BİR MUMCU ÖLÜR, BİN MUM BİRDEN YANAR!

ABONE OL
11:27 - 23/10/2020 11:27
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

(-Susturamazlar!)

Sabah televizyonu açar açmaz, karşımdaki ses, Uğur Mumcu’nun öldürüldüğünü söylüyordu.

Gözlerim fal taşı gibi açıldı.

Nasıl olurdu?

Doğru muydu bu haber?

İnsanın inanası gelmiyor böyle durumlarda; uykunun etkisinden sıyrılamamışsınız ya daha…

Bir gel git içindesiniz; sanki yaşamakla yaşamamak arasında geliyor insana her şey.

-“Şaka mı bu diyorsunuz” birkaç nefes sonra…

Kara haber, tez ulaşır.

İşte görüntüler geliyor gidiyor ardı ardına.

Anlıyorum ki Uğur Mumcu, kahpece öldürülmüştür.

Ekranda parça parça olmuş bir araba, karlar üzerinde, sağa sola savrulmuş bedene ait parçalar.. Kan lekeleri ve derken, yaprağı açık kalmış küçük bir defter, camları kırılmış tel çerçeve gözlük…

Of ki ne of!

Belli ki ülkemin birlik ve bütünlüğüne kast edenler, sağ sol ya da ilerici gerici ayırımı üzerinden bir kardeş kavgası başlatmak istiyorlar.

Ellerine ne geçerse, bizden yana “zaaf” olarak, buldukları açıktan savuruluyorlar.

Uğur Mumcu, bizlerin gençlik yıllarının en önemli aydınlarındandı.

Başta silah kaçakçılığı ve uyuşturucu konuları olmak üzere, devlet düzeninin içine sızmış mafyalaşmış yapılarla savaşım içindeydi.

Aynı zamanda laik, demokratik cumhuriyet değerlerinin yiğit bir savunucusuydu.

Güzel ülkemde 24 Nisan kararlarıyla birlikte yozlaşmaya başlayan değerleri sorguluyor; bu açılımın sistem üzerindeki etkilerini irdeliyor ve ulusu geleceğe ilişkin tarikat, ticaret ve siyaset ağı üzerinden yürüyen tehlikelere karşı uyarıyordu.

Seven de sevmeyende, cesaretinden dolayı ayakta alkışlıyordu; ışık olup, toplumu aydınlatmayı amaç edinmiş bu aydını.

Benim yüz yüze tanışıklığım hiç de eski bir zaman, değildi.

Daha yeni yeni haberleşiyordum kendisiyle.

İnternet, mail vs. yoktu o zamanlar; ancak mektup yazarak haberleşebiliyorduk.

İlk tanışmam bir panel için İzmir’e gelmesi üzerine olmuştu.

Yanında, kendisinin de hocası olan, 12 Mart döneminin mağdurlarından ünlü anayasa hukukçusu Prof. Dr. Uğur Alacakaptan da vardı.

Panel, asistanı olduğum üniversitemin bir konferans salonunda yapılmış; ona bizim üniversitemizin hukukçu hocalarından Prof. Dr. Seyfullah Edis de eşlik etmişti.

Uğur Mumcu, panelden sonra enstitümüzü ziyaret etti. Oturduk, hocamızın odasında çay içtik, sohbet ettik.

Ben o zaman şimdi hesaplıyorum da 28 yaşındaymışım; serde gençlik var.

Üzerinde avcı tarzı yeleği var, kalın bir kumaştan, kahverengi.

Sonraki buluşmamız, Paşaların Kavgası adlı kitabı nedeniyleydi.

İzmir Milli Kütüphane’de bu kitap için basın taraması yapmak istiyordu. Ancak kendisi Osmanlıca bilmediği için, onun adına birisi yapmalıydı bunu.

Enstitüden çıktık.

Alsancak’tan Kordonboyu’nca İzmir Milli Kütüphan’ye kadar yürüdük, sahil boyunca.

Anlattı da anlattı.

Bizim göğsümüz taşıyordu sanki, Uğur Mumcu’yla tanışıyor olmaktan; o da biliyorum ki biz gençlerden güç alıyordu.

Püfür püfürdü İzmir’in imbatı.

Ve İzmir Milli Kütüphane’de Zeliha Teyze ile tanıştırmayı salık vermiştik kendisine. Onu görecek, istediği okumaları bu hanfendi büyüğümüze yapmayı önerecekti.

O bizim, sihirli meleğimiz Zeliha Teyzemiz’di, elbette seve seve yapardı bu taramaları, içimize doğmuştu.

Gittik, konuştuk; Zeliha Hanım kabul etti.

Ve ellerimizle uğurladık Uğur Beyi İzmir’den.

Sonra bir de başka bir buluşmamızda o zamanlar Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde yaşanan olaylar nedeniyle, hocam Prof. Dr. Nejat Kaymaz’la ilgili konuşmamızı anımsıyorum.

-“Arkadaşımız bizim. Yazıyorum o olayları ve yazmayı da sürdüreceğim” demişti.

Ve yazdı da…

Ve işte şimdi bu yiğit adamdan, kara haber ha!

Ve onu kalleşçe bir pusuda havaya uçurmuşlar, parça parça etmişler bedenini ve gözlüğü, defteri, çantası, parça parça etleri sağa sola savrulmuş ha!

Vay ki vay!

Vay ki, vay anam vay!

Hey gidinin kahpe dünyası hey!

Hey ki koca yiğidim hey!

Bu devran hep böyle mi döner; hep Bolu Beyleri’nin, Hızır Paşaların borusu mu öter bu dünyad ilkin hey!

İçimize öyle büyük bir ateş düşmüş ki gel de söndür, söndürebilirsen.

Enstitümüz o öldürüldüğünde Buca’ya taşınmıştı.

Bornova’da oturan bir kişi olarak benim için Buca’ya gidip gelmek, büyük sorundu.

Önce Bornova’dan Alsancak’a geliyor, oradan trene biniyor, trenle Buca’ya gidiyordum.

Ertesi gün.

Her zaman olduğu gibi, Bornova’dan binip otobüse, geldim Alsancak’a…

Alsancak garında bindim Buca trenine.

Elimde “Cumhuriyet” gazetesi.

Bir gün önce işlenen cinayetin ayrıntılı bilgisini veriyor.

Başlığı bütün sütunlara, şu şekildeydi gazetenin:

“SUSTURAMAZLAR!”

Evet, susturamazlardı elbette, susturamayacaklardı.

Bir Mumcu ölür, bin mum birden yanardı.

Buna elbette kuşku yoktu.

Tarihte hep güçlüler yitirecek, haklı olanlar kazanacaktı; sağduyumuz, deneyimimiz bunu söylüyordu.

Güçlüler yalnızca yaşadıkları dönemde kimi mevziler ele geçiriyordu; ancak asıl sonucu, tarih denilen o unutulmaz bellek belirliyordu.

Düşünün:

Sokretes’i idam ettiler de ne oldu?

Öldürebildiler mi?

Hayır!

Pir Sultan da ölmedi bu anlamda; Kubilay da öldürülemedi.

Ki Uğur Mumcu öldürülsün, olacak iş mi?

Gazeteyi okuyorum trende giderken, bir kompartımanın içindeyim.

Kulağımı tekerleklerin, raylarda çıkardığı seslere vermişim: gele

“Tık, tık, tık…”

Durmuyor tık tıklar; arada raydan raya geçerken küçük sallantılar, sonra yeniden:

“Tık, tık, tık!”

Ve gazetenin ilk sayfasında, sayfanın sağına konulmuş Uğur Mumcu resmi bana bakıyor:

Daha fazla tutamıyorum kendimi;

Yaşlar, o resmin üstüne doğru boşalıveriyor.

Prof. Dr. Kemal Arı

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.