ÇANKIRI’DA ETLİK – AVLUDAN YANSIYAN ANILAR

ABONE OL
11:26 - 23/10/2020 11:26
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Sosyal paylaşım denen moda yerlerde “Siz ‘etlik’ nedir bilir misiniz?” diye sorsam, eminim pek çok kişi, özellikle gençler “O da neymiş?” diyecektir.  Onlara anlatsanız bile masalsılığın ötesine geçemeyecektir duygular, yaşanmışlıklar ve anılar. Hayal etmeye kalkışsalar bile “Acaba!” diyerek, yarı devrik kaşlarının altından kuşkulu gözlerle sizi dinleme lütfuna katlanırlar. Hatta anında internetteki çok bilen amcalarına sormaya kalkışırlar ki bu hazırcılık daha çok kolaylarına gelir. Karşılıklı muhabbetler ne de olsa sıkıcıdır onlar için günümüzde. Bunların farkında olmama rağmen yine de bile bile “etlik” bahanesiyle geçmişte -daldan dala zıplayarak- yapacağım yolculuklarla, belki sizi bir nebze de olsa ortak anılarda buluşturmaya çalışacağım.

Eskilerde, aslında “Bir varmış, bir yokmuş.” demek daha anlamlı olacak sanırım. 60’lı yıllarda “etlik” denilen bir âdet vardı. Sonbahara doğru “etlik” adı verilen bir keçi, -nadiren koyun- ki genellikle teke denilen erkek olanı tercih edilerek alınır ve kışa hazırlık için kesilirdi. Bu âdetin sadece Çankırı’ya özgü olduğunu sanmıyorum; eminim Anadolu’nun pek çok şehir ve köyünde “kavurmalık” olarak da adlandırılan bu tür alışkanlıklar vardı. Amaç kışlık et ihtiyacını en uygun zamanda hazırlayıp depolamaktı. Neden keçi ve teke derseniz, onun da kendine has bir özelliği vardı. Besiciler sonbahara doğru davara tuz yalatırdı. Böylece etlerinin daha lezzetli olması sağlanırdı ki bu konu, pazarlık sırasında en etken ve önemli nokta olarak kendini gösterirdi.

Etlik kesimi sırasında evlerin avlusunda bir telaş başlardı. Çankırı’da evler daracık sokaklara açılırdı ve genellikle hepsinin büyük ya da küçük birer avlusu vardı. Bu avlu hayat demekti. Evin en önemli bölümlerinden biriydi. Her şey burada başlar, burada biterdi diyebiliriz. Dolayısıyla buralarda yaşayanların en güzel anıları bu avlunun içinde, duvarların arasında saklıdır, buradan yansır. O dönemlerde evlerde genellikle tek çeşme olurdu ki o da bu avlunun bir köşesinde yer alırdı. Eski yapı evlerin içinde su tesisatı yoktu, âdet değildi. Belediye boruyu avluya kadar çeker gerisine karışmazdı. Hemen oracıkta, en uygun yerde bir an evvel suyun hayat veren akışına, şırıltısına kavuşmak için bir boru uzatılarak musluk takılır ve sonuca ulaşılırdı. Duvara paralel olarak dikine duran bu boru, deve kuşunun çirkin boynu ve kafasını andırsa da suya kavuşmanın verdiği mutlulukla kuğu gibi görünürdü. Böylece sokak çeşmesinden su taşıma derdi de sona ermiş olurdu. Önemli olan da işte buydu: Suyun el altında olması. Mutfağa çekelim; tuvalete, banyoya çekelim ya da şuraya, buraya… Yok öyle lüksler. Bir hafta hamama gider bir hafta evde yıkanırdık. Karataş Hamamı ve Ebcetin Hamamı vardı. Hamam kültürü çok gelişmişti. Hamama gidemediğimiz zamanlar banyodaki bakır kazanın altındaki üç ayaklı soba tutuşturulur üç-beş odun parçasıyla sıcak suya kavuşulurdu. Anamız suyu ılıştırır, kova içinden tasla tepemizden boca ederdik. Velhasıl yokluğun ne olduğunu bilen ve henüz onun çaresizliğini unutmamış olan o nesil,  tek muslukla yetinmesini, mutlu olmasını da bilirdi. Yeter ki musluğu çevirince kulak zarınızı haince titreterek beyninize doğru sızan o “tıssss” sesi gelmesin. Sık sık sular kesilirdi. Ama isyanlara kapılmazdı kimse. Olana şükretme erdemine sahipti herkes. En büyük sorun ise ortalıkta dinelen kuğu başlı o boruların kışın donma ihtimaliydi. Bu nedenle babam su saatinin üstüne talaşı doldurur, güzelce saklardı onu soğuktan. Çeşme borusunun etrafına da çul-çaput sarardı. Yine de her ihtimale karşı gece yatarken ip gibi siyim siyim akacak şekilde açık bırakırlardı. Çocukluk umursamazlığıyla bazen unutur tamamen kapatırdım. Babam bu aldırışsızlığımı bildiği için herkes yattıktan sonra aşağı iner çeşmeyi kontrol ederdi. Çünkü başına gelecekleri bilirdi. Eğer o akış sağlanmazsa boruların içindeki su gece donabilirdi. Ertesi gün avluyu sis perdesi gibi kaplayan Çankırı’nın o gâvur soğuğunda saatlerce cebelleşmek kaçınılmaz olurdu. Boruların yanlarına ateşler yakarak ısıtıp tekrar suyun akışını sağlamak onun işiydi. Eğer ki donan borularda bir çatlama olmadıysa büyük şans sayılır; şöyle veya böyle, sonuçta boruların içindeki buz kitlesi eritilerek suyun akışı sağlanırdı. Fakat korkulan bu durum ortaya çıkmışsa çok daha büyük bir eziyet ve iş açardı milletin başına. O uğraşlar sırasında babamın yüz ifadelerindeki gel-gitler gözümün önünden hiç gitmez. Genellikle buna ben sebep olduğum için kendimce kendimi cezalandırır o soğukta bir köşeye çekilir, bir an evvel suyun tekrar akması için, içimden bildiğim duaları okumaya başlardım. Anamın tüm ısrarlarına rağmen içeri girmez, su akana kadar da cezamı çekerdim. İşlem uzadıkça ve bildiğim 3-5 duanın işe yaramadığını görünce bu defa Türkçe sözcüklerle dualar etmeye başlar, “Allah’ım sen nasıl olsa Türkçe de anlarsın, sana yalvarıyorum, dualarımı kabul et, babamı fazla uğraştırma, bu benim suçumdu, bir daha yapmayacağım, söz…” diyerek kendimle kavga ederdim.  Babam küfretmeyi bilmezdi. O meziyeti de bize geçmiş olmalı ki hiçbir zaman çocukları olarak ağzımıza o tür sözcükler yuvalanmadı. Küfretmezdi, ama kendince aletlere kızar, borulara söylenir, ne dediği anlaşılmaz şekilde mırıldanarak çalışırdı. Çok kızdığında ise işe yaramayan aleti “Al bakalım öyle olmaz, böyle olur!” diyerek fırlatıp atardı. Gücü ona yeterdi. Alnının tam ortasında, iki kaşının arasından başlayıp başının üstüne doğru dikine ilerleyen bir damarı vardı. Normal zamanlarda bu kesinlikle fark edilmezdi. Eğer o damar yavaş yavaş görünmeye, yatağından taşmaya hazır bir nehir gibi kabarmaya başlamışsa bilin ki babam çok sinirlenmiştir. O anda ona laf söylemeye ve işine karışmaya gelmezdi. Bu hâl babamın sinirlerinin doruk noktaya ulaştığına delâletti. Bunu iyi bilirdik. Sadece biz değil, bütün öğrencileri bilirdi. Birine kızdığında o damar şişmeye başlardı. Öfkesini yenmek istedikçe aksine daha da şişerdi. Fakat hiçbir zaman o sinir mücadelesinde babamın sabrının ve mantığının yenildiğine şahit olmadım. Duygularına gem vurmayı ve galip gelmeyi hep bilirdi. Sinirini kendini yercesine kimseye zarar vermeden yenerdi. Zaten bu huyundan olsa gerek ki yine kimseye fark ettirmeden ortada hiçbir sorun yokken birden bire, oturduğu yerde anında bizi terk edivermişti. Elimiz ayağımız âdeta buz kesmiş, çaresizlikle birbirine dolaşmıştı. Ablam hepimizden daha bilinçli ve soğukkanlıydı. Hemen telefona sarılıp doktor çağırdı ama çok geçti… Ailece oturmuş film izliyorduk. Filmin bir sahnesinde Hülya Koçyiğit rol icabı kalp krizi geçiriyordu. İşte ne olduysa o sahneyle oldu. Babamın, yılların birikimine dayanamayan kalbi, tıpkı film sahnesindeki gibi onu ansızın aramızdan çekip almıştı. O kara günün tarihini hatırlamıyorum, unuttum. Hatırlamak da istemiyorum. Bunu bilen abim, ablam ve yakınlarım bana bu konulardan hiç söz etmezler. Onları unutmak, zamanın geçmişliğini düşünmek anlamsız geliyor bana. Aslına bakarsanız babam da anam da sürekli yanımda. Onlardan hiç kopmadım. İkisi de çalışma masamın yanında durup öylesine beni izliyor. Hatta ara sıra üçümüz onların sevdiği müzikler eşliğinde muhabbete bile dalıyoruz. İkisinin de mezarı Çankırı’nın doruk noktasında, yellerin hüküm sürdüğü mezarlıkta. Nadiren de olsa ziyaretlerine gittiğimde mezarlarından aldığım birer avuç toprakla birlikte benimle geldiler. Küçük birer cam kavanoz onlara mekân oldu. Yanımda, karşımda huzur içindeler. Bunu hissedebiliyorum. Bazen “Hayatta olsalar ne değişecekti ki?” diyerek içimdeki boşluğu doldurup kandırmaya, avutmaya çalışıyorum. Fakat ne hikmetse o boşluk bir türlü dolmuyor ve dolacağını da zannetmiyorum. Hele gurbetteyseniz ve istediğiniz zaman kabir ziyaretlerine gidemiyorsanız… 30 yıldır gurbette geçen bir ömür. Ha deyince gidilmez, görülmez. Anamın cenazesine bile yetişemedim. Dolayısıyla onları hayalimde, yanımda düşünmek beni hem avutuyor hem mutlu kılıyor. Anılar varken, Lokman Hekim’e inat ölümsüzlük düşüncelerinde yüzüyorum. Öylesine dalıyorum ki bana eşlik eden müzikle bütünleşip onların yanında, o âlemde hissediyorum kendimi. Hele babamın kendince (platonik) vurgunlusu –ki anam bunu gülerek karşılardı- Aliye Akkılıç, sanki o dönemim kocaman, lambalı mobilya cinsi radyosundan seslenircesine,

 

“Ela gözlüm ben bu elden gidersem
Zülfü perişanım kal melül melül
Kerem et aklından çıkarma beni
Ağla gözyaşını sil melül melül”

 

… demeye bir başladı mı olanlar oluyor. Babamla karşılıklı göz göze dinliyoruz, suskunlukları yudumlarken. Kimi zaman da Aşık Gülabi alır sazı eline ve anamın hatırına vurur mızrabını sazın bam teline, bam teline. Parmakları gezinmeye başlar hüzün dolu türkü eşliğinde sazın perdeleri arasında:

 

“Sefil baykuş ne yatarsın burada
Yok mudur vatanın ellerin hani
Küsgün müsün selâmımı almazsın
Öter şeyda bülbül dillerin hani”

 

İkisi de gurbet kuşuydu artık. Ailelerini, anılarını, tüm yaşanmışlıklarını geride bırakıp bizim tahsil hayatımız için doğup büyüdükleri yeri, hele ki babamın âdeta yoktan var ettiği, yıllarını verdiği okulunu bir daha geri dönmemecesine terk etmişler, geride bırakmışlardı. Çankırı’ya göç etmiştik. Ablam artık ortaokul öğrencisiydi. Oysa köydeki okul sadece 5. sınıfa kadardı. Abim 4. ben 2. sınıftaydım. Gurbet kuşlarının yeni yuvası artık Çankırı’ydı ve yeni anılara doğru yelken açıyordu. Babam şehrin merkezinde, işte şu an sözünü ederek avlusunda durduğumuz bu evi almıştı. İlk aklımda kalan şey evimizin hemen yanındaki meşhur Atatürk heykeliydi. Abimle gidip onu seyretmek bize büyük zevk veriyordu. Daha önce hiç görmediğimiz bir yapıydı. Aslında Atatürk’ü elbette tanıyorduk. Ama böylesine heybetli heykelini hayal bile edemezdik. Heykeli ilk gördüğümüzde, ilk defa deniz gören bir çocuğun ufuklara uzayan bakışlarındaki âfâkî şaşkınlık bizi bürümüştü. Bu ilk buluşmamızda başımızı kaldırınca, şapkasını saygıyla çıkarıp eline almış olan Atatürk, sanki bize âdeta “Hoş geldiniz!” demişti. Çocukluk işte. Uzun yıllar o heykel etrafında bize tebessüm edişini hissederek -bekçiye inat- koşturup oynadık. Anılarımızda çok yeri var. Aslında Atatürk’le çok daha önceye uzanan bir gönül bağımız vardı. O sanki aileden biriydi.

 

O günleri yaşarken kim bilebilirdi ki anasının “güccüğüm” diye sevdiği ve dizinin dibinden ayırmadığı küçük oğlu zaman gelecek binlerce km uzakta yurt tutacaktı. Kader var olanı öylesine savuruyor ki önünde durmak ne mümkün… Hayat acımasız ve sürekli akış halinde. Kaçınılmaz son er geç bizi de bulacak. İsyan etmek, sızlanmak nafile. Güzel ve hayırlı bir iş yaptığımda sanki kavanozun içinden bir nur peydahlanırcasına onların tebessüm ettiğini hissediyorum. Taaa oralardan bizi kollayıp gözetiyorlar, buna eminim. Zaman zaman sağlık sorunlarımı ciddiye almadığımda, anamın, çocukmuşum gibi -ki zaten analarımızın gözünde hep öyle değil miyiz?- sitemkâr sözlerini; bilimsel yanılgılarla cebelleşirken ya da el işleri yaparken beceremediğim anlar babamın alnının ortasındaki nazlı nazlı akan nehrin kıpırdanışını hisseder gibi oluyorum. Çok şükür hiçbir zaman o damarın şişmesine vesile olacak bir yanlışım olmadı. Aksine onları hep huzur ve sükût içinde görüyorum. Ben onlardan çok memnunum, umarım onlar da bizden hoşnuttur. Ruhları şâd, mekânları cennet olsun.

 

Babam Hasanoğlan Köy Enstitüsü mezunuydu ve elinden gelmeyen iş yoktu. Marangozdu. O becerikliliği ile onca yokluğa rağmen günün birinde okulun uzun salonunun bir ucuna yaklaşık 1,5 metre yüksekliğinde tahtadan, piramit görünümlü bir şey yapmıştı. Ama üstü tepsi gibi düzdü. “Nar el, yine öğrencileri için bir şeyler icat ediyor.” diye mırıldanıyordu anam.  Babama el becerilerinden dolayı “Nar el” derdi. Adıyla hitap ettiğini hiç duymadım. O dönemlerin geleneksel, dışa dönük bir tür saygı yansımasıydı sanırım bu… Herkes merak içindeydi ama sormaya cesaret edemiyorlardı. Korkudan değil, “Mutlaka muallimin bir bildiği vardır.” düşüncesiyle. Herkes ona güvenirdi. O yapıyı kurduktan sonra bu defa da alçıdan kalıplar dökerek başka bir uğraş içine girmişti. Yapıyor, kırıyor, bozuyor ama yılmıyor tekrar tekrar deniyordu. Ne olduğunu söylemiyor, “Sürpriz.” diyordu. Nihayet bir süre sonra o gizemlilik meyvelerini verdi ve iş açığa kavuştu. Okulda başöğretmendi. Bir gün bütün öğrencileri salona çağırdı. Köşedeki yapının üstünü anamdan aldığı -ki anamın kullanmalara kıyamadığı- çeyizlik bir basmayla örtmüştü. Basma da neymiş diye sorduğunuzu duyar gibi oluyorum. Atatürk devrimlerini, yoktan var oluşu hele ki Sümerbank Fabrikası’nı bilmeyen basmanın da ne demek olduğunu anlayamaz elbette. Hatta bir türküde şöyle diyordu “Zeytin yağlı yiyemem aman; Basma da fistan giyemem aman…”

 

Herkes toplanmış meraklı gözlerle bekleyiş içinde, kendi aralarında en iyi tahmin benimki yarışına girerek fısıldaşmaya başlamıştı. Babam salonda sükûneti sağladıktan örtüyü son derece itinayla yavaş yavaş çekmeye başladı. Koca salon sinek uçsa duyulacak bir sessizliğe bürünmüştü. Meraklı gözler babamın el hareketini takip ederek sabırsızlıkla o noktaya odaklanmıştı. Sanki asırlara bedel süren o açılış ânı nihayet son aşamasına gelmiş örtünün tamamen kaldırılmasıyla şaşkın gözlerin yer aldığı suratları tanımlaması mümkün olmayan bir ifade bürümüştü. Aman Allah’ım! O da ne! Piramit şeklindeki köşenin doruk noktasında altın gibi parlayan bir şey vardı. Âdeta o köşeden salona bir güneş doğmuştu. O Atatürk’tü. Hepimiz inanılmaz bir mutlulukla alkışlıyor, sevinç naraları atarak zıplıyorduk. Nasıl ki Samsun’dan bir güneş gibi ülkemizin geleceği üstüne doğmuşsa aynen bizim okulumuzun salonundan da bizim üstümüze doğmuştu. Onun ilkeleri bizim de ilkelerimiz olmuş ve olacaktı. Meğer babamın onca telâşı, uğraşısı o büstü yapmak içinmiş. Çankırı’ya gidip gelenlerden birine de altın yaldızlı boya siparişi vermiş, onunla boyayarak son noktayı koymuştu. Her şey tamamlanınca da böyle onurlu bir sürpriz açılış planlamıştı. Büstün altına da “NE MUTLU TÜRK’ÜM DİYENE” yazmış; piramit görünümlü yapının önüne de onurlu bayrağımızı asmıştı. Büstün yanında durup coşku içindeki öğrencilerine baba şefkatiyle nasıl baktığını dün gibi hatırlıyorum. Küçüktüm ama gururum büyüktü, babamdan dolayı… Bu tür yaratıcılıklar babamın kanında vardı. Bir defasında bana çocukluğundan ve yaşadığı yoksulluktan dem vurarak öğrencilik yıllarında, dedemin bir defter alamadığı için kendince nasıl bir çözüm ürettiğini anlatmıştı. O dönemler köylerde kültürel bir gelenek icabı köy odaları bulunurmuş. Köyün ileri gelenlerinin toplanıp muhabbet ettiği, köy sorunlarının tartışıldığı, ya da köye gelen yabancıların misafir olarak ağırlandıkları, yatıp barındıkları tek odalı bir ev. Haliyle oraya çocukların girmesi mümkün değilmiş. Babam gece yarılarına kadar köy odasındaki kalabalığın dağılmasını beklermiş. El ayak çekilince hemen koşarak gelip odanın çevresinde ve içinde yerlere atılmış olan boş sigara paketlerini toplarmış. Babamın bu alışkanlığını bilen odanın bakımıyla görevli köy korucusu da ona yardım edermiş. Üçüncü, İkinci, Birinci ve Asker gibi adlar taşıyan zamanın gözde sigaraları. Bunlar bildiğimiz sarımsı kalitesi çok düşük hamur kâğıttan yapılan basit paketlermiş. Bugünkü gibi öyle sert karton falan değil yani. O paketlerin dışı resimli ama itinayla yırtmadan açınca, arka yüzü boş bir yaprak (kağıt) halini alırmış. İşte babam onları biriktirip üst üste koyar ve bir kenarından da analığının yorgan iğnesiyle arda arda dikerek defter haline getirirmiş. Öyle öyle okumuş. Okulun başarılı öğrencisi olmasından dolayı da Hasanoğlan Köy Enstitüsü’ne gönderilmek için seçilmiş. Yokluktan var olmak, var edebilmek bu olsa gerek. Bu bana unutulmaz bir ders olmuştu. Hâlâ onca varlığına rağmen kâğıt kullanımında, arkalı önlü en ufak bölümünü bile değerlendirme hastalığım(!) devam etmekte. Kısacası babam için sözünü ettiğim bu Atatürk köşesini yapmak çocuk oyuncağıydı. Salondaki coşku, şamata bitince babam hepimize “İştimaya (sıraya) geç!” diye komut verdi. Bütün öğrenciler “hazır ol” vaziyetinde sıraya girdi. Coşkuyla İstiklâl Marşı’nı söyledik. Ve yine babamın “Sınıflara marş, marş!” komutuyla, sanki sınıflar kaçıyor da onu yakalama telaşına kapılmışçasına tatlı bir itiş kakışla bütün öğrenciler sınıflarına doluştu. Her teneffüste olduğu gibi ben yine kocaman salonun ortasında yalnız kalmıştım. Salonun zemini tahta idi. O anki yalnızlığım tıpkı çöl ortasında bir fidan gibiydi. Sınıfım yoktu. Çünkü o dönem daha yaşım tutmadığı için okula başlamamıştım. Evimiz, yani okul lojmanı okulun hemen bir adım ötesindeydi. Dolayısıyla bütün günüm okulda geçiyordu. Bundan doğal ne olabilirdi ki? Okulun vazgeçilmez müdavimiydim. O dönemlerde okullarda süt tozu verilirdi. Yıllar sonra nedenini öğrendiğimizde her şey çok geç olacaktı. Marshall yardımları kapsamında gelen sözüm ona Amerika’nın yardımlarından biri de buydu. Öğrencilere âdeta zorunlu olarak içerilirdi. Aslında doğal olanı ziyadesiyle vardı ama illaki bu süt tozu kaynatılacak ve öğrencilere içirilecekti. Pek çok kişi sevmezdi ama nedense ben bunu severdim. Herkes 1 bardak içerken ben iki bardak içerdim. Ne hikmettir ki aradan geçen 2-3 sene sonra, ömür boyu katlanmak zorunda kalacağım kalça eklemimde kemik erimesi başlayacak, ortada başka hiçbir neden yokken başıma gelen bu olay benim çocukluk yıllarımı koltuk değnekleriyle geçirmeme neden olacaktı. Dahası ömür boyu bunun acısını çekecektim. Daha sonraki yıllarda iki defa kalça ameliyatı geçirerek alt üst eklem komple platin takılarak değişecekti. Kim bilir daha niceleri benim gibi o süt tozunun kurbanı oldu? Bu konu üzerine çok şey yazılabilir ama ben tekrar güzel anılara dönmek istiyorum. Aynı okulda amcam da öğretmendi. Kan bağı yoktu ama amca derdik. O da bizim bitişiğimizdeki lojmanda oturuyordu. Baba yarısı gibiydi. Eşi de sanki ikinci bir anaydı bize, Ayşe ana derdik. Çocukları olmadığı için bizi kendi çocukları bellemişlerdi. Amcam zaman zaman sınıfına misafir ederek beni onurlandırırdı. Ama babamın sınıflarına girmek hiç kısmet olmadı. Okulda “baba” yok, “başöğretmen” vardı. Diğer çocuklardan en ufak ayrım gözetmezdi. Bu özellikle abim ve öğrencisi olan kızı, yani ablamız için de geçerliydi. Bunun bilincindeydik. Okula gelirdim ama dediğim gibi mesafeli dururdum. Bütün bu özen ve düzeni korumamıza rağmen istisnaî olarak hayalimi gerçekleştirme kaygısıyla babamın bir defaya mahsus olmak üzere kendi kurallarını çiğnediğine şahit oldum. İşi ile ilgili olarak ilk defa duygusal davranmıştı. Ki o da tesadüftü. Ben hep okula yazılacağım (kayıt yaptırmak) günü iple çeker, numaramın da 1 olmasını hayal ederdim. Oysa doğal olarak bu numaralar çoktan dağıtılmıştı. Fakat dualarım kabul olmuşçasına benim yazılacağım sene 1 ve 2 numaralı öğrenciler mezun olunca bu numaralar yeni kayıtlarda kullanılmak üzere boşa çıkmış, meğer babam da el altında onları tutmuştu. Bu benim için mucize gibiydi. Hayalim gerçekleşecekti. Babam, çocukluk arkadaşım, daha sonraki yıllarda can dostum olan Hazım ile bana bu numaraları üleştirmek istediğini söylediğinde dünyalar benim olmuştu. Hazım’ı da çok seviyor ve benden ayırmıyordu. Babalarımız çok iyi iki dosttu. Bu nedenle bana “Yazı tura atacağım. Bilirsen 1 numara senindir.” dedi. Hazım‘la paylaşmak büyük onurdu. Ha 1, ha 2 fark etmeyecekti. Buna rağmen şansım yaver gitti, muradıma ermiştim. Dostum da 2 numarayla bana eşlik edecek birlikte aynı sınıfta yan yana olacaktık. Ne saadet… Hatta itiraf etmem gerekirse, bana ilk defa, daha ne olduğunu bile bilmediğim, karşı cinse olan çocuksu sevgi duygusunu yaşatacak olan kız da bizim sınıfta olacaktı. O zaman “aşkım, sevgilim” sözcüğü kullanılmazdı. “Vurgunlum” denirdi. Birine “vurulmak” da âşık olmak demekti. Çok güzel ve içi duygu yüklü derin anlamlı sözcüklerdi. Ne yazık ki dil, bunlar gibi pek çok güzel sözcüğünü kullanılmaması nedeniyle kaybediyor, ölüme terk ediyor. Oysa bunlar bizim öz kültürüz, sahiplenmemiz gereken mirasın kalıntıları.

 

Ertesi yıl okula bir müfettiş geldi. Babamın Atatürk köşesiyle ilgili özverili gayreti karşısında hayranlığını dile getirerek babama büyük övgüler yağdırmıştı. Gittiğinin 2. haftası bize bir hediye gönderdi. Büyükçe bir paketti. Açınca mutluluktan çıldıracak gibi olmuştuk. Bu hediye babamın yaptığından daha büyük bir Atatürk büstü idi. Onu yerine koyunca babamın yaptığı evimize geldi ve bizden biri olarak, aramıza katıldı. Şu an -renginin değişmiş olmasına rağmen- hâlâ ablamın evinde (baba evimizde) en mutena köşeyi süslüyor. İşte bu nedenledir ki Atatürk bizim ailemizden biri gibidir, onu kendimizden ayrı düşünmeyiz. Onun küçük bir heykeli odamdaki en değerli eşyam olan 2 cam kavanozun yanında durmakta. Hatta inanın ara sıra onunla da söyleşiyor, kimilerini ona şikâyet ediyorum. Mirasına yeterince sahip çıkamadığımız için bazen yüzüne bile bakamıyorum. O yıkık bakışlarımı görünce “Yurt sevgisi ona hizmetle ölçülür. Gaflet ve dalalet içindekiler er geç bunun hesabını verecektir. ” diyerek beni teselli etmeye çalışıyor. Arkasından da derin bakışlarındaki tebessümle “Hadi Safiye’yi dinleyelim. Takma kafana. Bu vatanı, bu milleti üç beş çapulcuya bırakmazlar. Ben ulusuma güveniyorum.” diyor. Ben de bu güzel sözler üzerine açıyorum müziği; birlikte Safiye Ayla’dan keyifle Yanık Ömer’i dinliyoruz.

 

“Yanık Ömer, her savaştan bir yara taşıyor.
Yanık Ömer, yiğit Ömer övünmeden yaşıyor.
Kurtuluş savaşında yirmi sekiz yaşında,
Mangasının başında, taşıyor.
Yanık Ömer, yiğit Ömer siperleri aşıyor.”

 

Yine nerden nereye atladık. Sanki zaman makinasında tur atar gibiyiz. Şimdi tekrar avlumuza ve etlik konumuza dönelim isterseniz: Avluda ana-baba günü gibi bir hava eserdi. Avlunun üstünü kaplayan asma, yapraklarıyla âdeta doğal bir şemsiye görünümündeydi. Güneş, hafif sonbahar esintisinin hüznüyle oynaşan yaprakların arasına dalmaya çalışıyor ve bulduğu aralardan mızrak gibi avlunun zeminine çakılıyordu. Avlu tepeden inen o irili ufaklı mızrak görünümlü ışık hüzmeleriyle oynaşır gibiydi. Onlar kendilerince cilveleşirken etlik telaşı almış başını gidiyordu. Tencereler bir yanda, leğenler bir yanda. Aile fertleri, genç-ihtiyar demeden herkes işin bir ucundan tutardı. Tam olarak küçük çapta bir imece usulü sergilenirdi. Etler kemiklerinden ayrılır; kuşbaşı kavurmalıklar, kıyma olacaklar bir tarafa, tuzlanarak kurutulacaklar bir tarafa, sucuk yapımında kullanılacak olan barsaklar, kısacası en ufak ayrıntısına kadar değerlendirilecek şekilde her şey özenle istiflenmeye başlanırdı. Bu telaş ve kargaşa sırasında benim aklım fikrim ise keçinin postunda idi. Hani imamın fikri neyse zikri de o misali. Babamın bir de müzisyenlik yanı vardı. Mandolin çalar türküler söyler, öğrencilerine öğretirdi. Bu meziyetleri hep köy enstitüsünün yansımasıydı. Bana da bu güzel zevki aşılamak için, küçük bir darbuka almıştı. Müziğe onunla başladım. Bir süre sonra o darbuka beni kesmemeye başladı. Onun sınırlarını aşmam gerektiğini hissediyor, kendi çapımda işi büyütmek istiyordum. “… ve Atilla Mayda” olacaktım. Bu sözün ne demek olduğunu o günleri yaşayanlar iyi bilir. Bu nedenle yeni bir darbukam olsun hevesindeydim. Aslında bir tane kiremit usûlü balçıktan pişirilerek yapılmış, üzeri sırçalı desenlerle kaplı darbukam vardı, ama derisi patlaktı. İzzet amcam çöpçüydü. Çankırı’nın meşhur camisinin çevresinde temizlik işleri ondan sorulurdu. Bir gün tesadüfen yol kenarında bu darbukayı bulmuş, hemen ben aklına gelmişim haliyle. Akşam iş bitiminde koltuğunun altına sıkıştırmış olarak avlu kapısından girdiğinde dünyalar benim olmuştu. Bugün için kimsenin önemsemeyeceği böylesi basit şeyler bile bizleri inanılmaz boyutlarda mutlu edebiliyordu. Mutluluğu parada, pulda, malda, servette arayanların er geç bu yanılgılarından pay çıkaracakları kesindir. Mutlu olmak, sanırım mutlu olmayı istemekle başlıyor. Hayallerime doğru çıktığım yolda bir adım daha ilerlemiştim. Şimdiki hedef, patlak deriyi yenilemekti. Ama nasıl ve neyle? Bu nedenle dört gözle etlik zamanını bekliyordum. Nihayet özlemle beklenen an gelip çatmıştı. Bu deri tam benim aradığım gibiydi. Eti, kemiği, kıymayı kim takar, umurumda bile değildi. Varsa yoksa darbukaya deri olacak posttu benim derdim, gerisi fasa fiso… Sokak kedilerin kasap dükkânı karşısında boncuk gözlerini dikerek atılacak kemik veya şırdan cinsi parçaları beklediği gibi ben de derinin bir an evvel yüzülüp kenara konulmasını bekliyordum. Hatta o postun kıllarından nasıl temizleneceğini bile ebeme sorup öğrenmiştim. Meğer tuza falan yatırılıp bazı işlemlerden geçiriliyormuş. Bu sorun değildi. Delinin pösteki saydığı gibi gerekirse kılları tek tek yolmaya bile razıydım. Bu uğurda da canhıraş bir şekilde gayret sarf ediyor, postu yüzerken babamı hayrete düşürecek şekilde, yardıma çalışıyordum. Babam anlamaz mı? Yılların verdiği meslekî birikimle tabir-i caizse insan sarrafıydı. Benim gibi dünkü bebenin ruh halini anlamaması ne mümkün? Elbette bilirdi benim içimden geçenleri. Kaldı ki ikide bir “Baba dikkat!!! Bıçak deriyi delecek!” diye elimde olmadan telaş içinde yeltenip duruyordum. Hararetle deriyi yüzüyoruz. Babam eğilip doğruldukça tepesindeki bir tutam perçemi komik bir şekilde alnına doğru düşerdi. Elleri kan içinde olduğu için düzeltemezdi de. İrsi olsa gerek ki babamın yaşına geldiğimde benim saçlarım da, bir zamanlar bana komik görünen o hâle gelmişti. Ara sıra “Şu saçımı geriye atıver.” derdi. Birinde yine aynı şeyi söyledikten sonra hafif bir tebessümle kulağıma doğru eğilerek “Sen de çok çalıştın, hele şu işler bitsin senin darbukayı da hallederiz.” demez mi?  Allaaah, bu gün boyu işittiğim en güzel sözdü. O bakışı ve ses tonunu çok iyi bilirdik. Babamın bize sarılıp vıcık vıcık okşamak, öpmek gibi âdeti yoktu. Annemin de. Ama biz onların ne zaman, ne demek istediklerini bakışlarındaki ifadeden anlardık. Bir bakışla sanki bize dünyanın en büyük sevgi yumağını ya da felsefî, ahlâkî, edeb ve hayâ ile ilgili sayfalar dolusu bir eserin özetini sunarlardı. Kolay kolay onlardan bir şey de istemezdik. Zaten onlar bizim ihtiyacımızı, ne istediğimizi bilir, yeri ve zamanı gelince alır, yaparlardı. Çocuktuk, ama ısrar ve onları zora sokma kaygısı bizim edep anlayışımızla uyuşmazdı. Anamız, okuma-yazması bile olmayan biriydi, ama cahil değildi. Cahilliğin okur-yazarlıkla örtüştüğünü düşünenler daha çook yanılır. Nice mektepliler vardır ki üç-beş kelimelik muhabbetin ardından tezek gibi cehalet kokmaya başlarlar. Oysa anam, köklü ve saygın bir sülâleden geliyordu. Aileden gördüğü terbiye, ahlâk ve yaşam biçimi onu, yüksek okulların da yükseğinde eğitim görmüşçesine bir kişiliğe büründürmüştü. Köyde akşamları babamla amcam, gaz(yağı) lambasının fitilinden cam fanus içinde salınarak âdeta fanusun tepesindeki delikten yanan gazın isiyle birlikte odaya çıkmaya heveslenen alevden yayılan kör aydınlıkta, sırayla, Reşat Nuri Güntekin, Halide Edip Adıvar, Halit Ziya Uşaklıgil gibi yazarlara ait Türk klasiklerini okurlardı. Analarımız da dinlerler, bölüm bitimlerinde konuya ilişkin yorumlar yaparlardı. Bütün romanları sanki onlar da okumuş olurdu böylece… İşte öylesine cahildi(!) benim anam. Bu erdemli kişiliğiyle üç fidanını suluyor, sevgisini de katarak bize damgasını vuruyor; babam da mürekkebi ilim kokan kalemiyle imzalayıp onaylıyordu. Böylece hamurumuz gün be gün özenle yoğrulmuş oluyordu. Bu bizim için büyük bir onur ve gururdu.

 

Yazıya başlarken de dediğim gibi etlik bahanesiyle avludan yansıyan anılarda dolaşıp duruyorum. Ana konuyu yazarken “Beni unutma!” dercesine zihnimde canlanan anıların hatırını kıramıyor ve onlarla yine o anlara dönüyorum. Şimdi tekrar etlik konumuza dönelim, bakalım nerede kalmışız ve bizi yine hangi açılımla nerelere götürecek görelim: Deriyi, postu yüzmüştük. Yüzme işinden sonra gövdenin parçalanması bölümü başlardı ki bunu da avlunun bir köşesinde yer alan kızıl renkli çamaşır taşında yapardı babam. Yerden yaklaşık 70-80 cm yüksekliğinde bir zemin blok üzerine yerleştirilen ortalama 1×1 metre genişliğinde ve yüksekliği tahminen 20-35 cm olan bu taşlar hemen hemen her avlunun olmazsa olmazıydı. Evinde suyu ve bu taşı olmayanlar, çamaşırlarını, arka sokağımızdaki Çankırı’nın meşhur “Çamaşırhane”sinde yıkarlardı. Bu yer Çankırı’da yaşayanların anılarıyla çınlamaktadır. Şimdi müze olarak hizmet veren bu mekâb üzerine cilt cilt kitaplar yazılsa yeridir. Çamaşırları analarımız, ellerinde bu taşın üstünde yıkarlardı. Aman Allah’ım o ne çileydi… Bir tarafta suyu kaynat, bir yanda suyu ılıt, bir taraftan sabunla, oğşala, tokaçla… Neydi o anamın ve dönemindeki kadınların çektiği bu sıkıntılar? İşin ilginci hiç de isyan ettiklerini görmezdim. Olağan bir akışın vazgeçilmezleriydi bunlar ve yaşanılası şeylerdi onlar için. Anlamsız yere sızlanıp isyan etmeyi bırakın, bu tür duygulara kapılmak kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi. Anaların işi ve engellenemez kaderiydi bu. Bizim evde çamaşır pazar günleri yıkanırdı. O gün temizlik günüydü, banyo ve çamaşır günü yani. İşte öylesi bir pazar günü yine anam erkenden kalkıp bildik yöntemlerle çamaşır yıkamaya girişmişti. Avluda yanan maltızdan çıkan is kokulu duman, mangalın üstünde kaynayan kazandan çıkan buhara ve sabun kokularına karışıyordu. O, avluda kendi işiyle haşır neşir olurken biz normal okul günlerinde olduğu gibi güzel ve temiz giysilerimizi giymiş çıkmaya hazırlanıyorduk. Duvardaki “Saatli Maarif Takvimi”nin o günkü yaprağının en üstünde büyük harflerle “NİSAN” yazıyordu. Hemen altındaki rakam da “23”ü gösteriyor, onun altında da günlerden “Pazar” olduğu görünüyordu.  Yani o gün 23 Nisan bayram günüydü. Bir ara anam, bizim telaş içinde hazırlanışımızı duymuş olmalı ki arkasına dönerek “Ne yapıyorsunuz?” diye seslendi. En yakınındaki babam “Hanım, bugün 23 Nisan, bayram günü, okula gideceğiz, unuttun galiba.” dedi. İşte ne olduysa o anda oldu. Anam olanca siniriyle doğrularak elindeki çamaşırı taşın üstüne fırlatıp, bileklerine kadar sinmiş olan sabun köpüklerini de silkeleyerek “Bunlar ne biçim adam? Durup durup benim çamaşır yıkayacağım gün bayram mı olurmuş? Bunlarda hiç mi düşünce yok…” diyerek isyana başladı. Çünkü o da her bayram Atatürk heykelinin yanına gider, maviş gözlerinden yansıyan tebessümle geçit törenimizi zevkle izler; babamı ve bizi görünce yaşayacağı o gurur ânını hiç kaçırmazdı. Bizim makaralar boşalmıştı, gülmekten kırılıyorduk. O ise sinirli ve şaşkındı; gülüşümüze bir anlam veremiyordu. Birden irkilircesine yüz hatları yumuşadı. Sözlerindeki mantıksızlık uykusundan uyanmış o da bizimle birlikte gülmeye başlamıştı. Bu olay, bizim ileriki yıllarda onsuz yaşayacağımız her 23 Nisan günü, onu buruk bir tebessümlerle anacağımız bir anı olarak kalacaktı.

 

Bir gün avlunun kapısı açıldı. Babam yüzündeki o sevgi yansıması tebessümüyle avlu kapısında göründü. Anama seslendi. Bu arada, her halinden ağır olduğu anlaşılan bir şey taşıyarak babamın arkasından iki kişi daha kapıdan içeri girdi. Kocaman, zebellah gibi bir karton kutu. Hiç bilmediğimiz, görmediğimiz büyüklükte. Adamların “Nereye koyalım?” demesine fırsat bırakmadan, babam, çamaşır taşının yanını işaret etti. Yere koydular ve gittiler. Biz hepimiz şaşkınlıkla kutudan ne çıkacak diye beklerken babam anama “Hanım, sen aç kutuyu!“ dedi. Anam, acemi pehlivanlar gibi peşrevsiz serbest güreş tutarcasına kutuyla cebelleşmeye başlamıştı. O uğraşırken biz üç kardeşin elleri, kolları sessiz sinema oynar gibi şöyle yap, böyle yap dercesine debelenip duruyordu. Nihayet kutunun, deli bağlar gibi zımbalanmış bölümleri yırtılmış, üstü açılmıştı. Ikına sıkına kartonu yukarı çekerek sonunda amacına ulaşmış, gizemli nesneyi gözler önüne sermişti. Hayretler içinde donup kalmıştık. Anamın gözleri dolmuştu. Ne diyeceğinin şaşkınlığıyla titrek bir sesle “amaaa” diye mırıldanarak elini yumruk halinde dudaklarını hapsedercesine yüzüne götürüp sustu, öylece kalakaldı. Mutluluğu boğazında düğümlenmiş, bir şeyler söylemesini engelliyordu. Ağzını açsa kesinlikle göz yaşlarını tutamayacağı belliydi. Biz de onun bu mutluluğu karşısında gözlerimizdeki bulanıklığa yenik düşmüştük. O buğulu bakışların hedefindeki, âdeta bize gülümseyerek bakan beyaz metal kutuyu algılayabiliyorduk. Meğer babam anneme bir çamaşır makinası almıştı. Hem de merdaneli. En lüksünden. O dönemin en lüksü olduğunu, o merdanenin kolunu çevirenler iyi bilir. Dünyalar annemin, dolayısıyla bizim olmuştu. Sanki avlunun o köşesinde güller açmış, mis kokusu bizi sarıp sarmalamıştı. Buna rağmen yine o vıcık vıcık sevgi gösterileri yoktu. Bir ara anamın babama minnet dolu kaçamak bakışını gördüm. Bu bize yetmişti. O günden sonra çamaşır günlerini iple çeker olduk. Abimle merdane çevirme sırasına ve yarışına girerdik ki bu aynı zamanda bir güç gösterisi niteliğindeydi. Anamız ise kendisine dünyaları vermişlercesine mutluydu. Durup durup tekrarladığı ibretlik biz söz, bir dua vardı ki hâlâ kulaklarımda çınlamakta “Bunu icat eden gâvur da olsa Allah onu nur göllerinde yatırsın.” derdi. Bu da insana hizmetin Allah katındaki sevabının ne düzeyde olacağının en basit kanıtıydı.

 

Gördüğünüz gibi deriyi yüzdük, iş parçalamaya geldi derken yine nerelerde dolaştık.  Her şey yasanlandığı gibi düzene sokulduktan sonra iş pişirme aşamasına gelirdi. Hepsinin ayrı bir lezzeti ve güzelliği vardı. Örneğin kıkırdak denen bir şey yapılırdı ki doyumsuz bir tadı olurdu. Kuyruk yağı küçük küçük doğrandıktan sonra eritilerek yağı ayrıştırılırdı. Geriye kalan sertleşmiş, kıtır kıtır olan kalıntılara bu ad verilirdi. Bunların, günümüzde cips denen patates kızartmaları misali tadına doyum olmazdı. Güzel bir çerezdi diyebilirim. Üstelik yüzde yüz doğaldı. Şimdikiler gibi defalarca kullanılan aynı yağda kızartılmış cinsten ya da bakkallardan aldığımız ne idüğü belirsiz yağlarla haşır neşir olmuş değildi. Dolayısıyla öyle kanserojen maddesiymiş, kolestorel yaparmış bilmem neymiş türünden bugün dillerden düşmeyen sağlıkla ilgili kötümser sözcüklerin lafı bile olmazdı. Olmazdı çünkü o tür sözcükler hayatımızda zaten yoktu. Yoktu çünkü o dönemin toplumu doğal gıdalarla sağlıklı besleniyordu. Kısacası ne teknoloji ne de böylesi sözcükler hayatımızı henüz işgal etmemişti. Teknolojik cihazlar, oyuncaklar hayal bile edilemezdi. Oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Komşumuz terzi idi. Onun boş makaraları bize vermesi dünyalara bedeldi. Tellere geçirir uzunca bir de sap yapıp yine telden direksiyon yapardık. Direksiyonla makara arasındaki bölümü bayrak, boncuk vb takılarla süslemek, yaratıcılığın ve zevklerin yansıması olurdu. Eğer bir de araba lastiğinden kesilerek elde ettiğiniz bir çemberiniz varsa kimseler sizi tutamazdı. Bir elinizde sopayla çemberi döve döve yuvarlayıp peşinde saatlerce koşsanız bile yorulduğunuzun farkına bile varmazdınız o zevk girdabında yüzerken. Dönemin en lüks oyuncaklarından biri de “tornet” denen bir tür küçük kaykay arabalardı. Lüks dediğime bakmayın. Alt tarafı tahta bir oyuncaktı. Onu lüks kılan tornet denen demir bilyeli tekerlerdi. Bunlar arabaların, özellikle kamyon tekerlerinin göbeklerinde yer alan, arızalandığında değiştirilmesi gereken bilyeli tekerlerdi. Bu nedenle çok nadir edinilirdi. Eğer tanıdığınız bir tamirci yoksa “tornet” sahibi olma lüksünüz ve şansınız hiç yok demekti. Tornet yapabilmek için üstüne oturabileceğiniz büyüklükte bir tahta, tekerlerin orta deliklerinden geçecek kalınlıkta 2 çıta ve 3 teker gerekiyordu. Çıtanın birinin uçlarına tekerler yerleştirilir ve tahtanın arkasına çivilerle çakılarak sabitlenirdi. Bu işlem çok kolaydı ama ön taraf biraz maharet gerektirirdi. Çünkü o aynı zamanda ayakla kontrol edilen direksiyon sistemi olacaktı. O nedenle tahtanın ön kısmının ortası içe doğru tekerin içinde rahatça sağa sola dönebileceği büyüklükte oyulurdu. Teker çıtanın tam ortasına sabitlenir ve bu oyulan yuvaya gelecek şekilde yerleştirilerek bir tarafından tek çiviyle sabitlenirdi. Çıtanın iki ucu üstüne ayak basılacak genişlikte tahtanın dışına taşardı ki bu sayede ayaklarla sağa, sola çevirerek tornete yön verilirdi. Artık tornetimizi yaptık. İş bununla bitmiyor elbette. Torneti her yerde kullanmak mümkün değildi. Çankırı’nın yolları çok özel ve güzel Arnavut kaldırımlarıyla süslüydü. Güzelliğine güzeldi ama o yollar tornet sürmek için hiç uygun değildi. Zemin düz olmalıydı. Bu nedenle en güzel ve gözde yerlerin başında, belediye binasının önünden taaaaa(!) hükümet konağına kadar asfaltlanmış alan vardı. O dönemler sadece o bölge asfaltlıydı. Söylemdeki mesafeyi abartışıma bakmayın. Uzunluk yaklaşık 300-400 metre idi. Ama bu “taaaaa” diyerek abartılı anlatım tarzı Çankırı’nın bir tür kara mizah söylemiydi. İkinci önemli güzergâh da Atatürk heykelinin hemen sağ alt tarafında cadde kenarındaki PTT binasının yanındaki beton kaldırımdı. Kaldırımın en üstünden aşağıya doğru tatlı bir meyil vardı ki bu sayede tornetimiz bizi, PTT binasının hemen altındaki kapalı cezaevinin duvarlarının dibinden kaldırım sonuna kadar süzülerek kaydırırdı. Kaymak ki nasıl kaymak? Metal tekerlerin beton üzerinde dönerken çıkardığı o ses hırçın bir dalga olur cayır cayır bütün çevreyi etkisi altına alırdı. Bu sesten rahatsız olan PTT mensupları ya da çevredekiler peşinize düşerse tek çare koltuk altına sıkıştıracağımız torneti kaptırmamak için tabana kuvvet kaçmaktı. Öyle tek tarafa doğru da kaçmazdık. Tabir-i caizse çil yavrusu gibi dağılırdık. Herkes farklı taraflara kaçardı. Böylece çocuk aklımızla bizi kovalayanlara hedef şaşırtır ve çoğunlukla da başarılı olurduk.

 

Bu kadar maceradan sonra gelelim tekrar etlik konumuza. Etler parçalandı, her bölüm gereğince ayrıldı derken bu işlerin sürdüğü sırada bir de işin raconu gereği avlunun bir köşesinde mangal yakılır hazır bekletilirdi. Herkesin keyfine göre, etliğin değişik yerlerinden alınan etler nar gibi kızarmış korların üstündeki ızgaraya özenle yerleştirilir, akan yağların korlar üzerine düştükçe çıkardığı cızırtılar eşliğinde pişirilirdi. Çıkan bu ses yansımasından dolayı yapılan işe ve etlere “cız-bız” adı denirdi. Haliyle koku bütün mahalleyi sarardı. Bu nedenle babam, pişenlerden, komşu hakkı diyerek ablamla ve abimle duvar komşularımıza da gönderirdi. Doyumluk değil elbette tadımlıktı. Önemli olan bunu düşünmekti. Kokuyu duyan komşuların nefisleri körlensin ince fikri yatıyordu bu paylaşımın altında. Bir taraftan herkes işini yaparken bir taraftan da pişen etler taksim edilir işin zevki çıkarılarak çalışmaya devam edilirdi. Pişen etlerin üzerine anamın serpiştirdiği kekik ya da zemheriler, kokusuyla ve kattığı çeşniyle bir başka boyuta taşırdı bu lezzeti.

 

Kesip ayırmak, istiflemek, tadımlık cız-bızlar falan derken kesim ve parçalama aşaması bittikten sonra sıra bu güzel ve lezzet kokulu telaşın son aşamasına yani pişirmeye gelmiştir. Etler ya kıyma çektirilir ya da küçük küçük kuşbaşı büyüklüğünde doğranarak kavrulurdu. Önceden kasaplara tembih edilip kuyruk yağı sipariş edilirdi. Çünkü kuyruk yağı çok kıymetliydi hele de etlik mevsiminde. Etlerin kavrulmasının yanı sıra bir tarafta da bu yağlar eritilirdi. Daha sonra bu kavrulan etler yağlarla karıştırılarak geniş kaplara dökülerek kalıp halinde donmaya bırakılırdı. Artık işlem bitmiş, kışlık et ihtiyacı olan kavurma hazırlanmış demekti. Bundan sonra ise yine avlunun serin bir köşesinde ya da mutfakta yer alan saklama dolabına sıra gelmiştir. Bu dolaplar evlerin olmazsa olmazıydı. Dolap dediğime bakmayın. O sıradan bir dolap olmadığı gibi bir de kendine has adı vardı: Tel dolap. O dönemlerin bir tür buzdolabıydı bu dolaplar. Görünüş olarak normal bir dolaptı ama tek farkı ön cephesiydi. Bu bölüm çerçevelerden oluşur ve boşluk yerlere çok ince örülü bir tel perde gerdirilirdi. Adını da bundan alırdı. Bu tel örgü sayesinde dolabın içindeki hava akımı engellenmemiş, ama dışarıdan girecek, karınca, sinek vb. haşereler engellenmiş olurdu. Dolabın önünde bir de tozu engellemek için dikine ortadan iki parçalı perde yer alırdı. Hava şartlarına göre gerektiğinde açılır ya da kapatılırdı. Mutfakta saklanması gereken kuru erzakların sığınağıydı bu dolaplar.  Bir tarafta erişte, bulgur, tarhana, yarma, kavanozları; diğer tarafta elde dikilen torbalar içine yerleştirilen, ıhlamur, çay, şeker, kahve; yazın güneşinde özenle iplere dizilerek kurutulan domates, patlıcan, biber ve çeşitli meyve kuruları yer alırdı. Dolabın en alt bölümüne de genellikle ağırlıkları nedeniyle zeytin tenekeleri, turşu bidonları yerleştirilirdi. Günü birlik artan yemekler de elbette burada misafir edilirdi. Görsellik adına ise, raflara özenle işlenmiş danteller serilir, ön kısımdan üçgen şeklinde sarkıtılırdı ki bu da ev hanımının hamaratlığını yansıtır, bakanların göz zevkine şifa olurdu. Ki bu gelenek yıllar sonra evlere girecek olan siyah-beyaz televizyonların süslenmesinde de kendini gösterecektir. Ekranın yarısına kadar gelecek şekilde sarkan dantelin bu üçgen kısmı her seferinde üşenilmeden kaldırılıp seyir bitince tekrar özenle indirilecektir. Malın, can yongası olduğu dönemlerdir o dönemler.

 

Nihayet gün boyu süren uzun uğraşlar sonucu onca çaba ve telaş amacına ulaşmış, “etlik” olayı tamamlanmış, elde edilen kışlık et türü yiyecekler tel dolabın en müstesna bölümünde yerini alarak tüketim zamanına doğru yolculuğa çıkmıştır artık. İhtiyaç olduğunda anamın, bıçağın kayıp elini kesme kaygısıyla o donuk kalıpları tırtıklayarak yeterli miktarda kıyma veya kavurma parçalarını alıp yemeklere katışı tüm canlılığıyla bende saklı. Hatta, kalıpları kırma sırasında bir parça et tabağın kenarına sıçradığında “Bu senin kısmetinmiş.” diye bana uzatışındaki sevgi yansımasıyla etin kat be kat artan lezzetinin tadı da onca geçen yıllara rağmen hâlâ damağımda. Hiç de silinmeyecek, gitmeyecektir.

 

Her an benimle olan çocuksu mutluluğumun kaynağı, sıradan kerpiç duvarlı avludan yola çıkarak dolaştığım bu anılarda, o yaşanmışlıklarda gizli ve hep öyle de kalacak. Çünkü ben mutlu olmak istiyorum. Ya siz?

 

Tahsin Melan / 11.05.2020 / Frankfurt /05:01

 

 

 

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.
    Tüm Yorumlar (1)
    • Gülnur Sönmez

      Her “ışıklar içinde uyusun” diyene içimden, “bari benim yanımda böyle söylemese” dediğim çok olmuştur. Ama nerede insanlarda o ince düşünce… Verdiğiniz “nur yüzlü”, “nur topu gibi bir bebek”, “el emeği göz nuru” tarzı örneklere ben de katılıyorum. Allah razı olsun, duygularıma tercüman olmuşsunuz. Ben ismimi seviyorum, kim ne derse desin… Bence nur, kutsal ışık demek, ilahi ışık da denebilir. Dediğiniz gibi, “mekanı cennet olsun” yerine “mekanı bahçe olsun” mu diyeceğiz o zaman? O bahçe, bildiğimiz bahçe midir? Nur kelimesi tek heceli olduğu için, büyük ünlü uyumunu da bozmuyor üstelik.

      Yanıtla
      +0
      -0