BERLİN’DE İFTAR SOFRALARI ŞEHİTLİK CAMİİ

ABONE OL
11:43 - 23/10/2020 11:43
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

Ben aradığımda o Türk Eğitim Derneği’nin sokağında seyir halindeymiş, iki dakika içinde kapının önünde göründü. Halil Kaya’dan bahsediyorum. Türkiyem Restoran’ın sahibi. Halil, Türk Eğitim Derneği’nin kahrını çeken saygı değer iş adamlarımızdan birisidir. Başkonsolosluğun iftar sofrasına konuk olacağız. Acele ediyor. “Saat 8 de orada olmalıyız, park yeri bulmak oldukça zor olacaktır”diye. Dediği gibi de oldu, park yeri bulamadık, park yasağı olan bir yere park ettik ve cezayı da yedik.

Önder Coştan, hanımı ve annesi ile karşılaştık arabadan inince, camiye kadar birlikte yürüdük. Dış Kapıda ise Veli Karakaya ile karşılaştık, hâl hatır sorduk ve kucaklaştık. İçeriye girince Giritli Ali Aziz Efendi ve Hafız Şükrü Efendi beni bekliyorlarmış. Yara-bere içindeler. Zamana karşı fazla, direnememişler, kar, yağmur, güneş canlarını çok yakmış. Çok feryat etmişler ama seslerini duyan olmamış. Arayan soranları da yokmuş, yalnızlaştırmışlar onları. Yardım istediler benden, “en azından şu yaralarımızı saracak birilerini bulsaydık, ıstırabımızı biraz dindirirdik” dediler. Kültür ve Turizm Ataşesinin orada olması gerektiğini ve onlara mutlaka yardım etmek için uğrayabileceğini söyledim. Söylemesine söyledim de inanmadılar bana, “Biz nice ataşe gördük- geçirdik, onların bizim varlığımızdan haberi bile yok.” dediler. Üzüldüm. Teselli etmeye çalıştım, “Bir gün Türkiye sevdalısı, geçmişine ve tarihine aşık bir Kültür Ataşesi mutlaka gelecek ve sizlerin yaralarınızı saracaktır, biraz daha sabredin, ben elimden geleni yapacağım.” dedim ve gözleri yaşlı ve boyunları bükük olarak onları orada öylece bırakarak oradan ayrıldım.

Ve salona geçtim. Güler yüzlü üç güzel hanımefendi karşıladı hemen salonun önünde, hoş geldiniz Rüştü bey, buyurun, sizin masanız 9 numara işte şurada. Müge, Nihan ve Selen hanımefendiler. Giritli Ali Aziz Efendi ve Hafız Şükrü’den ayrılmanın hüznü dağılıverdi birden. Kendilerine teşekkür ettim ve 9 numaralı masaya doğru ilerledim. Masamda Süleyman Selçuk ve tanımadığım başka masa arkadaşlarım var. Bayanlardan birisi, “Siz orucu erken açan hoca mısınız?” diye sordu. “Evet ama erken değil zamanında açan demeniz daha uygun olur.” dedim. Kısaca sorusuna cevap verdim. Diğer masa arkadaşlarım da beni ilgi ile dinlediler. Yargılamadılar, anlattıklarımı onayladılar. Uygun bir zamanda dernekte buluşmak üzere kendileriyle vedalaştık.

Halil acele ettirince ben iftardan öncesinde sohbet olacak diye düşündüm. Eski Başkonsolos Ahmet Başer Şen’den kalma alışkanlıktı benimki. Düşündüğüm olmadı. Salon 250 kişilikmiş. Süleyman Küçük söyledi. Her türlü etkinlik için kiralanabiliyormuş. Güzel bir salon, biraz basık olmasına rağmen alımlı. Masaların üzerine beyaz örtüler serilmiş, iftarlıklar üzerine konmuş, servise hazır hale getirilmiş, ambiyans güzel, masaya kimlerin oturacağı da özenle yazılmış. Tabi kimin nereye oturacağı konusunda o kadar dikkatli davranılmamış. Mesela, duayen gazeteci Ahmet Külahçı protokol masasına alınsaymış daha isabetli olurmuş, ama, Külahçı belki katılacağını geç haber etmiş de olabilir.

Masalar arasında dolaşarak tanıdıklarımızla sohbetler ettik, hal hatır sorduk, adresler aldık, karşılıklı telefon numaralarımızı değiştik. Fena da olmadı. Herhalde sohbet yemekten sonra yapılacak diye düşündüm. Derken Başkonsolos Mustafa Çelik Beyefendi anons edildi. Çıktı kürsüye ve “Ramazanınız mübarek olsun, iftar soframıza hoş geldiniz, ben konuşma hazırlamadım çünkü; bizim âdetimize göre büyüklerin yanında küçüklerin konuşması yakışık almaz, dolayısıyla Büyükelçimiz varken benim burada konuşmam edebe aykırıdır, Büyükelçimiz de konuşmak istemediğine göre size iyi iftarlar, afiyet olsun” dedi ve kürsüden indi.

Yapılanın espri olduğunu düşündüm ama yadırgadım, şoke oldum. Bu iftar Büyükelçiliğin değil, Başkonsolosluğun iftarıydı. Ben ev sahibi olarak, davet sahibi olarak Beyefendi’den mesaj yüklü bir konuşma bekliyordum. Türkiye’nin etrafı yangın yerine dönmüş iken, Suudi Arabistan bu mübarek Ramazan ayında Yemen’i defalarca vurmuş iken ve bu işi , Alman silahlarıyla yapmış iken, Amerika tarafından Körfez kaynayan kazan haline getirilmişken, Ortadoğu savaşın eşiğinde iken, S-400 füzelerinin satın alınmasıyla Türkiye hedefe konmuşken, Fırat’ın doğusunda terör tehdidi devam ederken, Almanya’da Müslümanlara potansiyel terörist olarak bakılırken, bu konuları içeren bir konuşma beklemenin hakkım olduğuna inanıyorum. Sayın başkonsolosum olmadı bu. Böyle olmamalıydı.

İftardan sonra davetliler arasında benim gibi düşünenlerin olduğunu da öğrenince haklılığım anlaşıldı. Gayem haklı çıkmak değil elbet.

Buruk bir şekilde okunan Kur’an’ı mealini ve ezanı dinledim ve arkasından da çaldım kaşığı çorba tasına. Yemekten sonra bir din görevlisi ilahi okumak için davet edildi kürsüye, çıplak sesle okundu ilahi, ilkönce herhalde enstrüman çalan birini bulamamış olabilirler dedim. Sonradan, iftar verilen mekânın caminin altında bir salon olduğu aklıma düştü. Telli çalgılar haram(!) olduğuna göre ve burası da caminin salonu olduğuna göre bu hizmetliye ilahiyi enstrümansız okutuyorlar dedim. İnşallah aklıma düştüğü gibi değildir. Eğer düşündüğüm gibiyse din hizmetleri Ataşesi Ahmet Fuat Çandır yanlış yapmıştır. Değilse

Din Hizmetleri Ataşesi Ahmet Fuat Çandır da çağrıldı, dua etmek için kürsüye. Sayın Çandır’dan mesaj yüklü bir dua beklentisine girdim. Madem Başkonsolos o mesajı vermedi, belki Diz Hizmetleri Ateşiyle anlaşmışlardır diye düşündüm. Amin, eller avuç içi gökyüzüne bakacak şekilde pozisyon alındı. Sayın Ataşe ’den de tık yok. Klasik bir yemek duası. Ne diyeyim ben şimdi. Bu iftar yemeği, akşam yemeği değil ki. Allah aşkına bu dua metninin içine iki cümle yerleştirilerek, Dünya Müslümanlarının durumu dile getirilmez mi? Bu Mübarek Ramazan ayında; emperyalistlerin, Suudi Arabistan gibi, Birleşik Arap Emirlikleri gibi taşeronların, satın alınmış İslâm ülkelerinin Müslümanlara yaptıkları zulümler kınanmaz mı? Sayın Ataşem bu nasıl bir aymazlıktır. Siz Allah’a nasıl hesap vereceksiniz sayın Ataşem. Bir süre Almanya’da kaldım, suya sabuna dokunmadan görevimi tamamladım ve geriye döndüm, zaten Türkiye’de de maaşım işliyordu, bir ev aldım bir de araba…Verdiğin bu nimetlere şükürler olsun, böyle mi diyeceksin Allah’a sayın Ataşem. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” buyruğunu siz okuyorsunuz kürsülerden, ilmimiz ile amel etmemiz gerektiğini de sizler söylüyorsunuz. Hakkı söylemeyenlerin, gizleyenlerin; Allah ile aldatanlar olduğunu da siz söylüyorsunuz kürsülerden Sayın Ataşem… Prof.Dr. Vehbi Başer’in şu sözü ne kadar da anlamlı: “İslâm’ın başına gelen en büyük felaket Müslümanlıktır.”

Bir hikâye anlatırlar Bekri Mustafa ile ilgili, Efendim, hikâye şöyle:
Bekri Mustafa hafızdır, ama bir kıza vurulduğu için ve kızı da ona vermedikleri için kendini meyhanelere atmıştır. Bir gün yoksul bir mahalle olan “Küçük Ayasofya Camii”nin önünden geçmektedir… O sırada musallada bir tabut vardır, fakat namazı kıldıracak imam ortalarda yoktur.
Cemaatin, beklemekten canı sıkılır ve başında kavuğu, sırtında cübbesiyle oradan geçen Bekri Mustafa’yı “hoca” zannederek namazı kıldırmasını söylerler.

“Yok, ben hoca değilim” dese de, dinlemezler ve zorla öne geçirirler. Bekri Mustafa namazı kıldırdıktan sonra tabutun örtüsünü açar ve cenazenin kulağına bir şeyler fısıldar.
Cemaat, ölüye ne söylediğini merak ederler ve ısrarla cevap vermesini isterler. Bekri Mustafa onlara gülerek cevap verir:

“Sen şimdi aramızdan ayrılıp ahirete gidiyorsun. Orada sana soracaklar ‘yukarıda ne var ne yok?’ diye. Onlara de ki; “Bekri Mustafa Ayasofya Camii’ne imam oldu.’ Onlar yukarıda işlerin nasıl olup bittiğini anlayacaklardır…” dedim.

Velhasıl ev sahibimiz Sayın Başkonsolosumuzla vedalaşarak salondan ayrıldık. Sayın Başkonsolosum Allah kabul etsin, geçmişlerinizin ruhuna değsin…

Rüştü Kam

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.