin’e götüren kişi Carl Human isimli bir Alman mühendistir. Carl Human, 1865 yılında Bergama karayolunun yapımı için Anadolu’ya gelen Alman bir mühendistir.”

Pergamon (Bergamos, Bergama)

Bergama şirin bir kasaba. Aslında tarih kokan şirin bir kasaba demek daha doğru olacak. Nüfusu 100.000 (2017) civarında. Otobüsle Pergamon Sunağı’nın eteğine kadar ulaşabildik. Sonrasında yaya olarak tırmanışa geçtik. Pergamon ovaya hâkim bir tepeye (Akropol Tepesi) kurulmuş. Kale ve sunak da bu tepeye inşa edilmiş. Paulus’un mektup gönderdiği üçüncü kilise de bu tepeye yapılmış.

“Antikçağın 200.000 nüfuslu bir şehri Pergamon. O çağın yaklaşık 200.000 tomarlık Kütüphanesi’ne sahip bir ilim merkezi. Aynı zamanda sağlık merkezi. Parşömen de burada icat edilmiş.

Antik Pergamon ile yeni Bergama’yı kıyaslamak mümkün değildir. Yeni Bergama köy gibi kalır.

Kale bölgesinde, M.Ö. II. ve III. yüzyılda hüküm süren, Attalos krallarının sarayı ve silah depoları burada bulunuyormuş. Ayrıca II. Eumenes’in (M.Ö. 197-159) hükümdarlığının başlarında inşa edilen ünlü Pergamon Kütüphanesi de burada inşa edilmiş. Pergamon Kütüphanesi ile, M.Ö. 295 yılında kurulan ünlü İskenderiye Kütüphanesi arasında büyük bir rekabet varmış. Mısır’ı yöneten Helen kralları papirüs ihracatını yasaklayınca, Pergamonlular, koyun, keçi ve diğer hayvanların derilerini ince tabakalar haline getirip kirece batırarak kendi kağıtlarını (Parşömen) icat etmişler. Parşömen: Üzerine yazı yazmak ve resim yapmak için özel olarak hazırlanmış hayvan derisidir.

Tepenin yamacına oyularak yapılan Bergama tiyatrosu II. Eumenes’in (M.Ö. 197-159) hükümdarlığı sırasında inşa edilmiş. 10.000 izleyici alabiliyor. Antik dünyanın en dik amfi tiyatrosudur.”

 

Rehber Serdar bu bilgileri verdikten sonra Bergama’yı ziyaretimize sebep olan sunağın hikayesine getirdi sözü: “Zeus Sunağı II. Eumenes tarafından yaptırıldı (M.Ö. 230). 36 x 34 metrelik yapı, savaşan devleri ve tanrıları resmeden 120 m uzunluğunda ve 2.3 m yüksekliğinde bir frize/ duvar süsüne sahipti. Zeus Sunağı, ​Pergamonluların Galatlara karşı kazandıkları büyük zaferin anısına, tanrılar tanrısı Zeus adına yapılmış Helenistik dönemin en görkemli yapıtlarındandır. Zeus Sunağı bugün Berlin’de sergilenmektedir.

 

Bergama kralları aynı zamanda Tanrı oldukları için halk onlara tapardı. Bu anlayış Roma döneminde de aynen devam etti. Bundan dolayı, burada yaşayan Hıristiyanlar büyük baskılar altındaydılar. Hatta Antipas adında genç bir inançlı, etrafında toplanan genç Hristiyanlarla birlikte imparatora tapmadıkları için şehit edilmişlerdi. St. John mektubunda, Pergamon’lu Hıristiyanları, kendilerine acımasızca yapılan bu baskılara boyun eğmeyip inanmayı bırakmadıkları için över.

İnananların içinde baskılara dayanamayıp dirençleri kırılanlar da vardı. Onlar ilahlara kurban edilen etlerden yiyorlar ve pagan zevkleri ve cinsel serbestliği teşvik eden Nikolas’ın sapkın görüşlerine tabi oluyorlardı.

 

İşte bu bağlamda Vahiy yazarı mektubunda, Pergamon kilisesine seslenmiş imanında devamlı olanları takdir etmiş, imanlarından taviz verenleri ise uyarmıştır:

“Bergama’daki topluluğun meleğine yaz. İki ağızlı keskin kılıca sahip olan şöyle diyor: `Nerede yaşadığını biliyorum; Şeytan’ın tahtı oradadır. Yine de adıma bağlı kalıyorsun. Aranızda, Şeytan’ın yaşadığı yerde öldürülen sadık tanığım Antipa’nın günlerinde bile bana iman ettiğini inkâr etmedin. Ne var ki, sana karşı birkaç sitemim var. Aranızda Balam’ın öğretisine bağlı kalanlar var. Putlara sunulan kurbanların etini yemeleri ve cinsel ahlaksızlıkta bulunmaları için İsrail oğullarını ayartmayı Balak’a öğreten Balam’dı. Aynı şekilde sizin aranızda da Nikolas yanlılarının öğretisine bağlı kalanlar var. Onun için tövbe et! Yoksa senin yanına tez gelir, ağzımdaki kılıçla onlara karşı savaşırım.
Kulağı olan, Ruh’un topluluklara ne dediğini işitsin. Galip gelene, saklı man’dan vereceğim. Ayrıca, ona beyaz bir taş ve bu taşın üzerinde yazılı olan yeni bir ad, Balam’dan başka kimsenin bilmediği bir ad vereceğim.” (Vahiy 2:12-17)

 

Açıklama

2:12   Bergama yüksek kule ya da mükemmel evlilik anlamına gelir. Bu mektup, Rab’bi iki ağızlı keskin kılıca sahip olan olarak sunar. İki ağızlı keskin kılıç, O’nun toplulukta kötülük yapanları yargılayacağı (16.ayete bakın) Tanrı’nın sözüdür (İbr.4:12).

2:13   Bergama, imparatora tapınan sapık bir tarikatın Asya’daki merkeziydi. Bu nedenle buraya Şeytan’ın tahtı denir. İmanlılar topluluğu, etrafının puta tapanlar tarafından çevrilmesine, hatta üyelerinden biri olan Antipa’nın Rab İsa’ya tanıklığından dolayı şehit edilmiş olmasına rağmen, Mesih’e sadık kalmıştı. O, imparatora tapınmayı reddeden olarak bilinen ilk Asyalı’ydı.

2:14-15   Ne var ki Rab, imanlılar topluluğuna, yanlış öğretiler yayan kişilerin toplulukta öğretmeye devam etmelerine izin verdikleri için sitem etmek zorunda kalır. Balam’ın ve Nikolas’ın öğretisine bağlı kalanlar vardı. Balam’ın öğretisi putlara sunulan kurbanların etini yemeyi ve fuhuş yapılmasını onaylıyordu. Ücret karşılığı vaaz verme uygulamasına da gönderme yapmaktaydı (Say. 22-25 ve 31.bölümler).

Nikolas’ın öğretisi ise tanımlanmaz. Birçok Kutsal Kitap uzmanı, bunların lütuf altında olanların putperestlik ve cinsel günah işleme konusunda serbest olduklarını öğreten ahlâksızlar olduklarına inanır.

2:16   Gerçek imanlılardan tövbe etmeleri beklenir. Tövbe ettikleri takdirde, aralarındaki kötü öğretmenleri de atabileceklerdi. Yoksa Rab bu kötü kişilere karşı savaşacaktı.

2:17   Söz dinleyen kutsallar, Ruh’un kiliselere ne dediğini işitmelidir. Galip gelene, saklı man ve beyaz bir taş verilecektir. Bergama’daki galip gelen, yerel kilisedeki yanlış öğretiye göz yummayı reddeden bir Tanrı çocuğu olabilir. Ancak saklı man ve beyaz taş nedir?

Man, Mesih’in kendisini simgeliyor olabilir. Putlara sunulan yiyeceğe karşı göksel yiyecekten söz ediliyor olması da olasıdır (14.ayet). Saklı man, “O’nunla tatlı ve gizli bir birliktelik” olabilir. Beyaz taş birkaç şekilde açıklanmıştır. Kanıtlanan suçsuzluğun bir işaretiydi. Atletizm yarışmasındaki zaferin bir simgesiydi. Ev sahibinin konuğunu karşılarken gösterdiği bir jestti. Ama bunun, Rab tarafından ifade edilen bireysel bir takdir olduğu bellidir. Alford, yeni adın Tanrı tarafından kabul edilmeyi ve yüceliğe giden unvanı belirttiğini söyler.

Bu, kilisenin devlete tamamen bağlı olduğu Konstantin’den hemen sonraki dönemi temsil eder. Bu tarihlerde binlerce kişi ismen Hıristiyan oldu ve kilise, putperest uygulamalara göz yumdu.

Mektupta, sadık kalan Hristiyanlara dünyanın sunduğu geçici zevklerle değil kalıcı ve doyurucu olan Tanrı Kelamı’yla doyurulacakları vaadi veriliyor.

 

Zeus Sunağı’nın beş basamaklı temelleri bugün halen Bergama Akropolü’ndeki yerinde durmaktadır. Bu muhteşem yapının içerisindeki sunak masasına tam 20 basamaktan oluşan bir yükseltiyle çıkılıyordu. Sunağı her yanıyla sarmalayan kabartmaların toplam uzunluğu 120 metredir ve toplam sayısı 118’dir. Tüm bu kabartmalar ve eşsiz süslemeler, Menekrates, Dioyades, Orestes gibi ustalar tarafından yapılmıştır.

 

Zeus Sunağı, Carl Human isimli bir Alman mühendis tarafından çalınarak Berlin’e götürülmüştür (1878). Carl Human, 1865 yılında Bergama karayolunun yapımı için Anadolu’ya gelen bir mühendistir. Bu tarihlerde; dönemin Avrupa ülkeleri tüm dünyada büyük bir arkeoloji soygunu yarışındadır (1833-1914). Dünyanın dört bir yanına yollayıp finanse ettikleri maceraperest ve arkeoloji tutkunu gezginleri bu amaç için kullanıyorlardı. Ve tabii ki Carl Human da bu soygunculardan biridir. Human, görev yaptığı süre boyunca enerjisini ve dikkatini Zeus Sunağı’na adamıştı.

Bergama’da eski ve göze batmayan küçük bir ev kiraladı. Ardından durumu Prusya Müzeler Müdürü Alexander Conze’ye bildirdi. Human, Conze’nin önerisiyle 1871 yılında kalıntıların olduğu alanda gizli gizli kazılar yapmaya başladı ve yaptığı kaçak kazılar sonucu ne bulduysa bunları gizliden gizliye Almanya’ya yollamayı başardı.

Halka, yol yapımı için sürekli taş ihtiyacının olduğunu söyleyen Human, oluşturduğu kalabalık ekip sayesinde gece-gündüz çalışarak katırlar ve develer ile sandıklanan her tapınak parçasını Çandarlı Körfezi’ndeki Alman gemilerine taşımayı başardı. Fakat bu devasa sunağın taşınma işlemi o kadar zorluydu ki; taşıma işleminde kullanılan katırların ve öküzlerin çektiği kağnıların tekerlekleri, üzerinden geçtikleri köprüyü sonradan kullanılamaz hale getirmişti.

Sunak Almanya’ya taşındıktan sonra bölgede bir kazı yapmak amacıyla Alman hükümeti Osmanlı devletinden formaliteye dayalı bir kazı izni aldı. Oysa kaçak kazılar sonrası sunak çoktan Almanya’ya taşınmıştı bile. Günümüzde Zeus Sunağı’nı topraklarımızdan çalan Almanlarla giriştiğimiz hiçbir hukuk mücadelesi devam ediyor. Aynı şekilde Anadolu topraklarından sayısız tarihi eser çalan İngiltere ile de hukuk mücadelesi devam ediyor.”

 

Pergamon Antik Kenti’ni ve Berlin’deki Pergamon Müzesi’ni görmüş Türkiyeliler olarak kalbimiz parçalandı. Temelleri halen Bergama’da, aslı ise Berlin Pergamon Müzesi’nde bulunan ünlü Zeus Sunağı, ait olduğu topraklardan gerçek anlamda kesilip, kopartılıp, çalınmıştır. Gasp edilmiştir.

 

10 dakikalık fotoğraflama süresinden sonra Bergama şehrine indik. Raşit Ürper bizi bekliyordu şehir meydanında. Hoş-beşten sonra şehrin eski belediye başkanı olarak Bergama ile ilgili bilgiler verdi bize: “Bu önünde durduğumuz tren istasyonunu andıran esrarengiz bina, Bergama’nın merkezinde Viktorya döneminden kalmadır. Kızıl Avlu olarak adlandırılan bu yapı aslında Mısır tanrısı Serapis için kırmızı tuğlalardan inşa edilmiş bir tapınaktır (bazilika). II. yüzyılın başlarına ait olan tapınak farklı renklerdeki mermerlerle kaplanmıştır. Serapis Tapınağı antik çağdan kalma en büyük yapıdır. Tapınağın altından Selinos Çayı (Bergama Çayı) geçmektedir. Selinos Çayı’nın geçtiği tüneller üzerine inşa edilen evler için halk, “ne yerde ne gökte” tabirini kullanır. Çay, Kızıl Avlu diye bilinen Bazilika’ya yakın bir yerde bu iki antik tünele girip kaybolur. Tünellerin son bulduğu yerden bakınca gerçekten evler ne yerde ne de gökte gibi görünür. Halkın bu evler için ne yerde ne gökte demesi bundandır.”

 

Hemen sonra yemeğe geçtik, Bergama’ya özel yemeklerin hazırlandığı bir restorandayız. Neler yiyeceğimiz önceden söylenmiş başkan Ürper tarafından. Çorbayı çoğumuz atladı. Bergama Çığırtması ile başladık yemeye. Çığırtma Bergama’nın en tanınmış yemeklerindenmiş. Özellikle yaz sofralarının baş ucu yemeğiymiş. Bergama mutfağının vazgeçilmezi olan patlıcan yemeği, adını, zeytinyağında patlıcanların çığırta çığırta kızartılmasından alırmış. Çığırtma, domatesle ya da yoğurtla birlikte kahvaltılar dahil olmak üzere her öğün severek tüketilirmiş. Biz de çığırta çığırta yedik çığırtmayı. Lezzetliydi. Yanında ekşi mayalı köy ekmeği de vardı.

Arkasından Bergama köftesi geldi. Köftenin özelliği; sarmısaksız, baharatsız ve ekmeksiz olmasıymış. Sadece kıyma ve un ile yoğrulurmuş, odun ateşinde pişirilirmiş. Yanında da zeytinyağlı piyaz var. Ege mutfağı deyince akla hemen onun adı gelir; zeytinyağı, zeytinyağı…

Doymasına doyduk hem de tıka-basa doyduk. “Ancak Bergama’nın Çam Fıstığı tatlısını yemeden olmaz” dedi başkan Ürper. Başkanımı kırmak olmazdı.

Fıstıklar Kozak Yaylası’ndan geliyormuş ve yörenin önemli geçim kaynaklarındanmış. İlk defa yiyeceğimiz bir tatlı; çam fıstığı tatlısı. Pahalı bir tatlıymış. Oldukça da lezzetli. Raşit Ürper’in bu ziyafetinin tadı gerçekten damağımızda kaldı. Yemekte İlçe Milli Eğitim Müdürü Mehmet Kiraz da vardı.

 

Teşekkür faslından sonra Rehberimiz 1 saatlik serbest zaman verdi. Herkes bir tarafa dağıldı. Başkan Raşit Ürper bizleri Bergama’nın esnafıyla tanıştırmak istedi. Kabul ettik. Daldık çarşının içine. Bergama’nın mahalleleri nostalji severler için bir rüya şehir; her yer dizi seti gibi. Tabelaların tasarımından, eski usul kahvehane sandalyelerine, kapı önünde oturan mahalleliye, dükkanının önüne “Kunduracı Ahmet” gibi ismini yazan esnafına, kefeli terazi kullanan bakkalından, pedallı dikiş makinası kullanan terzisine, birçok şey bozulmadan ve estetik duygusunu koruyarak, çocukluğumuzdaki gibi yaşamaya devam ediyor. Ne güzel.

Ayak üstü tanışma yetmiyor Anadolu insanına. Çay kahve ikram etmek istiyorlar. Zamanımızın az olduğundan bahisle bir daha gelirsek telafi etmek üzere ayrılıyoruz çoğu esnaftan. Bir yer var ki oradan ayrılamadık. Küçük bir kahve. Bergama’nın ileri gelenleri otururmuş orada. Bu sefer mazeret beyanımız işe yaramadı. Çay üzerine çay ve derin denilebilecek konularda sohbet. Konuların birini bırakıp öbürüne geçiyoruz. Kısa zamanda çok şey dinledik ve çok şey anlattık. Konudan konuya atladık. Ve sonunda istemeye istemeye vedalaştık Bergama esnafıyla. Başkanım bizleri uğurlamak için arabaya kadar geldi.

 

Bergama’nın antik çağdaki ihtişamına ulaşması için yapılması gereken çok iş var. İşin bir ucundan tutularak herkes üzerine düşeni yapmalıdır. Bunun için de birileri irade beyanında bulunmalı ve besmele çekilmelidir dedik ve ayrıldık güzel Bergama’dan ve Raşit Ürper’den. Elveda Başkanım, elveda Bergama.

 

Hedef Akhisar. St.Paulus’un IV. Mektubu oraya gönderilmiş. Akhisar’a varıncaya kadar Bergama konuşuldu otobüste. Yapılanlara kızanlar, öfkelenenler oldu. Bilhassa Bergama Sunağı’nın Berlin’e götürülmesi kabul edilemezdi.

 

Ve kaptan Sezgin’den “Kırmızı buğday türküsü.” Hikayesi şöyle: Yunan işgali sırasında, Bergama’nın Bölcek-Sarıcalar köyleri arasında yaşanan bir çatışmadan sonra, Kuvayı Milliye saflarında dövüşen Arap Ali Osman Efe adına yakılmış. Kırmızı Buğday türküsüne ilham veren olayın yaşandığı yer Bergama’ymış. Türkünün sözlerini yakanlar Bergamalı kadınlarmış; bestesini yapan kişi ise Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ayasköy’de müezzin olan bir din görevlisiymiş:

‘Kırmızı buğday ayrılmıyor secinden,
Mevlâm versin güzellerin gencinden.
Kim ayrılmış ben ayrılam eşimden.
Yörü dilber salma saçın sürünsün,
Açıver cepkeni elmas gerdan görünsün.

Yol üstüne kura koymuş leğeni
Ben istemem mavi şalvar giyeni.
Ben isterim setre pantol giyeni.
Yörü dilber salma saçın sürünsün,
Açıver cepkeni elmas gerdan görünsün’…

 

Kaptan Sezgin, gezdiğimiz şehirden ayrılınca veya o şehre girmeden önce mutlaka o yöre ile ilgili bir türkü hazırlıyor. Yolculuk sırasında da o seçtiği türküyü otobüsün içine vererek şehrin ve o yörenin hafızalarda yer etmesini sağlıyor. Sağ olasın Sezgin Kaptan. Ve geldik Akhisar’a.

 

Thyateira/Akhisar

“Akhisar Manisa’nın şirin bir ilçesi. Yeşili bol. Geçmişi parlak. IV. Kilise burada yapılmış. Akhisar antik çağda ürettiği mor kumaşlarla ünlü bir kenttir. Akhisar şehri Lidyalılar tarafından kurulmuş, sonrasında sırasıyla Makedonlar, Galatyalılar ve Bergama kralları tarafından ele geçirilmiştir. Kökboyasından elde edilen mor boya Akhisar’da 19. yüzyılın sonlarına kadar kullanılmaya devam etmiştir. Bölgedeki diğer bir önemli iş kolu parlak tunç üretimidir. Parlak tunç, arıtılmış tunç veya bakır ile çinko alaşımından oluşan bir madendir.

O zamanlar, Akhisar’da ticaret yapmak isteyen esnafın mutlaka bir loncaya üye olmaları gerekiyordu. Lonca toplantılarında fuhşiyat ve her türlü ahlaksızlık serbest idi. Kendisini peygamber olarak tanıtan İzabel adındaki kadın bu partileri organize ediyordu. Pagan İzabel, fuhşu kiliseye sokmak istiyor ve putlar adına kesilen hayvanların etini de inananlara zorla yedirmeye çalışıyordu. Lonca üyesi olan inançlılar bunları yapmazlarsa üyelikleri sonlandırılıyordu. “Ya meslek grubunun özel putperest ibadetlerine ve eğlencelerine uyarsın ya da çevresiz kalırsın.” (Vahiy 2:20)

 

Bugün (2017) orada kilisenin sadece yeri belli. Birkaç da temelini belli eden temel taşı var. Etrafı çevrilmiş. Kapıda bekçi kulübesi var. Kulübede kimseler görünmüyor. İçeriye girip resim çekmemiz gerekiyor. Bu kadar yol geldik resim çekmeden olmazdı. Ben çitin üzerinden atlamaya çalıştım ve de başardım. Birkaç adım atar atmaz, bir ses; “dur” ve “dön geriye”! dedi. Döndüm, seslenen, resmi kıyafetli bir kişi, bekçi olduğu belli. “Yasak kardeşim giremezsin buraya, çık dışarı!”  Bekçi kardeş, maksadımız yasağı delmek değil. ‘Berlin’den geliyoruz ve 7 kiliselerin izini sürüyoruz. Buraya kadar gelmişken fotoğraf çekmeden gitmek olmaz’, dedim. Durumumuzu detaylı bir şekilde anlatmaya çalıştım. Bu arada çitin dışındaki yol arkadaşlarım da söze katıldılar. Yoldan geçen halk da olup bitenleri merakla izlemeye başladı. Sokak tiyatrosu gibi. Neden sonra, iyi niyetimizi anlayan bekçi yumuşadı, telefonla araması gereken yerleri aradı. Sadece fotoğraf çekmek için izin verildi. Böylece IV. Kilisenin temellerinin fotoğrafı da çekilmiş oldu. Kilisenin bulunduğu yer koruma altına alındığına göre ilerde kilise aslına uygun olarak yapılacaktır diye düşündük.

Akhisar’daki Kiliseye yazılan mektupta şu ifadeler kullanılmış: “Thyateira’daki kilisenin meleğine yaz. Gözleri alev alev yanan ateşe, ayakları parlak tunca benzeyen Tanrı’nın Oğlu İsa, şöyle buyuruyor: Yaptıklarını, sevgini, imanını, hizmetini, sabrını biliyorum. Son yaptıklarının ilk yaptıkların aştığını da biliyorum. Ne var ki, bir konuda sana karşıyım: Kendini peygamber diye tanıtan İzabel adındaki kadını hoşgörüyle karşılıyorsun. Bu kadın öğretisiyle kullarımı saptırıp fuhuş yapmaya, putlara sunulan kurbanların etini yemeye yöneltiyor. Tövbe etmesi için ona bir süre tanıdım, ama fuhuş yaptırmaktan tövbe etmek istemiyor.

Bak, onu yatağa düşüreceğim; onun yaptıklarından tövbe etmezlerse, onunla zina edenleri de büyük sıkıntıların içine atacağım. Onun çocuklarını salgın hastalıklarla öldüreceğim. O zaman bütün kiliseler, gönülleri ve yürekleri denetleyenin ben olduğumu bilecekler. Her birinize yaptıklarınızın karşılığını vereceğim.

Ama size, yani Thyateira’da bulunan öbürlerine, bu öğretiyi benimsememiş, Şeytan’ın sözde derin sırlarını öğrenmemiş olanların hepsine şunu söylüyorum: Ben gelinceye dek sizde olana sımsıkı sarılın. Üzerinize bundan başka bir yük koymuyorum.

Ben Babam’dan aldığım yetkiyle, galip gelene, yaptığı işleri sonuna dek sürdürene olağanüstü   yetkiler vereceğim. Demir çomakla onları güdecek ve çömlek gibi kırıp parçalayacaktır.

Kulağı olan, Ruh’un kiliselere ne dediğini işitsin. “ (Vahiy 2:18-29)

 

Akhisar’daki Hıristiyanlardan bazıları, peygamber olduğunu iddia eden İzabel adındaki kadına karşı koyamadılar. St.John mektubunda bu kadını izleyenlerin cezalandırılacağını söylüyor ve onlara İsa Mesih’in dönüşünü beklemelerini tavsiye ediyor. Ve Salihli.

 

Sardes /Sart, Salihli

Sardes Antik Kenti, M.Ö. 1400 senesinde kurulmuştur. Sardes, Lidya Krallığı’nın başkentidir. Sart’ta kazılar sırasında Lidya ve Arami dillerinde yazılmış bir yazıt bulunmuştur. M.Ö. IV. yüzyıla ait bu yazıtta, ‘Sefarad’ ismine rastlanmıştır. İberya ve Kuzey Afrika kökenli olan Sefarad Yahudileri’nin ismi buradan gelmektedir.

Şehrin ortasından Paktolos çayı akar. Bu nehir kente yalnızca su değil, altın da taşımıştır. Bugün bilinen madeni para yani sikkenin doğum yeri Sardes’tir. M.Ö. VI. yüzyılda kral Kroesus şehrin ortasından akan Paktolos çayında altının var olduğunu keşfeder. Çıkarılan bu altın tozları altın işleme evlerinde işlenirdi. Paktolos nehrinin taşıdığı altın, Lidya’yı, yüzyıllık bir zaman diliminde Anadolu’nun en güçlü devleti haline getirdi. Şehir, kent planlaması konusunda kusursuzdu. Şehir, Mezopotamya dışındaki en büyük savunma duvarı ile çevrelenmişti. Lidya şehrinin dükkanları, kütüphanesi, sütunlu caddesi, Sinagog’u, Gymnasium’u, Hamam’ı, Artemis tapınağı ve altın arıtma evleri günümüze kadar gelmiştir.

Sardes antik kentine gelindiğinde ilk dikkati çeken, görkemli yapı Gymnasium’dur. Arkasında hamam ve termal havuz mevcuttur. Hemen Gymnasium’un güneyinde Roma imparatorluk döneminden kalan Sinagog vardır. Sütunlu bir giriş avlusu ile bir ana mekândan oluşan Sinagog, yaklaşık bin kişilik kapasiteye sahiptir. Ana kapıdan giriş yaptığınızda yer mozaikleri, çeşme ve çeşme etrafındaki sütunları görürüz. Ön avlunun ortasında bulunan orijinal mermerden yapılmış vazo görünümlü yapı, cemaatin ayin öncesi ellerini yıkadıkları bir tür çeşme olarak kullanılmış. Ayrıca Sardes antik kentindeki Artemis tapınağı dünyanın en büyük ve en iyi korunan tapınaklarından birisidir. Tapınağın iki sütunu hiç zarar görmeden günümüze kadar gelmiştir.

İncil’in vahiy bölümünde, Hristiyanlığın batıya yayılmasında önemli bir yer teşkil eden Batı Anadolu’daki 7 kiliseden beşincisi burada, Sardes’tedir.

 

Tapınağın bitişiğinde yer alan moloz taştan ve tuğladan yapılmış olan kilise, Artemis Tapınağı’nın terk edilmesinden sonra IV. yüzyılda inşa edilerek, 600’lü yılların başına kadar Hristiyan ibadethanesi olarak kullanılmıştır. Ancak, şehrin zenginliği, debdebesi, altının sıcak yüzü Hristiyanları da sarhoş etmiş ve gündelik hayatlarında Tanrı’yı aramaz hale gelmişlerdir. Bundan dolayıdır ki; Sardes’e gönderilen mektupta Hristiyanlar için uyarılar vardır: “Tanrı’nın yedi ruhuna ve yedi yıldıza sahip olan buyuruyor; senin yaptıklarını biliyorum. Yaşayan topluluk olarak isim yapmışsın, ama ölüsün. Uyan! Geriye kalan ve ölmek üzere olan şeyleri güçlendir. Çünkü Tanrı’nın önünde senin işlerinin tamamlanmamış olduğunu gördüm. Bu nedenle neler aldığını, neler işittiğini hatırla. Bunları yerine getir, tövbe et, uyar! Eğer uyanmazsan ve uyarmazsan, ben hırsız gibi geleceğim. Sana hangi saatte geleceğimi sen bilemeyeceksin. Ama Sardes’te, aranızda giysilerini lekelememiş olan birkaç kişi var ki, onlar beyazlar içinde benimle birlikte yürüyecekler. Babamın ve O’nun meleklerinin önünde o kişinin adını açıkça anacağım. Kulağı olan, Ruh’un topluluklara ne dediğini işitsin.” (Vahiy 3:1-3)

 

Sardes Kilisesi mensupları, o kadar dünyevileşmişlerdir ki; St. John’un onlara gönderdiği mektupta İsa onları “ölü” olarak nitelendirmektedir.

 

Velhasıl, Sardes’te keşfedilen altın, Sardes’in başına bela olur. Kısa süre içinde bütün krallıklar tarafından duyulur ve kem gözler Sardes’e çevrilir. M.Ö. 546 senesinde Sardes’in fethedilemez olarak ün yapan kalesi Persler tarafından fethedilir. Sardes Persler’in eline geçince, Sardes hazineleri bugünkü adıyla İran’a taşınır.

Sardes daha sonra Büyük İskender tarafından işgal edilir. Bu dönemde Sardes’in nüfusu 100.000’e ulaşmıştır.

 

Sardes XIV. yüzyılda Türklerin eline geçmiştir. 1910’dan 1914 yılları arasında Amerika burada kazılar yapmıştır. Artemis Tapınağı dahil olmak üzere, bini aşkın Lidya dönemine ait olan mezarı çalmıştır. Çalınan eserler bugün New York Metropolitan Müzesi’ndedir.

Serdes’in tarihi kütüphanesi ve tarihte bilinen ilk tiyatro kalıntıları gün yüzüne çıkarılmayı beklemektedir.

 

Philadelphia (Alaşehir- Manisa)

Filedelfiya M.Ö. 189 yılında kurulmuştur. Bizans’tan Osmanlı’ya, pek çok kültüre ve Hıristiyanlığın yedi kilisesinden birine ev sahipliği yapan şehirdir Filedelfiya. Alaşehir ismini Yıldırım Beyazid koymuştur. Âlâ şehir.

Filedelfiya adı; şehrin kurucusu olan Bergama Kralı II. Attalos Philedelphos’un “kardeş severlik” olarak tanımlanan, Philedelphos adından gelir. Filedelfiya ‘kardeş sevgisi’ demektir. Adında dostluk geçen dünyadaki ilk kenttir Filedelfiya.

  1. Attalos buraya Makedonyalı Kogamastal göçmenlerini yerleştirmiştir. M.S. 17’de refah ve bolluk içerisinde olan şehir, bir deprem felaketine uğramış, büyük hasar görmüştür. Fakat Roma imparatoru Tiberius şehri yeniden inşa ettirmiştir.(M.S. 18-35).

Filedelfiya çeşitli tapınakları ve ibadet yerleri ile bilinir. Şehir eski zamanlarda şarabı ile meşhurdu ve burada şarap tanrısı Dionysos’a tapınılırdı.

Kuruluşundan bu yana Filedelfiya her zaman ticari, dini ve siyasi açıdan önemini hiç kaybetmemiştir. Tarihi İpek Yolu üzerindedir. Filedelfiya’da, (Alaşehir), uçsuz bucaksız üzüm bağları vardır. Tüm dünya pazarlarında, sofralarında ve marketlerinde gerçek bir sultan olmayı bileğinin hakkıyla elde etmiş sultaniye (Sultanin) üzümü Alaşehir’indir.

Ortalama 300 bin ton üzümün yetiştirildiği bu bereketli topraklarda, üzüme bağlı ciddi bir endüstri ve iş alanı da oluşmuş bulunuyor.

Sultaniye üzümünün yanısıra, Alaşehir Ekmeğini, Alaşehir Kapamasını da unutmamak gerekir.

M.S. 40 yıllarında Hristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur. Antik Filedelfiya Kenti’nin Hıristiyan geçmişinden geriye kalan tek iz, sadece Bizans kilisesinin harabeleridir. St. John adına yapılan kilisenin altı sütunundan üçü hâlâ ayaktadır.

Lidya ve Frigya illerinin kültür merkezi olması düşüncesiyle kurulan şehir, bünyesinde önemli bir Yahudi kolonisi de barındırmıştır.

 

Filedelfiya’daki imanlılar sayıca azlardı fakat imanları kuvvetliydi. Hristiyanlık dinine kuvvetli bir imanla bağlı olmaları Paganların ve özellikle şehirde yaşayan Yahudilerin dikkatinden kaçmamıştır. Kendilerine dinlerinden vazgeçmeleri konusunda ikazların yapılmasına rağmen gösterilen direnç, Yahudileri korkutmuştur. Sonrasında yapılan korkunç işkenceler, imanlıları yine de dinlerinden vazgeçirememiştir. Filedelfiya Siesean Kilisesi’ne gönderilen VI. Mektup şöyledir: “Bak, Şeytan’ın havrasından olanları, Yahudi olmadıkları halde Yahudi olduklarını ileri süren yalancıları öyle perişan edeceğim ki, gelip senin ayaklarına kapanacak ve benim seni sevdiğimi anlayacaklar. Tez geliyorum! Tacını kimse elinden almasın diye sahip olduğuna sımsıkı sarıl. Galip geleni Tanrı’mın tapınağında bir sütun yapacağım.” (Vahiy 3:7-13)

 

Filedelfiya Hristiyanlarına gönderilen mektupta, gösterdikleri bu dirençten dolayı insan gözüyle güçsüz görünen bu kilise cemaatine hiç kimsenin kapatamayacağı açık bir kapı müjdesi veriliyor. Sıkıntılı günlerinde sabır ve özveri sergilediklerinden ötürü takdir ediliyorlar. Ve bu kilise halkına iki ödül vaat ediliyor: Gelecekte gerçekleşecek olan denenme saatinden muaf olacaklar; yani İsa’nın ikinci gelişiyle beraber gelecek olan sıkıntılı dönemi tecrübe etmeyecekler ve Tanrı onları kendi tapınağında veya hizmetinde sarsılmaz bir sütun/direk yapacaktır.

 

Devam edecek

 

Rüştü Kam

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.