BİR GARİP YOLCULUK

ABONE OL
18:51 - 01/10/2020 18:51
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Gurbet deyince Almanya, gurbetçi deyince yine Almanya geliyor aklımıza. Oysa çok uzaklarda da gurbet ve gurbetçiler var. Onların her sene Türkiye’ye gelme lüksleri de yok. Bence gerçek gurbetçiler onlar. Bu Kurban Bayramı’nda onları yad etmek istedim. Almanya’daki gurbetçilerden Avustralya’daki gurbetçiye selam olsun. Kurban Bayramı’nız mübarek olsun.

Bundan tam on sekiz sene önce bir vesile ile Avutralya’ya gitmiştim. O zaman yazmıştım bu hikayeyi…Yeniden gözden geçirerek yayınlamak bugüne nasip oldu. Okuyalım:

Yolculuk mu garipti, yoksa yolculukta mı bir gariplik vardı bilemiyorum.
Frankfurt Hava Limanına vardığımızda uçağın kalkmasına çok az bir süre kalmıştı. Yol arkadaşımla birlikte merdivenleri ikişer üçer iniyor ve çıkıyorduk. Derken kemerlerinizi bağlayın anonsu yapıldı. Bu anons 20 saat havada devam edecek olan yolculuğun ilk anonsuydu. Yol arkadaşlarımızın simaları alışılmışın dışındaydı. Gözler çekik, boylar küçük, bedenler oldukça zayıf. Hostesler millî giysileriyle hizmet ediyorlar. Avrupa’ya özenmiyordu demek ki uzakdoğulular. Hosteslerin giyiminden anlaşılan buydu. Kendi kimliklerini ve kültürlerini koruma kousunda aşırı derecede hassas davranıyor olmalılar.

Hoştu, güzeldi, alkışlanacak bir davranıştı.Kültür emperyalizminin ağına takılmış gibi görünmüyorlardı. “Hadi canım sende, biz uzak doğuluyuz, Malaysia’lıyız” der gibiydiler lisanı halleriyle. Sanki meydan okuyorlardı emperyalistlere ve onların sadık hadimlerine. Avustralya yolculuğunu Malaysia Hava yollarıyla yapıyorduk.
Onbir saatlik yorucu bir yolculuktan sonra ilk durak olan Malaysia Havalimanı’na iniş için kemerlerimizi bağladık. Aman Allahım o ne sıkıcı yolculuktu öyle, Onbir saat havadasınız, ayaklarınızı uzatamıyorsunuz, biraz hareket etmek isteseniz edemiyorsunuz, hele bir de iki tarafınızda oturan yolcular bire uzun ikiye kısa iseler, varın siz tahmin edin yolculuğun rahatlığını(!).

Çıkış için gişelere doğru ilerlerken, hayretler içinde kaldım. Gişelerde başları örtülü tesettürlü memureler var. Bir anda yorgunluğumun kaybolduğunu hissettim. İşte hürriyet ve işte insan hakları. Hemen kendi ülkemi düşündüm. Başörtüsüyle üniversiteye giremeyen bacılarımızı düşündüm.Halkının %99’u müslüman olan bir ülkede inancından ötürü müslüman hanımlar başlarını örtemiyorlardı. Oysa Malaysia halkının % 51’i müslüman ve buna rağmen halkı inandığı gibi yaşama özgürlüğüne sahip.

Türk pasaportunu görünce hemen ayağa kalktı ve “buyurun hoşgeldiniz” dedi başörtülü memure. Ben Avrupa ülkelerini hemen hemen dolaştım görevim dolayısıyla. İlk defa Türk pasaportuna selam duran bir memureyle karşılaştım. ”Sen şöyle ayrıl bavullarını aç” denilmedi ilk defa bana. Herhalde Osmanlı döneminde de böyleydi, açılıyordu bütün kapılar Osmanlı vatandaşına. ”Buyurun Hoşgeldiniz”. Ne güzel kelam. İtibar görmeniz ne kadar onur verici. Koltuklarınız kabarıyor, etrafınıza bakıyorsunuz gururla, “Evet ben Türküm ve Müslümanım.”

Tabi bu yol arkadaşım için geçerli değildi. O da Türk’tü ama Türk pasaportu taşımıyordu. Bir saat kadar tuttular onu içeride. Belirli sorular sormuşlar.

Malaysia’da bir gün kalarak yolculuğumuza devam edecektik. ”Air Hotel”de kalmamız gerekiyordu. Üçüncü sınıf bir Hoteldi. Oldukça da rutubetli. Biraz kestirmek için yatağa şöyle bir uzandım ve tavanda kıbleyi gösteren bir işaret… Bunlar küçük ayrıntılar belki ama, insanı mutlu den ayrıntılar.

Bu birgün içinde, Malaysia’yı tanımalı, Malaysia’da okuyan Türk öğrencileriyle ve öğretim görevlileriyle tanışmalıydık.
Otele yerleşir yerleşmez hemen telefona sarıldı yol arkadaşım. Uluslararsı İslam Üniversitesi’nde okuyan Kemal Civelek, bir saat sonra oteldeydi. Aldı bizi arabasına ve başladık Malezya sokaklarında yol almaya. Uzakdoğuya has bitki örtülerinin süslediği yollardan geçerek, soldan akan trafiği yadırgayarak ”Uluslararası İslâm Üniversitesine” ulaştık. 30 tane Türkiyeli öğrencimiz okuyormuş bu üniversitede. 10 tane de öğretim görevlimiz varmış. Bunlardan biri de Ahmat Davutoğlu(Bugün Dışişleri Bakanı 2012)

Oturduk sohbet ettik kendileriyle, Türkiye’den her açıdan uzak oldukları için hemen Türkiye’yi ve ara seçimleri sordular(O zaman Türkiye’de ara seçimler vardı). Türkiye ekonomisini sordular, üniversitelerdeki başörtüsü olaylarının son durumlarını sordular, uzun uzun anlattık.

Onlar da bize, Malezya’dan ve Malezya’daki müslümanlardan onların yaşantılarından bahsettiler. Yaklaşık iki saat kadar sonra, Doç.Hulusi Bey ve Kemal Civelek bizi otele bıraktı.

Sabah Malezya’yı tanımaya Kuala Lumpurdan başladık. Modern binaların yanında gece kondular ve fazla temiz olmayan caddelerle tipik bir Uzakdoğu başkenti Kuala lumpur.
Afrika mimarisinin tipik örnekleri olan minareler özgürce yükseliyor Kuala Lumpur’da. Minarelere paralel olarak, insanlar inançlarını laiklik baskısı olmadan özgürce yaşayabiliyorlarmış burada. Kemal Civelek anlatıyor: ”Mesela, nikah işlemleri imamlar tarafından yapılıyor. Cuma namazlarını memurlar da kılabiliyorlar. Cuma saatinde her taraf kapalı. Memur olan ve fabrika v.s gibi yerlerde çalışan kadınlar başörtüsüyle rahatlıkla çalışabiliyorlar.”

Ayrıca Hac fonu diye bir fon kurulmuş, doğumdan itibaren bu fonda para birikiyormuş, çocuk ergenlik çağına gelince de bu fondan yararlanarak hemen Hacca gidebiliyormuş. Malezya’lı gençler bu fondan istifade ederek, evliliklerini Hac zamanında Mekke’de yapıyorlarmış. Hem Hac, hem de yanısıra Evlilik. Çifte saadet, ne güzel.

Namazlardan yarım saat önce minarelerden Kur’an okunmaya başlıyor. Sorduk ”her zaman böyle midir?” diye. Evet böyledir dediler.

Ezan sesinden rahatsız oluyoruz, ezanlar ses cihazlarıyla okunmasın diye valiliklere müracaat eden Türkiye’li laikler geldi aklıma…

Bir de ne görelim, aman Allah’ım, vakit namazlarına hanımlar da geliyor. Çoluk- çocuk bütün aile camide vakit namazı kılıyor. Namazdan sonra tekrar dağılıyorlar. Oysa bizde kadınların camiye gitmeleri neredeyse yasak. Hele hele vakit namazlarında ve cuma namazında kadınlar camiye gelecek… Sonucu düşünmek bile istemiyorum. Acaba diyorum, dini biz mi bilmiyoruz, yoksa bu insanlar mı? Yoksa bu insanların dini başka bir din midir?

Yine sorduk? Müslüman mısınız? Diye. Evet müslümanız dediler ve dinlerinin adının da İslâm olduğunu,Peygamberlerinin Hz.Muhammed (S.A.V) olduğunu, Kitaplarının da Kur’an olduğunu söylediler. Kadınların cuma namazı kılması bizim için gerçekten büyük bir olay. Çünkü bizim ilmihal kitaplarında, cuma namazını kimler kılmaz başlığının altında, özürlüler, hastalar sayıldıktan sonra ”kadınlar”da diye yazar.

Türkiye’li müslümanlar mı hata ediyor, yoksa Malezya’lı müslümanlar mı? bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki; Allah’ın dininde çifte standart yoktur. Yorumu siz okuyucularıma bırakıyorum.

Malezya krallıkla idare edilen bir ülke. Kralların kralı var, birde eyaletlerin kralları var. Kralların krallarını eyaletlerin kralları seçiyor. Krallar kendi adlarına cami ve kültür merkezleri yaptırıyorlarmış. Osmanlı Padişahlarında olduğu gibi.

”San Şayn” kralı da bir cami yaptırmış kendi adına.Bu caminin farklılığı, birkaç mimari özelliği birarada taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Minareler Osmanlı mimarisine uygun şekilde yapılmış, dış avlu Selçuklu mimari tarzında. Kubbe Mescid’i Nebevi’nin mimari özelliğini yansıtıyor. İçerisinde Afrika mimari tarzı kullanılmış, duvar motifleri de öyle. Çiniler Kütahya’dan götürülmüş.

Malezyalılar, soba nedir, kalorifer nedir, palto nedir? Nasıldır? bilmiyorlar, sıcaklık devamlı 30 derecenin üzerinde.

Günümüz o kadar hızlı geçti ki, nasıl geçtiğini anlayamadık bile. 21’45 de Kuala Lumpur Hava alanında olmamız gerekiyordu.Bu kez erken geldik Hava alanına. Kahvelerimizi yudumlarken,Filistinli bir öğrenciyle Bosnalı bir kız öğrenciyi tanıştırdı bizimle Kemal Civelek. Ülkelerinden emperyalistler tarafından sürülmüş iki genç… Birinin taşlarla kolu kırılmış, öbürünün ırzına geçilmiş, Filistin’de, Bosna’da. İkisi de kader kurbanı. Malezya da bir araya gelmişler ve evlenmişler. Kader işte…

“Bosnalı bacım, keşke fırınlara atılsaydında, orada yakılsaydın da, dumanın göğe yükselseydi; belki o zaman dünya müslümanları senin farkına varırlardı da, alnına o kara leke sürülmezdi.” Hüzünlendik, üzüldük, Filistin üzerine birkaç söz söyledik, Bosna üzerine de birkaç söz söyledik. Buruk bir şekilde ayrıldık o iki talihsiz çiftten.

Enfal Suresi’nin 65′ ci ayetini hatırladım hemen, ”Gerçekten inanan ve sabırlı olan 20 kişi iseniz, ben size 200 kişiyi mağlup edecek güç veririm, 100 kişiyseniz 1000 kişiyi mağlup edecek güç veririm”.

Dünya nüfusu altı milyar. Bu altı milyar içinde müslüman nüfus iki milyar. Yani üç kişiden biri müslüman. Normal şartlarda bile müslümanların galibiyeti söz konusuyken bir de Allah’ın 20 kişilik güce vereceği, 200 kişilik güç düşünülecek olursa, müslümanların bugün emperyalistler tarafından kanlarının akıtılmaması, gözyaşlarının akıtılmaması gerekmez miydi?

”Allah müslümanlara neden yardım etmiyordu?” Bir başka ayet hemen hafızamda canlanıveriyor,”Siz kendinizi değiştirmedikçe Ben sizi değiştirmem”…

Hoşgörüde değişim, insan haklarını algılamada değişim, yardımlaşmada değişim, kardeşlikde değişim, başkalarının günahlarıyla uğraşmama konusunda değişim, dünya menfaatlarına bağlılıkta değişim, adil yargılama ve adil paylaşımda değişim, hurafelerden ayrılmada değişim, bid’adlardan uzaklaşmada değişim, Allah’ın dinini Allah’a teslim etmede değişim, herhalde değişimden kastedilen bu ve benzeri değişimler olsa gerektir diye düşündüm. Dış görünümdeki değişim değildi istenen herhalde. Sakal bırakmak, şalvar giymek, sarık giymek, çarşaf giymek değildi herhalde değişime sebep olacak değişim. Çünkü, Allah müslümanları değiştirmiyordu, dönüştürmüyordu…

Derken yine bir anonsla daldığım hayal aleminden uyanıyorum.”Kemerlerinizi bağlayın”. Dokuz saattlik birincisine benzer yorucu bir yolculuktan sonra bu sefer Avustralya’ya indik. Oldukça görkemli bir Hava alanı var Avustralya’nın. Yol arkadaşım Malezya’daki gibi yine takıldı Pasaport memuruna, ama bu kez nedense erken kurtuldu memurun elinden.

Kazım Ateş ve Tahir Solak karşıladı bizi Hava Alanında. Melburn’daki merkezlerine götürdüler biz. 80 dönüm içerisinde kapalı spor salonu bile mevcut olan mükemmel bir okul binasını satın almışlar. Aynı zamanda bu okulu bölge merkezi olarak kullanıyorlar.

Melburn Avustralya’nın 4 büyük şehrinden biri, 35.000 Türkiye’li yaşıyormuş burada. Avustralya’da yaşayan tüm Türkiye’lilerin sayısı ise 150.000 civarındaymış(1994).

Resmi rakamlarda ise Türk nüfus 42.000 olarak tespit edilmiş. Avustralya’ya Türkiye’den gelenleri, Türkiye’li olarak sayıyormuş Avustralya hükümeti. Sadece Avustralya’da doğan çocukları Avustralya’lı olarak gösteriyormuş resmi kayıtlarında. Aradaki fark bu anlayıştan kaynaklanıyormuş. Avustralya’da yaşayan müslüman sayısı 500.000 civarında imiş.Ne yazık ki; orada da müslümanlar arasında bir kaynaşmadan söz etmek mümkün değil. Onlar da Allah’a kul yetiştrime yerine, herkes kendine üye yetiştirmekle meşgul imiş. Avustralya’nın ekonomik rahatlığı da birlikte olma ihtiyacından uzaklaştırmış müslümanları.

Avrupa’nın aksine, Arap ülkelerinden gelenler, biraz daha şuurlu Türkiye’li müslümanlardan. Dört tane İslâm Koleji açmışlar Melburn’da. Eğitime büyük ölçüde ağırlık vermişler. Avustralya hükümeti bu konuda oldukça rahat.
İki senelik bir deneme müddeti koymuş özel Okullar için, bu zaman zarfında aldığı artı puanlardan sonra okulu Avustralya hükümeti finansa ediyormuş. Türkiye’den gelen müslümanlar, Avrupa’da olduğu gibi Avusturalya’da da böyle bir imkanı değerlendirememişler.

Azem Atlıhan, Ali Galip Oruç, bölgenin bizlere mihmandar olarak verdikleri iki genç arkadaş. Azem Denizli’li, İmam Hatip Lisesi’nde sınıf arkadaşım. 15 yıl sonra Melburn’da karşılaştım ve kucaklaştık. Ali Galip Oruç’da yol arkadaşımın memleketlisi. Kayseri’li. O da İmam Hatip Lisesi mezunu, onlar da 15 yıl sonra Melburn’da karşılaşıyorlar. Daha çok kıymetli dostlarımız oldu Avustralya’da.

Oldukça mahzun Avustralya’da yaşayan Türkiye’liler, on yıldan aşağı izine gidenlere fazla rastlaya mıyorsunuz. Kimisinin anası, kimisinin babası vefat etmiş, buna rağmen onlar halen gidememişler izine, görememişler ölümden sonra kardeşlerini akrabalarını. Hava alanında rastladığımız bir teyzeye sordum: ‘Ne zamandan beri buradasınız’ diye? “25 yıldan beri” dedi. Peki bu kaçıncı izin dedim, “ikinci izin, birinci izine 14 yıl evvel gitmiştim” dedi. Yanında 17 yaşlarında bir kız var, besbelliki kızını evlendirmeye götürüyor. Yeni bir kurban daha götürecek Avustralya’ya.

Türkiye’den bir misafir gelmiş diye duyan koşup geliyor yanımıza, kucaklaşıyoruz. Dikkat ettik, bu koşup gelenler hep birinci kuşaktan insanlar. İkinci kuşağın, hele üçüncü kuşağın Türkiye diye bir derdi yok. Türkiye’li diye de bir derdi yok. O artık Avustralya’lı olmuş. Adları; Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin. Dinleri, ” İslam”. Ancak dilleri ingilizce, müzikleri ingilizce. Zeybek oynama yerine, horon tepme yerine, çifte telli oynama yerine dans etmeyi tercih ediyorlar.

Radyoları var. Günde bir saat yayın yapıyor ama onlar daha fazlasını istiyor. Türkiye’den 20.000 km. uzaktaki bu insanların nesillerine sahip çıkılması gerekiyor. Yoksa kaybolmaları an meselesi. Radyo zaman zaman isteklere cevap veriyor. Bir istek telefonu alındı biz oradayken. Bir bayan sesi ‘Alo’… Bir istekde bulunacağım, bugün çalmanız mümkünmüdür? Ali Galip çok nazik bir genç, radyodan o sorumlu. ”Tabi hanım efendi buyurun, kimin için hangi türküyü istiyorsunuz?”
Cevap insanın içini acıtıyor:”Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.”

Belliki Avustralya’ya gelin gelmiş bu bacımız. O geldiği seneden beride köyüne gidememiş, özlemiş anasını ve babasını. Gurbet içerisinde gurbeti yaşayan birisi olarak gözlerimizden süzülüverdi yaşlar aşağı doğru… Başladı radyo türküyü çalmaya, ”Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.”

Benim ülkemde yedi iklim yaşanıyor. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri de oldukça fazla. İnsanı çalışkan. Dünyanın her tarafını imar etmiş o çalışkan insanlar. Ancak kendi ülkelerini bir türlü imar edememişler. Sanki modern köleler olarak yayılmışlar dünyanın dört bir yanına.

Üç kıtada at oynatmış bir milletin torunları, işçi olarak dünyanın her bir tarafına dağılacak ve enerjilerini oralarda mı imarında mı harcayacaklardı? ”Ya Rabbi bu ne zillet böyle”. Güzel Peygamberimizin buyruğu geldi hemen aklıma, ”Cihadı terkeder de öküzün kuyruğuna yapışırsanız, Allah sizi zelil eder, taki tekrar cihada dönünceye kadar.”

Bir hafta kaldık Melburn’da. Program gereği Sidney’e gitmemiz gerekiyordu. Kamberra’ya uğradık, yolumuzun üzerindeydi. Kamberra Avustralya’nın Başşehri. Sonradan özel olarak kurulmuş bir şehir. Oldukça geniş caddeleri var. Parlemento binası şehre hakim bir tepede görkemli bir yapı. Kamberra da 40 hane kadar Türkiyeli’nin olduğunu söyledi yemek yediğimiz lokantanın sahibi. Lokantanın içerisi müze gibi, Osmanlı eserleriyle süslenmiş her taraf. Başta Had Sanatı… Bir kültür elçisi ancak bu kadar Türkiye’yi ve Türk insanını tanıtabilir yurt dışında insan. Tebrik ettik kendisini. Yemek esnasında Hafız Burhan okuyordu, inceden inceye:

“Her yer karanlık pür nur o mevki
Mağrip mi yoksa makber mi ya rab
Ya habgah-ı dilber mi ya rab
Rüya değil bu, ayniyle vaki

Kabri çiçekten bir türbe olmuş
Dönmüş o türbe bir haclegahe
Bir haclegahe dönmüşse türben
Aç koynunu aç maşukanım ben.”

Türkiye’deki lüks lokantalar geldi hemen aklıma, nereye giderseniz gidin genelde batı müziği çalınır. Ülkemize kadar gelen turistlere bile kendi müziğimizi dinletemeyiz nedense. Kendi kimliğimizle onların karşışına çıkmaktan utanırız. Ne kadar garip değil mi?

Yollar çok güzel, ama yolda seyreden araba tek tük. Daha çok tırlar var yollarda. Kornasını, elinizle çektiğiniz bir iple çaldığınız o süsülü burnu kocaman tırlar. Bazen de önünüze kanguru atlıyor.

Sidney’deyiz. Şehrin merkezinde iki minare sizi selamlıyor tüm haşmetiyle. Cami yeni yapılıyor. Camiden önce minareleri yapılmış. Türkiye’liler hep orada, bizim övüncümüzdür bu cami diyorlar. Bila ücret herkes imece usulü çalışıyormuş caminin yapımında, herhalde azınlık psikolojisinin verdiği bir ezikliğin gereği bu davranış diye düşünüyorum.

Programlar bittikten sonra gece Sidney’i gezdirelim dediler. Kabul ettik teklifi. Kral Caddesi’ndeki Türkiye’li çocukların halini gördükten sonra, içinizin cız etmemesi mümkün değil. O çılgın gece aleminin içinde o benim kızımın ne işi var? Ne işi var benim delikanlımın o alemde. Dolar aşkına feda edilen nesil…

Arif’in bir arkadaşı ”önceden bizi buraya sokmuyorlardı, şimdi ise buraların kralı biziz, artık buralar bizden sorulur diyormuş” Arif Denizli’li bir genç. Türkçe’yi çok zor konuşuyor. “Hocam eskiden bende bunlar gibiydim, ben hidayete erdim, vesile olanlardan Allah razı olsun” diyor, utanarak. Vollongong Sidney’e 80 km. uzaklıkta bir liman kenti. Vollong’dayız. Dünyanın ikinci büyük demirçelik fabrikasının burada olduğunu söylediler. 5.000 civarında Türkiye’li çalışıyormuş burada. Genellikle ”Döner Kebap” işinde çalışıyorlarmış.

Avustralya’da yüksek tahsil mezunu çok sayıda insanımız var. Hikmetini sorduk. Milli damat olarak geldik dediler. İlahiyat mezunları, kimya mühendisleri, inşaat mühendisleri, iktisat mezunları bir hayli fazla. Doktora yapanların yanısıra, taksiciliğe ve kebapçılığa heveslenenlerin sayısıda az değil.
Çok sıcak bir ilgi ile karşıladılar bizleri, bağırlarına bastılar, birkaç gün daha kalarak, salon programları yapmamızı arzu ettiler.
Gözlerinden okunuyordu cemaatın, ”Ne olur gitmeyin de diğer arkadaşlarımızda bu programlardan istifade etsinler” diye yalvardıkları. Boynu bükük olarak bıraktık Volongong’luları orada, Taçura’daki programa ulaşmamız gerekiyordu. Öbür günde uçağımız kalkacağı için zaman yeterli değildi. Taçura’da köy hayatı yaşıyor Türkiyeliler, her biri bir çiflikte çalışıyor. Çilek mevsiminde gelmişiz oraya. Çileklerin her biri elma büyüklüğünde, belliki hormonlu, tadı yok. Telefonla çağırmışlar birbirlerini akşamki toplantıya.
Cemiyet başkanının evinde toplandılar. Başkan Amasya’lı. 25 yıl önce gelmiş o köye. Küçük küçük çiftlik sahibi olanlar var aralarında. Denizli’li bir kardeşimizin sekizyüz dönüm çiftliğinin olduğunu söylediler. Damadı da oradaki cemiyetin sekreteri. İşçilikten çiftlik ağalığına, tabiki hoşumuza gitti, hepsine de tavsiyede bulunduk. “İşçiliğe son verin artık. Madem ki buradasınız çocuklarınız burada, bak izine de gidemiyorsunuz, zaman çok geçmeden imkanlarınız ölçüsünde kendi çiftliklerinizi kendiniz alın” dedik.Geç vakte kadar sohbeti sürdürdük. Kimse ayrılmadı, dini sohbetlere susadıklarını birçok kez ifade ettiler.

Anladık ki, Avustralya’ya 15 günlüğüne değil, 3 aylığına gidilecek ve insanlarla doyasıya sohbet edilecek, sorularına cevap verilecek, birlikte yemekler yenilip gönülleri alınacak.

Tahir Solak, kardeşi Tarık’ın organize ettiği Kigbox dünya şampiyonnsına davet etti bizleri. Salonu hınca hınç Türkiye’liler doldurmuştu. Günün maçı bir Türk genciyle Filipinler’den bir genç arasında yapılacakmış. Aman Allah’ım o ne heyecan. Türk genci ringe çıkar çıkmaz, Türk bayrakları açıldı, sanki yer yerinden oynuyordu. Islıklar, tekbir sesleri ve alkışlar. Kıran kırana bir maç oldu. Üstün döğüştü Türk genci. Maç bittiğinde herkes ayaktaydı. Evet Türk’ün Melburn zaferi ve Dünya şampiyonluğu… Az bir şey değil. Hele azınlık durumunda olan insanlar için tamamen onur meselesi.

Velhasıl Avustralya bir başka güzellikler Ülkesi. Avustralya’lılar da bir başka güzellikler yumağı, sevincide başka Avustralya’lının, hüznü de… Selam sana Avustralya, selam sana Avustralya’lı kardeşim.

“Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar
Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler
Annesinin bir tanesini hor görmesinler

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim

Babamın bir atı olsa binse de gelse
Annemin yelkeni olsa uçsa da gelse
Kardeşlerim yolları bilse de gelse

Uçan da kuşlara malum olsun ben annemi özledim
Hem annemi hem babamı hem köyümü özledim “*

*Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar

Bu öykü Malkara köylerinden alınmış olup belli bir kişinin dilinden yazıya geçirilmiş değildir. Çevrede herkes tarafından bilinen bir öyküdür. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. Onaltıya yeni bastığında Zeynep’i köylerindeki bir düğünde aşırı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür. Ali Zeynep’i çok beğenir ve köyüne döndüğünde kızın babasına hemen görücü gönderir. Zeynep’i Ali’ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep’i alıp aşırı köyüne götürür.

Zeynep’in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gece çeker. Bu kadar uzak olduğundan dolayı Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep’in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Köyün büyük bir tepesinde bulunan evinin bahçesine çıkarak kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve gözleri uzaklarda sıla özlemini gidermeye çalışır.

Oysa kocası, Zeynep’in bu özlemine pek aldırış etmez. Kaldı ki eski sevgisi de pek kalmadığından kendini fazlaca horlamaya, eziyet etmeye başlar. Sonunda bu özlem ve kocasının horlaması Zeynep’i yataklara düşürür.

Gün geçtikçe hastalığı artan Zeynep’in düzelmesi için, köyden gelip gidenler de anasının babasının çağrılmasını salık verirler. Başka çare kalmadığını anlayan Zeynep’in kocası da anasına babasına haber vermeye gider. Altı gün altı gecelik bir yolculuktan sonra bir akşam üstü Zeynep’in anası babası köye gelirler, Zeynep’i yatakta bulurlar. Perişan bir halde Zeynep hâlâ türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söylemeye başlar. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp göz yaşı dökerler. Annesi fenalıklar geçirir ve bayılır.

Zeynep hasretini giderir, giderir gidermesine de, artık çok geç kalınmıştır. Bir daha onmaz, sonu ölümle biter. Herkes Zeynep için göz yaşı döker. İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur. “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar ……………………………………………..”

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.