BATI RUMELİ’Yİ KAYBIMIZDAN 100 YIL SONRA

ABONE OL
11:54 - 23/10/2020 11:54
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

2012 yılı Birinci ve İkinci Balkan Savaşları’nın 100. yıldönümüydü.
Osmanlı Devleti’nin artık son nefesini vermeye hazırlandığı 20. yüzyılın bu ilk yıllarında tarihimizin en büyük yenilgileriyle karşılaştık.
19. yüzyıl, yaşayan en büyük tarihçilerimizden Prof. İlber Ortaylı’nın deyimiyle Osmanlı’nın “en uzun yüzyılıydı”.

“93 Harbi” olarak bilinen 1877/78 Osmanlı-Rus Harbi ve sonrasındaki Berlin Konferansı ve Antlaşması ile Bulgaristan ve Bosna Hersek elden gitti.
1897’de Osmanlı Devleti Türk-Yunan Harbi’nde Yunanistan’ı mağlup etmesine rağmen Büyük Devletlerin baskısıyla masa başında Girit’i Yunanistan’a terketmek zorunda bırakıldı.
Girit halkının çoğunluğunu oluşturan Türkler adadan zorla Anadolu’ya göç ettirildiler.
Bundan sonra büyük devletler eliyle zaman içinde palazlandırılan küçük Balkan halkları bağımsızlık kazanmak için terör hareketleri başlattılar, dağlarda eşkıyalık yaparak devletle mücadeleye giriştiler.
Onlar bu kanun dışı ve sivil Türk halka karşı yürüttükleri kanlı mücadele ile devleti meşgul ederken ağababaları da sürekli olarak sözde insan haklarını öne sürerek bu topluluklar için daha fazla hak talepleri ile Osmanlı’yı sıkıştırıyorlardı.
Osmanlı Devleti bir yandan iç siyasal çekişmelerle ve maddi olanaksızlıklarla uğraşırken öte yandan da “hürriyet” diye diye aslında bağımsızlık ve devletin parçalanmasını talep eden azınlıklarla mücadele etmek zorunda bırakılmıştı.
Üstelik bu azınlıkların arkasında Rusya, İngiltere, Fransa, açıkça olmasa da yakın müttefik Almanya duruyordu ve bu devletler her türlü baskıyı yapıyorlardı.
Öyle ya, bir “Şark Meselesi” vardı ve bu aslında Osmanlı Devleti’nin parçalanması meselesi idi.
İş, zamana ve uygulanacak politikalara kalmıştı; Osmanlı’nın artık sonu gelmekteydi.
Bu gidişatı göremeyen devlet yöneticileri ise dayatılanlara rıza gösterip bir takım hakları verirsek parçalanmayı önleriz gafletine düştüler.
1908’de büyük devletlerin baskılarına göğüs geremeyen ve bunların içerideki uzantılarının da marifetleriyle Birinci Meşrutiyet ilan edildi; herkes gelen “hürriyetle” devletin bütünlüğünün güvence altına alınacağı zehabına kapıldı.
Tabii nafile.
1911’de İtalya Libya’yı işgal etti.
Osmanlı askerlerinin Libya’da sivil halkın canla başla başlattığı kurtuluş mücadelesine destek vermek üzere bu uzak ülkeye gitmesi bile engellendi diğer büyük Avrupa devletlerince.
Libya İtalyanlar’ın oluverdi.
1912’de de Karadağ’dan (bugünkü Montenegro) çakılan bir kıvılcımla tepeden tırnağa silahlandırılan Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar ve Yunanlılar Osmanlı’ya karşı savaşı başlattılar.
Birinci, Balkan Harbi sadece birkaç hafta devam etti.
Türk ordusu dirayetsiz ve siyasete bulaşmış kumandanların yönetiminde tarihimizin en büyük yenilgisini aldı.
Örneğin Selanik’i savunması gereken Arnavut asıllı Vali Nazım Paşa tek bir kurşun atmadan kenti Türk ordusundan sayısı daha az olan ve direnilse önlenebilecek Yunan ordusuna teslim etti.
Edirne, kentin komutanı Şükrü Paşa’nın adeta yeni bir Plevne Kahramanı Gazi Osman Paşa misali büyük kahramanlık gösterip direnmesine rağmen açlık ve susuzluk nedeniyle Bulgarların eline geçti.
Çünkü İstanbul’dan Edirne’ye giden ikmal yolları Bulgar ordusunca kesilmişti.
Bulgarlar Edirne’de büyük katliamlar yaptılar.
Diğer Balkan topraklarında 500 binin üzerinde Türk ve Müslüman tam bir etnik temizlikle yok edildi..
Bu sayının misliyle fazlası da 500 yıllık vatanlarından kovuldular, tüm varlıklarını geride bırakarak yayan yapıldak elde kalan topraklara göç ettiler.
Büyük acılar yaşandı. .
İstanbul’da darbe olmuştu, İttihat Terakki Fırkası iktidara gelmiş ve siyasal çalkantı daha da yoğunlaşmıştı..
1913 yılında Balkan devletlerinin kendi aralarındaki, anlaşmazlıklarını fırsat bilen Osmanlı devleti en azından Edirne’yi geri alabildi.
Batı Trakya’da 3-4 ay süreyle bir “BatıTrakya Türk Cumhuriyeti” kurulabildi.
Ne yazık ki, bu ilk Türk cumhuriyetinin ömrü çok kısa oldu.
Sonrası malum; Birinci Dünya Savaşı’nın bir provası niteliğindeki Balkan Savaşları’nın ardından 1914’de yine bir siyasal basiretsizlik sonucu Almanya’nın oyuncağı olarak savaşa girdi Osmanlı Devleti.
Bu da artık sonun başlangıcıydı ve beklenen oldu.
Çanakkale’deki, Kut-ül Amare’deki (Irak) gibi zaferler de kazanmamıza rağmen mağlup olduk.
1200 yıl yaşayan Roma İmparatorluğu’ndan sonra tarihin gördüğü en uzun ömürlü İmparatorluk olan 624 yıllık koca Osmanlı tarihe karıştı, yıkıldı gitti.
Millet yoksuldu, devlet yoktu ve ülke işgal altına girmişti.
Ömrü cephelerde geçen genç askeri deha Mustafa Kemal Paşa olmasaydı acaba halimiz nice olurdu?
Türk tarihinin en önemli dönüm noktalarından Sakarya Zaferi olmasa Anadolu’da tutunabilir miydik?
Kurtuluş Savaşı ve ardından kurulşan çağdaş cumhuriyet küllerimizden yeniden doğmamız demekti.
Yeni, devletimizin en önemli özelliği de, tüm vatandaşların kanun önünde eşit olmaları ilkesini getirmesiydi.
Osmanlı Devleti dışarının baskılarıyla kendi “millet” sistemi ile aslında özgür kıldığı Türk ve Müslüman olmayan uyruklarına bir takım haklar vereceğim diye parçalanıp gitmişti.
Farklılıkları kamusal ve özel hukuk alanlarında derinleştirmekten başka bir işe yaramayan ve artık çağdaş toplumların ihtiyacına cevap vermekten uzak olan çok hukukluluk düzeni geçerli olmamalıydı.
Buna karşılık herkesi kucaklayan, eşit haklar veren ve olası çatışmaları engelleyen cumhuriyetçi ulus-devlet düzeni Türkiye’nin yeni yapısını oluşturmuştu.
Ulusu oluşturan vatandaşlar topluluğunun bireysel kültür ve kimlik değerlerinin korunması bu yapıya ters düşmeyacaği için iç barışın bozulması da söz konusu olmayacaktı.
Fakat yanlış anlaşılan ve ulus-devletimizin bazen de kötü yönetilmesi ile çağdaş cumhuriyetin “ırkçı” (!) bir yapı olduğu ileri sürülmeye başlandı.
Halbuki asıl durum tam da tersine.
Vaktiyle Osmanlı’yı baskı altında tutan, sözde insan hakları ve özgürlüklere adına terörü destekleyen ve Osmanlı hükümetlerini sıkıştıran devletler son otuz yıldır yine fazla mesai içindeler.
Hedefleri pek değişmiş gibi görünmüyor; bu defa içerideki müttefikleriyle ulus-devletimizi, eşitlikçi cumhuriyetimizi hedef almış görünüyorlar.
Günümüzde siyaset ve toplum hayatımızdaki etkisiyle düzenin adını neredeyse “medyokrasi” olarak değiştirten medyadaki abartılı, aceleci, yanlış ve kötü niyetli yorumlarla bir değişim ve dönüşüm atmosferi yarattılar.
Şimdi lütfen herkes biraz yukarıda satır başlarıyla değindiğim yakın tarihimize bir bakıp günümüzde olup biteni bu tarihin ışığında değerlendirsin diyorum.
Yoksa bazılarının haktan yana görünüp aslında yıkıcılık taşeronluğuna soyunduğu bugünlerden daha kötü günlere gideceğiz.
Yıkılmayız belki ama boşuboşuna bu ülkeye ve insanlarına acı vermeye, enerjimizi boşa harcamamıza neden oluyorlar.
Ne olur biraz tarihten ders alalım.

Dr. O. Can Ünver

Inal

    En az 10 karakter gerekli
    Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.