BERLİN’DEN HATİPOĞLU HOCA GEÇTİ (I)

ABONE OL
18:52 - 01/10/2020 18:52
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Prof. Dr. Mehmet Said Hatipoğlu Berlin’de iki gün misafirimiz oldu. Sohbetine hayat hikâyesini anlatarak başladı. Dertliydi. Din adına konuşan söz söyleyen insanların duyarsızlığından şikâyetçiydi. Gerçek ilim adamlarına sahip çıkmayan üniversitelerin vefasız yöneticilerinden mustaripti. 80 yaşında hatıralarını canlandırırken gözyaşı dökecek kadar da vefakâr ve duyarlıydı.

Müslümanlardan, Müslüman ilim adamlarından Kur’anî zihniyet sahibi olmalarını, dinlerine sahip çıkmalarını istiyordu. Avrupa’daki Müslümanların her birinin Hudeybiye Barışı’ndan sonra civar devletlere elçi olarak gönderilen Peygamber elçileri olduğunu söylüyor ve onlara vebal yüklüyordu. Dahası var elbet, okuyalım:

“25 Eylül 1933’te Burdur’da doğdum. Lise eğitimimi Antalya’da tamamladım. 1954 yılında kaydolduğum İlahiyat Fakültesi’nden 1958’de mezun oldum. 1959 başında Prof. Dr. Tayyib Okiç’in Hadis Asistanlığına tayin edildim.
1962’de “İslami Tenkid Zihniyeti ve Hadis Tenkidi’nin Doğuşu” isimli tezimle Doktor, 1967’de “Hz. Peygamber’in Vefatından Emeviler’in Sonuna Kadar Siyasi-İçtimai Hadiselerle Hadis Münasebetleri” teziyle Doçent, 1978 de “İslam’da İlk Siyasi Kavmiyetçilik: Hilafetin Kureyşliliği” teziyle Profesör oldum.
Din İşleri Kurulu (DİB) Üyeliğinde bulundum. Ankara İlahiyat Fakültesi’nde Hadis Kürsüsü Başkanlığını yürüttüm.
Hilafetin Kureyşliliği, Müslüman Kültürü Üzerine, Kur’an ve Tarihsellik Yazıları, Şerefu Ashâbi’l-Hadîs tahkîki ve çeviriler eserlerimden bazılarıdır.

Hatip Hoca

Burdur civarının meşhur âlimlerinden Hatip Hoca lâkablı Mehmed Re’fet Efendi’nin oğluyum. CHP yönetiminin varlığından rahatsız olduğu âlimdir Hatip Hoca.
Babam rüştiyeyi bitirip medreseye girmeden önce, semerci ustası olan babası, onun tüccar olmasını murad ettiğinden cebine birkaç altın koyarak İstanbul’a göndermiş, mal alsın diye. Babam da elindeki paranın tamamıyla kitap alıp dönmüş…

Hatip Hoca, 1928’de Müftü Efendinin vefatı üzerine müftü vekili olur; o günlerde müftüler seçimle tayin edildiğinden müftülüğe aday olur ve seçimi kazanır. Ancak Hatip Hoca, 1932’de “görülen lüzum üzerine” Şebinkarahisar’a tayin edilir. Babamın neden Burdur’dan uzaklaştırıldığını, Diyanet arşivini didik didik ederek öğrendim. Meğer, “Halk Partisi’nin Genel Sekreteri Recep Peker Burdur’a gelmiş, partinin Burdur yönetimi Peker’e demiş ki, ‘Bu Hatip Hoca Burdur’da olduğu sürece bizim burada gelişmemize imkan yok; Hoca’yı gönderin buradan.’
Tabii, babam onların heveslerini kursaklarında bırakmış, görevinden istifa edip Burdur’da kalmış, vaizlik ve hatiplik yapmış.

Şimdi bize ilim lazım değil, sükûnet lazım…
On yıl kadar sonra yine Müftü Efendi’nin ölümü üzerine seçim yapılır ve halkın teşviki ile aday olan Hatip Hoca en çok oyu alır; ama Diyanet onu değil, daha az oy alan diğer adayı müftü tayin eder. Bu durumu kendilerine yediremeyen Burdur’lular Ankara’ya Diyanet merkezine gelip haklarını ararlar. O sıra Diyanet İşleri Başkanı Şerefettin Yaltkaya ise de tayinlerde etkili olan Ahmet Hamdi Aksekili merhumdur. Burdur’lulara der ki; “Ben Hatip Hoca’nın ilmini, değerini, kadrini sizden daha iyi bilirim; fakat şimdi bize ilim lazım değil, sükûnet lazım. Ben burada oldukça Hatip Hoca Burdur’a müftü olamaz.”

Rahmetli babam, Şebinkarahisar’a tayini üzerine istifa ettiği sıralar Rizeli Tahir Efendi isminde bir zât gelmiş ve ona, Hanefi fıkıh kaynakları ile yetinmeyip İbn Teymiye, İbn Hazm, İbnu’l-Kayyım, Şevkâni gibi zevâtın kitaplarını okumasını tavsiye etmiş. Bunun üzerine babam bütün bu kitapları getirtip okumaya başlamış. Bu kitapların hepsi oturma odamızdaydı ve babam hep bunları okurdu. Kanaatim o ki, babam bu kitaplarda ortaya konulan ‘Dini, yani Kitap ve Sünnet üzerine bina edilmiş İslâm’ı, dolayısıyla bir tek mezhebe bağlı kalmama şeklindeki Selefiliği’ ilk kez Burdur’da başlatan insandır ve bu durum birilerini rahatsız etmiştir.

‘Tanrı uludur, o kadar uludur ki, herkesi ulutur’

Kardeşim Ahmet’le birlikte, Kur’ân-ı Kerimleri koltuğumuzun altına gizler; hocaya giderdik. “Kur’ân’ı yağmurdan mı gizliyordunuz?,” diyeceksiniz. Hayır, o yıllarda Kur’ân okumak, okutmak yasak; ihbar edilmekten korkuyorduk. Ezanlar Türkçe okunuyordu. Biraderim Ahmet’le birlikte minarelere çıkıp ‘Tanrı uludur’ diye çok ezan okuduğumuzu hatırlıyorum. Hatta bizim oralarda şöyle bir söz vardır; ‘Tanrı uludur, o kadar uludur ki, herkesi ulutur’. 1950’lere gelinceye kadar, dini hayat böyle yasaklı, kısıtlı idi.

‘İsmet Paşa, hayatında İslâmiyet lehinde hiçbir şey söylememiş ve yapmamıştır’

Şeflik Devri’nin yasaklarını, o yılları ve öncesini inceleyen Gotthart Jaschke’nin Yeni Türkiye’de İslâmlık isimli eseri var. O yılları orada yazmış. Okudum ve tenkit yazdım. Kitaptaki yanlış ve eksik noktalar ilk bakışta dikkatimi çekti. Bir çok yer Türkçe çeviride atlanmış geldi bana. Halazâdem Kelam Profesörü Cihat Tunç Almanca bilir; ona bahsettim. Hemen rahmetli Tayyib Hocamdan kitabın Almanca aslını getirip baktık. Mesela kitabın Almanca’sında İnönü hakkında söylenen şu söz Türkçe’sinde yok: ‘İsmet Paşa, hayatında İslâmiyet lehinde hiçbir şey söylememiş ve yapmamıştır’. Alman bunu yazıyor, bizimkiler çıkarıyor. Tenkidim Ankara’daki bir yayınevi tarafından, Jaschkhe’ye ulaştırılmış. Alman yazar bana bir teşekkür yazısı gönderdi. Tenkitlerin hepsinin gerçek olduğunu belirten Jaschkhe, sonraki baskılarda bu hususların değişmesini istemiş. CHP’nin bazı camileri sattığını deliller göstererek yazdığını, ama Türkçe baskıda bunların çıkarıldığını özellikle vurgulamış. Rahmetli babam Burdur’da satılan camilerden birini satın alıp halka bağışlamış.

Ben 12 yaşındayken, 1945’te babam vefat etti. O sırada sanat okulunda okuyordum. Hayalimde mühendis olmak vardı. Babamın bıraktığı zengin kitaplığa sahip çıkabilmek için, sanat okulunun ikinci sınıfından ayrılıp ortaokula tekrar birinci sınıftan başladım. O yıllarda kitaplara ve kitaplıklara sahip çıkmak çok önemlidir. Kitapları okuyacak, değerini bilecek kimse olmadığından, bazen hanımlar turşu küplerine kapak yaparlarmış onları, kimileri de kalabalık etmesin diye atarlarmış evlerinden. Bir hocaefendi vefat edince, alıp okumak isteyenlere haber salınır, gelip alırlarmış. Ahmet’le birlikte böyle bir kitaplığa gidip epey kitap seçmiştik; keşke hepsini alsaymışım.

Demirci Efe Hatip Hoca’yı çağırır

O yıllarda, yörenin ünlü Demirci Efe’si, aldığı yalan beyanlar üzerine bir gün Hatip Hoca’yı çağırır, o da hiç tereddüt etmeden gider. Herkes ‘eyvah, gitti bizim hoca’ diye düşünürken, Hatip Hoca’nın konuşmasına ve vakarına hayran kalan Demirci Efe, ona belindeki altın kabzalı silahını ve deri yeleğini hediye edip gönderir. Yine, aslen Burdur’lu ve Mehmet Akif’in damadı olan Ömer Rıza Doğrul Burdur’a geldiğinde onu ziyaret edermiş; hattâ Hoca’yı İstanbul’a götürmek için çok uğraşmış. Hatip Hoca’yı, Kur’ân ve Sünnet’e dayalı İslam anlayışını kitap haline getirmesi için çok teşvik etmiş. Hoca bu kitabı yazmaya başlamış ama ömrü yetmemiş. Ö.Rıza Doğrul, yazılan kadarını çocuklarından istemiş; kendisi -o sıralar sağcı ve Almancı denen- Cumhuriyet gazetesinde yazdığından, bu kitabı ‘Ana Kaynaklarıyla İslâm Dini’ adı altında orada bastırılmış: Sene 1946.

Peygamberimize (Hz.) demeye bile tahammülleri yoktu

İzmir Atatürk Lisesi’nin kütüphânesinde okuduğum bir tarih kitapında şöyle bir ibare vardı: ‘Muhammed 40 yaşına geldiğinde kendi bulduğu ve doğru olduğuna inandığı bir dine halkını çağırmaya başladı.’ Bakın, o yıllarda peygamberimize (Hz.) demeye bile tahammülleri yoktu. Bu saygısızlık bir tarafa, bu cümlede iki küfür vardı: Birincisi, İslâm’ı ‘Allah’ın Dini’ değil, ‘Muhammed’in Dini’ sayması; ikincisi de ‘dininin doğru olduğuna inanıyor ama doğru değil’ demek istiyor olmasıydı.

Tefsir, Hadis, Fıkıh dersi verecek profesör bulmak mümkün değildi

1933’ten 1949’un sonuna kadar Türkiye’de İlahiyat Fakülteleri yoktu. İslâm’a böyle bakıldığı ve halkın dinden tamamen uzaklaştırılmak istendiği, cenazeleri kaldıracak hocanın bile bulunamadığı bir dönemin sonunda (1949), Halk Partisi’nin son Başbakanı Şemseddin Günaltay CHP’li milletvekillerinin onayı ile İlahiyat Fakültesi açmaya karar verir. Fakülte açılır ama kadrosunu kurmak, Tefsir, Hadis, Fıkıh dersi verecek profesör bulmak mümkün değildir. Altı yüz yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapan Osmanlı’nın torunları bu hale düşmüştü. Ankara İlahiyat’a girdiğimde Arapça öğreneceğim bir tek yeterli hoca bulamadım. İmdadıma babam Hatip Hoca’nın kitapları yetişti.

Bir Alman gelmiş, Müslümanlara Arapça öğretiyor

Yaz aylarında önüme Kur’ân’ı ve Hasan Basri Çantay’ın mealini koyar, önce kendim çevirip sonra meale bakarak baştan sona Kur’ân’ı geçerdim. Hatta, bu çalışma sırasında Çantay mealindeki birçok mürettib ve dil yanlışını tesbit edip kendisine gönderdim. O da yeni baskılarda bunları düzeltti ve bana teşekkür etti. Ben o yaşta bunu yaptım ve bir yanlışın düzeltilmesine vesile oldum; sizler de yaşımız küçük demeden okuduğunuz kitaplara tenkidî gözle bakın; unutmayın, ilim tenkidle başlar. Bu yüzden benim doktora tezim de “İslamî Tenkid Zihniyeti” üzerinedir.

Bir yandan kendi kendime Arapça öğrenmeye çalışırken öbür taraftan da Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ndeki bir Alman profesörün Arapça derslerini takip ederdim. Düşünün, bir Alman gelmiş, Müslümanlara Arapça öğretiyor. Bir Alman geliyor Türk’e Arapça öğretiyor, bundan daha haysiyet kırıcı birşey olur mu arkadaşlar. Osmanlı, fakülteleri dolduracak ünvanlı ilim adamı yetiştirmedi. 600 sene dünyada hükümran olan Osmanlı ünvanlı adam yetiştirmedi. Ne istiyordu bizimkiler, ünvanlı adam. Mesela Ahmet Hamdi Akseki, ders verebilir, ondan daha iyisini nereden bulacaksın? Ancak ünvanı olmadığı için ders veremiyordu. Niçin biz ünvanlı adam yetiştirmedik acaba, kendi kendimize sorduk mu? Sorun bakalım. Çünkü İslâm’a hizmet nasıl yapılır onun farkında değildik. İslâm’a hizmet evlerde oturup, Kur’an okumakla ve hadis okumakla olmaz. Bizim dışımızda en azından bin senedir İslâm kültürüyle, İslâmiyet’le uğraşan bir Batı dünyası var arkadaşlar. El- Mu’cemü’l Müfehres’i Hollanda’lı Wensinck hazırlamıştır. Bizim dokuz tane hadis kitabımızın endeksidir bu. Gavur diye istihfaf ettiğimiz adamlar yapmış bunu, daha neler yapmışlar neler… Endeks olmazsa ben herhangi bir hadisi bulamıyorum ki.

Kadı Beydâvi’nin tefsirini bunlar bastılar Latince tercümesiyle. Bizim Osmanlı âlimi Kâtip Çelebi’nin Keşfü’z-Zünûn kitabını Avrupalılar Arapça olarak bastılar ve altına Latince tercümesini koydular. Bizde hâlâ bu eserin Türkçesi yoktur.

Muhammed Tayyib Okiç, Annemarie Schimmel ve Muhammed Tavit et-Tancî
Bosna’lı Muhammed Tayyib Okiç’i, Saraybosna’da Şeyhulislâm muâvini olan babası Tevfik Efendi Paris’e okumaya göndermiş. Orada doktorasını tamamlayan Okiç, tezin basım merhalesinde babasının ağır hastalığı sebebiyle Bosna’ya dönmüş ve bir daha gidememiş. Fransa üniversite kurallarına göre, doktora tezi basılmayanlar ‘Doktor’ unvanını kullanamadığından Tayyib Hoca bu unvanını hiç kullanmamış. Belgrat’ta Türk sefaretinde çalışmaya başlayan Okiç, 2.Dünya Savaşı çıkınca Almanlar tarafından tüm elçilik personeliyle birlikte Almanya’ya götürülür; aylar sonra onlarla birlikte gemi ile Türkiye’ye gelir. Türkiye’de ‘Dünya vatandaşı’ statüsünde kalır, ölünceye kadar Türkiye’den ayrılmaz.

Tayyib Okiç Hoca, Ankara İlahiyat Fakültesi’nde 1950’de, önce Dogmatik İlimler Kürsüsü’nün başındaydı. Daha sonra Hadis, Tefsir Kürsülerini kurdu ve uzun yıllar burada görev yaptı; ilmî birikimi, takvası, fedakârlığı, sabrı, sebâtı ile herkes tarafından hayırla yâd edilir. Fakültede yıllarca ‘sözleşmeli personel’ statüsünde çalışan hoca, İslâmî ilimlerin gelişmesinden rahatsız olan üniversite yönetimince sözleşmesi sözleşme hükümlerine aykırı şekilde feshedilerek susturulmak istenir. Danıştay’a iki kez dava açan Tayyib Hoca davayı kazandığı halde bir türlü Fakülteye dönemez. Hiç evlenmemiş olan Tayyib Hoca, duyarlı müslümanların yardımlarıyla hayatını idame ettirmeye çalışır. (Bu konuları anlatırken Hatipoğlu hocamız duygulanıyor, gözleri yaşararak ‘bunlar içimi sızlatıyor’ diye hayıflanıyor)

‘Hocaya bu muameleyi yapan bir fakülteye kitaplarını vermeyiz’

Bir ara Erzurum İlahiyat’ta dersler verir. 1977 Şubat tatilinde Erzurum’dan dönerken, kar yağışı sebebiyle uçak kalkmayınca aceleci tabiatı sebebiyle hemen otobüse biner, yollarda üşütür ve yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak Ankara’da vefat eder. Kardeşleri çıkıp gelirler Bosna’dan. Tayyib Okiç Hoca, vefatından önce “borçlarımı ödeyin” diye vasiyet etmiştir. Ancak, merhumun kitaplarından başka hiçbir mal varlığı yoktur. Kitaplarına İlahiyat Fakültesi talip olur; ama kardeşleri, ‘Hoca’ya bu muameleyi yapan bir fakülteye kitaplarını vermeyiz’ derler, haklı olarak. Ben kitapların listesini çıkardım. Böylece kitaplar en yüksek ücreti veren İzmir Yüksek İslam Enstitüsü’ne gitti.

Hiç evlenmeyen ve her işini kendisi görmek zorunda kalan Tayyib Hoca, sadece mukavelesinin fesholunmaması için bir tek kitap yazmıştır, o da Bazı Hadis Meseleleri Üzerine Tedkikler.

Prof. Dr.Annemarie Schimmel

Prof.Dr.Annemarie Schimmel ise Dinler Tarihi hocasıdır. 17 lisan bildiği söylenen Schimmel Hanım son derece mütevazı bir kişiydi. Bir gün, öğrencileri ile birlikte Hâfız Sabri Özdil’in Fakültedeki kırâat derslerini takip ediyordu. ‘Hocam siz de mi?’ dedim. O da ‘Hançeremi düzeltmek için dinliyorum’ dedi.

Hocayla şöyle bir hatıramız vardır: “Prof.Suut Kemal Yetkin’den sonra Sanat Tarihi dersimize Schimmel Hanım gelmişti. Yanılmıyorsam 1957 senesiydi. İstanbul’daki sanat eserlerini gezdik birlikte. Edebiyat hocamız Rıfkı Melül Meriç de var gezide. Süleymaniye Camii’ne girdiğimizde, Rıfkı Melül hocamız bana emretti:

‘Geç mihraba, Kur’ân oku’. Hoca emredince, mihraba geçip yarım saat kadar Kur’ân okudum. Süleymaniye’nin akustiği malum. Onlar kubbenin altında beni dinliyorlar. Aralarında bulunan merhum Profesör Hikmet Tanyu, sonradan bana anlatıyor: Sen Kur’ân okurken Rıfkı Hoca geçtiğin makamları söylüyordu; Hicaz, Rast, Mahur vs. Schimmel Hoca ise, huşû içinde Kur’ân’ı dinliyor ve ağlıyordu.”

Bana Schimmel müslüman mıydı diye soruyorlar, ben, Kur’an okunurken ağlayan bir insana nasıl “Müslüman değildir” diyebilirim ki?. İslâm aleyhine hiçbir sözü yoktu. Tayyib Okiç hocam beni kendisine asistan almak istediğinde, Fakültede tek boş kadro Prof.Schimmel’in Dinler Tarihi’nde vardı. Allah taksiratını affetsin, o kendi kadrosunu bana vererek asistan olmamı sağladı. Bunu hiç unutamam. Kendi masasını da verdi bana. 300 Marka almış o zaman o masayı ve Almanya’dan götürmüş.

M.Tavit et-Tancî

M.Tavit et-Tancî Hoca büyük bir alimdir. Bilhassa edisyon kritik dediğimiz tenkidli basımda üstaddır. Türkçe’yi pek iyi bilmeyen Tanci Hoca hep Arapça konuşurdu. “1974’te ben yurt dışında iken vefat haberini gazeteden öğrendim. Kendisi bir ara memleketi Fas’a gittiyse de geri dönüp gelmişti. Yurt dışına gitmeden önce, İstanbul’da tesadüfen Beyazıt’ta karşılaşmıştık. Beni kaldığı yere götürdü. Beyazıt Köprülü Kütüphanesi’nin arka sokağındaki bir handa kiraladığı karanlık, izbe, küçük bir odada kalıyordu. Son olarak İbnü’l-Emin’in Fihrist’i ve İbn Haldun’un Mukaddime’si üzerinde çalışıyordu ama tamamlayamadı. Türkçesi iyi olmadığı için Türkçe kitap yayınlamadı ama mesela Fas’ta basılan Tertibü’l-Medarik’in ilk cild tahkîki onundur.

Esrelerinizi niçin yayımlamıyorsunuz?

Bizim zamanımızdaki kaynaklarımız sınırlıydı ve bize yetiyordu; ama sonra her sene yeni kitaplar, kaynak eserler çıkmaya başladı. Eğer hâlâ okuyup da kendinizi yanlışlardan uzaklaştıracak kitapları okuma imkanınız varsa, yani daha mükemmeli yakalama şansınız varsa, ben bu şansı kullanmadan eser yayınlanması gerektiğine kani değilim. Eseriniz daha az hatalı, daha eksiksiz olmalı. Bu yüzden doktora ve doçentlik tezlerim, sonradan yaptığım ilavelerle iki-üç misline çıkmıştır. Ben bunları tamamlayıp da yayınlayamazsam, siz yayınlarsınız diye vasiyet ediyorum arkadaşlarıma. Kendi mütevazı kütüphanemde okumadığım o kadar çok eser var ki… ‘Peki hocam, bunları okumaya ömür yeter mi’ diyeceksiniz; o zaman da, ‘Madem ömür yetmiyor, o zaman yazmak zorunda mısın be adam!’ diyorum. Ben bir makaleyi bile birkaç ayda yazarım.

Bugün karşımızda bizi bizden daha iyi tanıyan bir dünya -Batı dünyası ve Uzak Şark dünyası- var. İslâm Ansiklopedisi’ni ilk kez müsteşrikler yazdılar. Biz Türkçe’ye çevirdik, Mısır Arapça’ya çevirdi. 300 yıldır bizi araştıran Batı’da bizden daha âlim adamlar var, maalesef. Mesela Henry Laoust; Hanbelîliği ondan daha iyi bilen bir adam yoktur. Rahmetli Tayyib Okiç’in doktora arkadaşıdır. 25 yıl Şam’da kalmıştır. Ben Paris’te tanıdım kendisini. Her sene bir konu işler, yıl sonunda o kitap olarak çıkar. Ben orada iken, Gazali’nin Politikası üzerine dersler verdi; ertesi sene La Politique de Gazali kitabı çıktı. Hamidullah Hoca da gelir, onun derslerini dinlerdi; merhumun derslerini dinlediği tek adam oydu.

Ve Muhammed Hamidullah Hoca

Muhammed Hamidullah, merhum Tayyib Okiç’in yakın dostu idi. Birbirleri ile sürekli haberleşirlermiş. Kendisiyle ilk kez 1964’te Serahsi’nin 800.ölüm yıldönümü münasebetiyle yapılan bir toplantıya katılmak üzere Ankara’ya geldiğinde Tayyib Hoca’nın evinde tanıştım. Ondan sonra beni ‘küçük kardeşi’ olarak kabul eden Hamidullah Hoca’yla ilişkimiz hiç kesilmedi. Kendisine ilk hizmetim, Serahsi’nin Siyer-i Kebir Şerhi vesilesiyle oldu. Bütün dünyada devletler hukuku konusunda yazılmış ilk eser olan İmam Muhammed’in Siyer-i Kebir’ini Serahsi 5 cilt halinde şerh etmiştir ve ilginçtir, bu kitabın Arapça baskısı tamamlanmadan Türkçe tercümesi çıkmıştır, iki cilt halinde. Tercüme eden de Mehmed Münib Ayıntabî’dir. O sıralar İslâm şaheserlerini asılları ve Fransızca çevirilerini bir arada yayınlayan UNESCO bu kitabın Fransızca’ya çevirisini Hamidullah Hoca’ya teklif etmiş. Hoca bunu hazırlamış, ama bir türlü yayınlanamamış.

Yıl 1974, Sünnet Kongresi sebebiyle Cezayir’e gidiyoruz, eski Diyanet reisi Tayyar Bey’le birlikte. Hamidullah Hoca da oraya gelmişti. Fırsatı yakalamışken, Tayyar Bey’e Hoca’nın hazırladığı bu şaheseri Diyanet olarak basmalarının büyük bir hizmet olacağını söyledim. ‘O zaman teklif edelim’ dedi ve birlikte Hoca’ya bu teklifi götürdük. Hoca ‘Hay hay!’ dedi. Ben hemen Hoca’yla birlikte Paris’e gittim; tercemeleri almak için. Hoca’nın evine gittim; bir de baktım ki tam üç bin varak! Gittim büyük bir bavul aldım ve doldurup getirdim. O çantayı hâlâ saklarım evde. Neyse, uzun uğraşmalardan sonra Diyanet onu 4 cilt halinde bastı… Tabii, bu sefer satılması ile ilgili sıkıntılar yaşadılar, hattâ bana tarizlerde bulundular ama o kitabın kıymetini sonradan anladılar. Üstelik Hamidullah merhum, bu kitabı satmak isteyen Paris’li kitapçıların adreslerini verdiği halde yeterince değerlendirilemedi. Kaldı ki, ne Hamidullah ne de bu fakir bu yorucu çalışmadan beş kuruş almış değildir… Her neyse, sonradan yabancı dilden kitaplar alırken takas yoluyla bu kitabı değerlendirmişler…

Hamidullah Hoca Paris’te Haydarabat Sürgün Hükümeti’ni kurmuş

Salih Tuğ’dan dinlediğim bir bilgiyi de paylaşmak istiyorum: Hamidullah Hoca hiç İngiltere’ye gitmemiş. Meğer sebebi şuymuş: Kendisi Haydarabat’lıdır. İngilizler Hindistan’ı işgal edip de Müslüman bir devlet olan Haydarabat Nizamlığı’na son verince, Hamidullah Hoca Paris’te Haydarabat Sürgün Hükümeti’ni kurmuş. İngiltere ile Hindistan arasında da ‘suçluları iade anlaşması’ olduğundan, hocamız İngiltere’ye gidemiyormuş. Böylece Hamidullah Hoca’nın sadece ilim değil bir aksiyon adamı olduğunu ve bu yönüyle de bizlere örnek olduğunu öğreniyoruz.

Hoca beni çok severdi. Çok kibar bir insandı. Çok az yemek yerdi. Bir tarihte, Erzurum’a gitmek üzere Ankara’ya geldiğinde hava meydanında kendisini karşılamış ve evimize getirmiştim; hanım da bir şeyler hazırlamış, bir tepsi ile getirip önüne koydu. Daha sonra geldiğimde baktım ki Hoca tepside ne varsa yemiş. Meğer o az yiyen hocamız, hanımın ‘yaptığı yemekleri hoca beğenmedi’ diye düşünmemesi için ne varsa silip süpürmüş. Kibarlığa bakın; kendine zulmetme pahasına bunu yapıyor…

Bir de çok mütevazı gerçek bir ilim adamı idi. Birinde Paris’te kitapçıları dolaşırken ilginç bir kitap görüp almıştım; Charles Mils isimli bir İngiliz’in Muhammedîliğin Tarihi isimli eserinin Fransızca çevirisi; 1825 basımı. Hiç tanımadığım bu eseri bu sahanın otoritesi olan hocamıza sorayım dedim. Götürdüm verdim; baktı ve dedi ki, ‘ben bu kitabı ilk defa görüyorum’. Bunu dünya çapında bir allâme söylüyor. Bu kadar mütevazı ve gerçekçi. Aynı kitapı Fuat Sezgin hocamıza bizim evi teşriflerinde göstermiştim, o da tanımıyordu. Demek ki Batı dünyasında, bizim allâmelerimizin bile henüz bilmedikleri kitaplar yayınlanmış. Mesela, bizde daha Buhari tercüme edilmemişken 1905’te Fransızlar bunu kendi dillerine çevirmişler. Hamidullah Hoca bu çeviriyi baştan sona okuyup bir cildlik tenkid yazmıştır.

Devam edecek…

Rüştü Kam

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.