DİL SEVDASI

ABONE OL
19:02 - 01/10/2020 19:02
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Atasından yadigâr onur, gurur millete
Uyan çok geç olmadan düşme sakın gaflete
Düşmandan dost olur mu kapılma her gülene
Göremezsen gerçeği boğulursun illete

Dediler ki “Anlat hele, nasıl bir sevgi, nasıl bir sevda bu dil sevdası?”
Bir an duraladım. Söyleyecek o kadar söz varken nereden başlayacağımı bilememenin verdiği şaşkınlık ve hiçbir şey söyleyememenin ezikliğiyle yutkundum. Suskunluğum onları cesaretlendirmişti. Beni köşeye sıkıştırmış olmanın doyumsuz hazzını paylaşırcasına göz göze geldiklerini ve hep birden bu bakışları bana çevirdiklerini hissediyor, 3-5 saniye içinde yaşanan bu asırlık suskunlukta bakışlardaki o galibiyetin sessiz naralarını duyabiliyordum. Kaba ve küstahçaydı. Aptal ve acizce, üstelik cahil ve entelce. O an, nevri dönmüş kişiliksiz kişileri yanıtlamaya tenezzül bile etmemem gerektiğini düşündüm. Bilirim ki yerinde suskunluklar, sözcüklerle anlatılamayan pek çok duyguyu yansıtmada daha etkili bir yol olabilirdi.
Oysa, dökseydim içimden çağlayıp gelen duygularımı, düşüncelerimi; duvarlara vurulası kafalarını elleri arasına alıp dinleselerdi beni, neler neler söylerdim.

Söyle bana bilir misin?
Sen Yunusça sevmeyi.
Şeyh Edebalı olup
İlkem erdem demeyi.
Mevlanaca hoş görüye bürünmeyi.
Mehmetçik olup
Vatan için ölmeyi.
Ana olup evlat için,
Canından can vermeyi.
Ata olup
Geleceğe mirasını koymayı.
Evlat olup
Bu miras namusumdur, benliğimdir,
Beni ben yapan değer,
Kimliğimdir demeyi.
Ne mutlu Türk’üm diye,
Atanı yâd etmeyi.

Sustum. Sustum, çünkü laf, anlayacak adama söylenirse değeri olurdu. Karşımda duran adam kalıbındaki kütüklerin beni anlayıp anlamayacağından, anlasa bile ciddiye alıp almayacaklarından emin değildim. Sustum, çünkü insanlar, gittikçe işine gelmeyenleri anlamazlıktan gelmeye daha çok meyilli oluyordu. Sonuç olarak da bizi biz yapan değer yargılarımız kendini bilmez densizler aracılığıyla geçmişe gömülmeye mahkûm ediliyordu. Toplumda bireysellik almış başını gidiyor ve “Bana dokunmayan yılan kıvrılıp geçsin.” deniliyordu. Oysa bir bilseler pusudaki düşmanı… Düşman tetikte, düşman içimizde; yediğimiz lokmalarda, içtiğimiz sularda. İzlediğimiz TV dizilerinde, haberlerde, basında, caddede, çıkmaz sokaklarda, kırda, bayırda, merkezde kısacası her yerde. Günlük hayatımızın tamamında. Yaşananlar öylesine sinsice sarıp sarmalıyor ki insanları, yarattığı girdabın dalgaları adeta hoş bir sarhoşluk havasında beyinleri tütsülercesine şefkâtli ve sıcak bir kucak açıyor onlara. Buna kapılmaya meyilli olan boşluktakileri, köksüzleri acımasızca, çılgınca içine çekiyor. Bu öylesine renkli ve albenisi olan bir yaşam ki insanın gözünü boyamanın yanı sıra adeta kör ediyor. Girdaba kapılanların, kaybettikleri ve kaybedecekleri hiçbir şeylerinin olmadığını; günü birlik yaşantılarında sergiledikleri sorumsuzca davranışları özgürlük, eşitlik, dünya bütünlüğü (globalleşme denilen şey) kavramlarına bağıntılayarak kendilerini kandırdıkları gibi bizleri de kandırmaya çalıştıklarını görüyoruz. Bu satılmışlık ve aymazlık öylesine büyük boyutlara ulaşıyor ki dış güçlerin isteği doğrultusunda sıfır altı kimliğe sahip sürümsü bir kuşak yetişiyor. Hem de batının kokuşmuş atık kültürüyle gübrelenerek. Sorumsuzluk diz boyu. Oysa batıdan alınması gereken -eğer muasır medeniyet buysa- başka özelliklerinin varlığını da bilmek, görmek gerekmez mi? Varsa eğer, günden güne kaybettiğimizi kabullenmek zorunda kaldığımız iş ahlâkı, ilim-irfan, uygarlık değerleri. Hele ki milliyetçilik. Ama nasıl bir milliyetçilik ve nasıl anlayış? Hamaset kokmayan, kuru kuruya vatan, millet, Sakaryacılık yapmadan, ağırlığını ve varlığını hissettiren bir milliyetçilik; milliyetçiliğin temelini oluşturan dil milliyetçiliği anlayışı. İşte budur işin özü, gerçeği ve olması gerekeni. Önce dil! Benliğimin, kimliğimin olmazsa olmazı olan ünü. Gök kubbede yükselen hoş sadanın dalgalanan bayrağı.
Elin adamları, diline toz kondurmaz. Diline el dilini sokmaz. Dilinin kurallarına dil uzattırmaz. Yanlış yazımları, kurala uymayanları affetmez. Teknolojinin hızı ona vız gelir. Önünü keser. Üretime uygun sözcüğü türetmeden ve bu sözcüğün kullanımını benimsetmeden, bırakın el dili sözcüğe, ürüne bile giriş izni vermez. İşte budur gerçek anlamda milliyetçilik. Neyimiz eksik onlardan bilmiyorum? Bunu yapmak çok mu zor? Hiç de değil! Nasıl dikmişsen sınırlarına Mehmetçiği, girsin istemiyorsan bozguncunun, fitnenin, fesadın vatan topraklarına, işte aynen öyle kuracaksın düzeni. Vatan savunması sadece hudutlarda değil, dilini konuştuğun her yerde yapılabilir, yapılmalıdır. Herkes kendince bir “dil Mehmetçiği” olmak zorundadır. Ancak işte o zaman bireysel gayretlerin toplumsallaştığını ve önünde durulmaz bir güç olduğunu görebilir, istenilen sonuca ulaşabiliriz. Çıkacaksın dilin doruğuna, gem vuracaksın hançerene ve şöyle bir yutkunarak kendi kendine “Dur!” diyeceksin el diline. “Dur, sen benim dilimin rengine, tonuna, ahengine, yapısına uymazsın, yakışmazsın, sırıtırsın sözcüklerimin arasında, sen bizden değilsin, benden uzak dur, girme dünyama! Eğer seni kullanmakla başım göğe erecekse kopsun o başım. Havalı olacaksam seninle, yerlerde sürüneyim sensiz. Boşuna çabalama özendiremezsin beni entelimsi aydın geçinen zavallılara. Benim bu basit avuntulara ihtiyacım yok. Her aradığımı kendi dilimde fazlasıyla bulurum.” diyeceksin. Bu güç sende, senin mayanda, kökünde, geçmişinde var. Bunu bil! Dön bak maziye neler göreceksin. Bugün seni yerden yere vurmaya çalışanların, bir zamanlar senin atalarının önünde nasıl diz çöktüğünü; bir selam, bir ulakla kaleleri nasıl teslim ettiğini düşün. Sızlatma onların kemiklerini, yeter artık. Utanma geçmişinden. Düşme tuzağa. Utanma atandan, kanma satılmışa. Senden beklenen, sana ve geçmişine yakışandır. O da, sana unutturulmaya çalışılan onuruna, kimliğine sahip çıkmandır. Unutma! Hainlerin, iş birlikçilerin oyunu hep aynıdır. Bu kara güçler, hedef seçtikleri kitlelere önce geçmişlerini sorgulattırır, ardından da seni sen yapan tüm değer yargılarını zaman içerisinde dumura uğratmak ister. Hatta daha da ileri giderek geçmişinle aranı açıp ondan utanman için ellerinden geleni yaparlar. -Maalesef son zamanlarda açılan bu çanağı doldurmaya çalışan kişilerin gittikçe artığı görülmektedir.- Sonrası ne mi olur? Köksüz, dayanaksız bir fidan, bir sap gibi en hafif esintide bile yere düşüp oradan oraya savrulmaktan, kuruyup yok olmaktan kurtulamazsın. Bunu nasıl anlayamıyorsun? Bu kadar mı şaşkınsın? Kurtul gözlerindeki tavukkarası bakışlardan. Çıkar at gözündeki at gözlüklerini. Gecen de gündüz olsun, geleceğin de. Dilin pak, alnın ak olsun onurunca, gururunca.
Hâlâ anlamadıysan beni, bak sana ne diyeceğim: Tanır mısın, “Ben, Türkçenin ezelî bir âşığıyım.” diyen Hâlit Ziya’yı? Kulak ver derim buram buram dil sevdası kokan sözlerine. Belki içini burup, seni sende gizleyen benliği bulmanda yardımcı olabilir. Hani bana sormuştunuz ya ” Nasıl bir sevda bu dil sevdası?” diye. İşte onun kaleminden yanıt:

Ben, Türkçeyi, muhtelif devirlerinde, muhtelif elbiselerle, muhtelif şekillerde gördüm ve sevgilimi o libasın altında, kendi cevherinde sevdim.
Ben eski Babıâli (kâtiplerinden işittiğim süslü dili) sevdiğim gibi, Aksaray’da karpuz sergisinde müşteri ayartmak için çığırtkanlık eden Türk delikanlısının türlü zarafetlerle dolu Türkçesini de sevdim.
Ben, Dîvan Edebiyâtı’nın gazelleriyle mest oldum.
Fakat sevgili İzmir’imin, İki Çeşmelik kızının incir işlerken söylediği türkü ile de mest oldum.
Ben o sevgiliyi, atlas şalvarıyla, başının üzerinde altun işlenmiş takkesiyle gördüm.
Ben onu perişan gönüllü şâirin:

“O gül-endâm bir al şâle bürünsün yürüsün
Ucu gönlüm gibi ardınca sürünsün yürüsün “

beytinde olduğu gibi, bir al şala sarınıp yürüdüğünü görerek de sevdim.
Başında hotozu, belinde kuşağı, sadef kakılı serîri üzerine uzanmış; yâhud Sa’dâbâd’da, Göksu’da seyrâna çıkmış haliyle de gördüm, yine sevdim.
Fakat tabîatte her şey tekâmülden, inkılâptan ibaret olduğu için her devrin zevki de aynı olmuyor.
Ben son devrin, İpekiş’in kelebek kanadı kadar ince, zarif, dört metrelik kumaşıyle giyinmiş, başında küçücük beresiyle, bir rüzgâr gibi, kaldırımlar üzerinde seke seke yürüyen ve rüzgâr mı onu götürüyor; o mu rüzgârı sürüklüyor, diye, insanı şüpheye düşüren haliyle de Türkçeyi gördüm ve sevdim.

Ya bugün! Acaba bugünleri görse ne diyecekti Uşaklıgil?
Emin olduğum tek şey, dilimizi sevmekten vazgeçmeyeceği; ona olan sevgisini, dilimizin yok edilemeyecek güzelliklerini sıralayarak yeni kavramlarla aynı duyguları yineleyeceğidir.
Umarım yeterli olmuştur dostum. Var gayrı sen çek tasasını. Hâlâ sindirebiliyorsan içine satılmışlığı, el diline özenip kişiliksiz yaşamayı, diline ihaneti; tek bir sözcüğün bile bu ata mirasına zarar vereceğinin vebalini üstlenmeyi kendine yakıştırabiliyorsan, yolun açık olsun. Ama ne olur, kendinle, yaptıklarınla çelişme, dürüst ol ve “Ben Türk’üm!” deme. Çünkü Türk demek sadece dört harfli bir sözcüğün arkasına saklanmak demek değildir. Türk demek, o sözcüğe anlam ve değer katan arka plandaki onurlu tarih, kültür, duygu ve düşünce birikimi ve onların yansımasıdır. Bunların kökünü besleyen de dildir. Yani kısacası Türk demek, Türkçe demektir.
Bu dilin verdiği onuru gerektiğince yaşa, yaşat ve şunu kendine ilke edin, unutma:

BİRİMİZ HEPİMİZ, HEPİMİZ DİLİMİZ İÇİN.

Tahsin MELAN

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.