DUVARIN ÖBÜR TARAFINA GEÇENLER

ABONE OL
18:56 - 01/10/2020 18:56
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

26. 08. 2000 tarihinde duvarın öbür tarafında ticaret yapan Türk ve Pakistan esnafıyla yabancı düşmanlığı konusunda bir röportaj yapmışım. Arşivimde öylece duruyormuş. Bugünün gündemine uygunluğu münasebetiyle yayımlamak bu güne nasip oldu.

1961 den 1989’a kadar, tam 29 tane kocaman yıl. Krallıkların yıkıldığı, diğer bir deyişle, diktatörlüklerin sona erdiği! 20. Asırda, iki bloku birbirinden ayıran ”utanç duvarı”, dünyaya nizamât vermeye soyunan süper devletler tarafından inşa edilmiş. ”Utanç duvarı” görünüşte aynı ulusun evlâtlarını birbirinden ayıran duvar olarak anılmasına rağmen, bilinen odur ki; ”o duvar” dünyayı kapitalist ve komünist olmak üzere iki bloka ayırmıştır. 21. Asra girerken bu insanlık ayıbı duvar, bir gecede nasıl yapılmışsa, Michail Gorbaçov’ un, ”Glasnost ve Perestroyka” çağrısıyla, yine bir gecede tarihe mal olmuştur.

BERİ TARAFA GEÇMEK ISTEYENLER

29 yıl boyunca, duvarın öte tarafından beri tarafına geçmek isteyenler olmuş, ancak, bu isteklerine kavuşamamışlar, bazı öte yakalılar, beri yakaya geçmek için, canlarını bedel olarak vermekten de çekinmemiş.
Aynı ulusun evlâtları Doğu Almanya’lı ve Batı Almanya’lı olarak mücadele ederlerken, Türkiye’den gelen işçiler de bu mücadelenin içerisinde bulmuşlar kendilerini.
Başlangıçta bu ayrılık hoşlarına bile gitmiş Türkiyeli işçilerin. Duvarın beri tarafında canları sıkılan Türkiyeli işçiler, öbür tarafa geçerek can sıkıntılarını! Kolaylıkla giderebilmişler. 1961’den 1989’a kadar devan edegelmiş duvarın öbür tarafı hikâyesi.
Michail Gorbaçov’un,”Glasnost ve Perestroyka” çağrısıyla, düzenler bozulmuş, hem Doğu Almanyalılar’ın düzeni bozulmuş, hem Batı Almanyalılar’ın, hem de Türkiye’li işçilerin.

”AUSLAENDER RAUS”

Duvarın beri yakasındaki fabrikalar birer birer tasfiye edilince ve öte yakasındaki fabrikalar da yeni teknolojiye ayak uyduramayınca, hem öteyakalılar, hem de beri yakalılar işsiz kalmış. Öte yakalılar, içinde yetiştikleri sistemin rutin işlerine göre ayarlandıkları için, beri yakada rutinin dışına çıkamamışlar ve bocalamışlar. Birebir değişen paralar kısa zamanda bitince de, kendi tembelliklerinin cezasını, yabancılara çektirmek istemişler ve koro halinde, klasik şarkılarını seslendirmeye başlamışlar „auslaender raus”(yabancılar dışarı).

„AYAK TAPIRTISINA PABUÇ BIRAKMAMIŞLAR”

Gemileri yakıp da buralara kadar gelen, Türkiyeli işçiler, ”ayak tapırtısına pabuç bırakmamışlar” ve hamle yapmışlar, hamle üzerine hamle. Birde bakmışlar ki duvarın öbür tarafına geçivermişler. Bu sefer gönül eğlendirmek için değil, karın doyurmak için bunu yapmışlar. Bir bakıyorsunuz, en küçük köyde ya bir Türkiyeli manav ya da bir dönerci mevzilenmiş işine devam ediyor. Onların o „klasik şarkılara„ da aldırdıkları yok. Çünkü onlar kazanmak zorundalar.

BAZEN EVLER YAKILIYOR

Bazen döner büfeleri yerlebir ediliyor, bazen ağız burun düzleniyor, bazen de evler yakılabiliyor. Ama o Türkiyeli göçmen işçi, bakıyorsunuz öbürsügün ayakta, hem de dünkünden daha da güçlü bir şekilde işinin başında. O unuturmu hiç, Sokullu Paşa’nın sakal hikayesini. ”Onlar bizim sakalımızı tıraş ettiler, o sakal yarın daha da bir gür çıkacaktır. ”

Adapazarlı Saffet Kay bunlardan biri. ”Königswüsterhausen ve Marzahn’da, arabasını taşlamışlar, zincirlerle arkasından kovalamışlar, başı örtülü olduğu için hanımına hakaret etmişler, standını dağıtmışlar, Mark Maisterleri (semt Pazarı sorumlusu) rekabetçileri pazara alarak, iflasına sebep olmak istemişler velhasıl neler neler…. ”bir dokun bin ahını işit. ”Buna rağmen yılmamış Saffet Kay, onlar saldırmış o da saldırmış, buradan kovmuşlar, o öbür taraftan çıkmış, şimdileri ayakta, ama kovalamacaya devam diyor Saffet kay.

Dört kardeşin dördü de pazarcılık yapıyor Doğu Almanya’da (eski adıyla). En büyükleri Rafet Kay, Enes Hoca adıyla maruf. Onun küçüğü Saffet Kay, onun küçüğü Sadık Kay, onun küçüğü Osman Kay. Aile boyu pazarcılık yapıyorlar. Zaten topu topu dört kardeşler. Anneleri ve babaları vefat etmiş (Allah rahmet eylesin).

Enes Hoca Ürdün İlâhiyat Fakültesi’nden mezun. Hanımı da aynı Fakülte’den mezun olmuş, ancak hanımı ürdün pasaportu taşıyor: Yani, Ürdünlü. Evli ve beş çocuk sahibi. Enes Hoca önceleri bir dernekte din görevlisi olarak çalışmış, daha sonra dernek yöneticileriyle anlaşamayınca, rızkını temin etmek için yapabilecek başka iş bulamadığından pazarcılığa başlamış. Ancak mesleğinden kopmamış. O şimdilerde Kur’an’la tedavi adı altında bir tedavî yöntemiyle insanlara hizmet etmekle meşgul. Bu konuda Mısırlı uzmanlardan icazet de almış. Standın başı eren gibi. Bazı hastalarını da evde tedavî ediyormuş. Vatandaşlara yönelerek diyorki: ”Sakın o üfürükçülere kanmayın, büyücülere ve sihircilere de yaklaşmayın. Muska yazanlara da inanmayın. Namazınızı kılın, besmeleyi ağzınızdan eksik etmeyin, evinizde, arabanızda zaman zaman Kur’an kaseti çalın, hepsi bu kadar, daha sizlere kimse dokunamaz, ne cin, ne de şeytan sizlere tesir edemez” diyor. O da Saffet Kay’ın anlattıklarına katılıyor. Yabancı düşmanlığının çoğaldığı bu günlerde hafta sonu ”fest” (Cadde şenlikleri)lerine çıkmayı bırakmış, semt pazarlarında rızkını arıyor. Tabi ben de sormadan edemiyorum. İlahiyat Fakültesi mezunu, sahasında uzman bir hoca efendiye pazarcılık yaptıranlar, acaba hiç utanmazlar mı? Rant, her toplum için vazgeçilmez bir kaynak olsa gerek. Mühür benim elimde, en büyük benim, ben yaptım oldu, felsefe hep aynı.

EVE KENDİMİ ZOR ATTIM

Biraz ötede bir dönerci görüyoruz, hoş beşten sonra, dertleniyor delikanlı, hatıraları canlanıyor zihninde ve anlatmaya başlıyor: ”Ben Doğu Almanya’lı bir hanımla evliydim. Aile birleşiminden ötürü buradaydım. ”Hellersdof” köyünde oturuyorduk. Bir akşam işi bitirdim de temizlik yapıyordum, dazlaklar imbisi(büfe) bastı, ellerinde zincirlerle üstüme saldırdılar, bağırıyordum ama nafile, hiçbir kimse beni kurtarmaya gelmiyordu. Yanımdaki Bekarei’dan(Fırın) eşime telefon etmek istedim müsade etmediler, ellerinden nasıl kurtuldum ben de bilmiyorum. Üstüm başım kan revan içerisinde eve zor attım kendimi, Allah bana yardım etti. Beş sene o köyde yaşadım bir gün olsun beş dakikalığına dışarıya çıkamadım. Şimdilerde duvarın beri yakasına taşındımda rahatladım„ diyor gözleri dolu dolu olan Mustafa Çobanoğlu. Mustafa Çabanoğlu Yozgatlıdır.

Söze biraz ilerdeki gazeteci Ahmet Yıldırım katılıyor. ”Benim büfede Türk gazetelerinin satılmasını hazmedemiyorlar. Yabancılar üzerine konuşurken benden daha fazla yabancı dostu görünen biraz önceki arkadaşı öyle bir an geliyorki ben tanıyamıyorum. Bir anda yüz seksen derece değişiyor. Irkçılık bunları kanlarında var, aaa bey, kanlarında” diyor.

Manav, Ankaralı Suat Yaşar Gürbüz ile Konyalı Tahsin Çimen de bu anlatılanların dışında birşey anlatmıyorlar. Bir ara Suat yaşar Gürbüz ah çekerek, Allah’a yalvarıyordu: ”Yarab, ne olursun beni vatanıma ve bayrağıma bağışla. ”

Dertli olanlar, sanmayın ki sadece Türkiyeliler’dir. Hemen ötede Hindistan’lı Peter Singh var. O daha çok dertli. Sayıları çok azmış onların burada. Koskoca Berlin’de onbin kişi ya varız ya yokuz diyor. Kaç kere standının altını üstüne getirmiş dazlaklar. Alman bir hanımla evli olduğu halde bunu yapmışlar.

SANKİ BİZLERiN HİÇ Mİ SUÇU YOK?

Olaya Metin Çelik başka bir açıdan yaklaşıyor: ”Bir defasında karı koca bir müşterim, ben almancayı az biliyorum diye aldıkları malı bırakıp gittiler. O kadar ağırıma gitti ki, aklıma geldikçe hâlâ utanıyorum kendimden. Kardeşim 20 yıl oldu Almanya’ya geleli, hâlâ Almanca’yı doğru dürüst konuşamıyoruz. Kim olduğumuzu, niçin burada olduğumuzu insanlara anlatamıyoruz. Onların topluca bulundukları yerlere gidemiyoruz, onlarda bizim olduğumuz yere gelemiyorlar. Yabancı düşmanlığı var olmasına var ama, bu düşmanlık kendiliğinden mi oluştu, bizim hiç mi suçumuz yok bu düş manlığın oluşmasında. Hangimizin kaç tane Alman dostu var. Hangimiz kaçtane Alman’ı Türkiye’ye götürdük. Hangimiz kaçtane Alman’ı evimizde misafir ettik.
Hep suçu başkalarında değil biraz da kendimizde arayalım. Kendimiz çalıp kendimiz oynayacağımıza birazda beraber çalalım ve beraber oynayalım. Adamların ne dinlerini bırakıyoruz sövmedik ne de kültürlerini, sonrada Almanlar bize neden düşmanlık yapıyor diyoruz, arkadaşlar; lütfen, onların yerine kendimizi koyalım ve düşünelim biz olsaydık onlara neler yapardık diye. İşte o zaman doğruyu bulacağımıza inanıyorum.”
Metin çelik çok dertli, arkasından hemen ekliyor almancayı öğrenememe sebebini; elimizde avcımızda ne varsa ne yoksa, olmayacak şeyler sevdasına harcadık, ha bügün ha yarın derken o günü bekledik, hâlâ bekliyoruz, birgün gelecek ve kurtulacağız Almanya’dan diye. Bu kafayla daha çok bekleriz. Bu işin olmayacağını öğrendik ama olan oldu.

Duvarın öbür tarafına geçenlerin derdi gerçekten çok. Biz onlara sadece dua edebiliyoruz ve de seslerini duyurmaya çalışıyoruz. Allah yardımcınız olsun. 26. 08. 2000

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.