AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (X-10)

ABONE OL
18:09 - 01/10/2020 18:09
0

BEĞENDİM

ABONE OL
Kaplan
Best

AVRUPA MİLLİ GÖRÜŞ TEŞKİLATLARI’NDAKİ GEÇEN YILLARIM (X-10)

-Malezya’da kadınlar Cuma namazı kılıyorlar. Bizim ilmihal kitaplarında, cuma namazını kimler kılamaz başlığının altında; özürlüler, hastalar ve ”kadınlar” diye yazar.-

BİR GARİP YOLCULUK (1994)

Gurbet deyince Almanya, gurbetçi deyince yine Almanya geliyor aklımıza. Oysa çok uzaklarda da gurbet ve gurbetçiler var. Onların her sene izin yapmak için Türkiye’ye gelme imkânları da yok. Bana göre gerçek gurbetçiler onlar. Almanya’daki gurbetçilerden Avustralya’daki gurbetçiye selam olsun. Bundan tam yirmi iki sene önce teşkilat çalışması için Yavuz Çelik Karahan(Osman Yobaş) ile birlikte Avustralya’ya gitmiştik. Avustralya dönüşü yazmıştım bu hikâyeyi… Bu yazı dizisinin içinde de bulunsun istedim: 
Yolculuk mu garipti, yoksa yolculukta mı bir gariplik vardı bilemiyorum. Frankfurt Havalimanı’na vardığımızda uçağın kalkmasına çok az bir süre kalmıştı. Yol arkadaşım Yavuz Çelik Karahan (Osman Yobaş) ile birlikte merdivenleri ikişer üçer iniyor-çıkıyorduk. Uçuş işlemlerinden sonra uçakta yerimizi aldık, derken ‘Kemerlerinizi bağlayın’ anonsu yapıldı. Bu anons 20 saat havada devam edecek olan yolculuğun ilk anonsuydu. Yol arkadaşlarımızın simaları alışık olduğumuz simaların dışındaydı. Gözler çekik, boylar küçük, bedenler oldukça zayıf, sıfır beden. Hostesler millî giysileriyle hizmet ediyorlar. Avrupa’ya özenmiyordu demek ki Uzakdoğulular. Hosteslerin giyiminden anlaşılan bu. Kendi kimliklerini ve kültürlerini koruma konusunda aşırı derecede hassas davranıyor olmalılar. Hoş, güzel, alkışlanacak bir davranış. Demek ki Malezyalılar, kültür emperyalizminin ağına takılmamışlar. “Hadi canım sende, biz uzak doğuluyuz, Malezyalıyız” der gibiydiler lisanı halleriyle. Sanki meydan okuyorlardı emperyalistlere ve onların sadık kullarına. 
Avustralya yolculuğunu Malaysia Hava Yolları’yla yapıyoruz ve ikinci anons, “Malaysia Havalimanı’na iniş için kemerlerinizi bağlayın.” On bir saatlik yorucu bir yolculuktan sonra ilk durak Malezya.  Oldukça sıkıcı bir yolculuktu. On bir saat havadasınız, biraz hareket etmek isteseniz edemiyorsunuz, hele bir de iki tarafınızda oturan yolcular bire uzun ikiye kısa iseler, varın siz tahmin edin yolculuğun rahatlığını(!).

Malezya

Çıkış için gişelere doğru ilerlerken, hayretler içinde kaldım. Gişe memurelerinin başları örtülü, tesettürlü. Bir anda yorgunluğumun kaybolduğunu hissettim. ‘İşte hürriyet ve işte insan hakları!’ diye haykırasım geldi. Hemen kendi ülkemi düşündüm. Başörtüsüyle üniversiteye giremeyen bacılarımızı düşündüm. Halkının %99’u Müslüman olan bir ülkede inancından ötürü Müslüman hanımlar başlarını örtemiyorlardı. Oysa Malezya halkının % 51’i Müslüman ve buna rağmen halkı inandığı gibi yaşama özgürlüğüne sahip. 

Türk pasaportunu görünce hemen ayağa kalktı başörtülü memure, tebessüm ederek ‘Buyurun hoş geldiniz’ dedi. Ben görevim dolayısıyla Avrupa ülkelerinin hepsini hemen hemen dolaştım. İlk defa Türk pasaportuna selam duran bir memureyle karşılaştım. Şaşırdım. ‘Sen şöyle geç ve bavullarını da aç!’ denilmedi bana. Herhalde Osmanlı döneminde de böyleydi, açılıyordu bütün kapılar Osmanlı vatandaşlarına. ‘Buyurun, hoş geldiniz…’. Ne güzel kelam. İtibar görmek ne kadar onur verici. Koltuklarınız kabarıyor, etrafınıza bakıyorsunuz gururla, ‘Evet ben Türk’üm ve Müslümanım’ 
Tabi bu övünç yol arkadaşım için geçerli değildi. O da Türk’tü ama Türk pasaportu taşımıyordu. Bir saat kadar tuttular onu içeride. Belirli sorular sormuşlar kendisine, cevaplarını vermiş ve sonra da çıktı geldi. 

Malezya’da bir gün kalarak yolculuğumuza devam edeceğiz. ”Air Hotel” de kalmamız gerekiyor. Üçüncü sınıf bir Hotel. Oldukça da rutubetli. Biraz kestirmek için yatağa şöyle bir uzandım ve tavanda bir işaret gördüm, yattığım yerden kalktım, kısa bir incelemeden sonra anladım ki, o işaret kıbleyi gösteriyor. Çekmecede seccade ve Kur’an da var.  Bunlar küçük ayrıntılar belki ama insanı mutlu den ayrıntılar. 

Uluslararası İslam Üniversitesi

Bu bir gün içinde, Malezya’yı tanımalı, Malezya ‘da okuyan Türk öğrencileriyle ve öğretim görevlileriyle tanışmalıydık. Otele yerleşir yerleşmez hemen telefona sarıldı Yavuz. Malezya’ya geleceğimizi önceden bilen Kemal Civelek’i aradı. Uluslararası İslam Üniversitesi’nde okuyan bir Türk öğrenci Civelek. Bir saat sonra oteldeydi. Aldı bizi arabasına ve doğru Üniversiteye. Egzotik bitki örtülerinin süslediği yollardan geçerek ve soldan akan trafiği de yadırgayarak ”Uluslararası İslâm Üniversitesine ulaştık. 30 tane Türkiyeli öğrencimiz okuyormuş bu üniversitede. 10 tane de öğretim görevlimiz varmış. Bunlardan biri de Ahmet Davutoğlu(Daha sonra T.C. Başbakanı oldu). Oturduk sohbet ettik kendileriyle, Türkiye’den her açıdan uzak oldukları için hemen Türkiye’yi ve ara seçimleri sordular(O zaman Türkiye’de ara seçimler vardı). Türkiye ekonomisini sordular, üniversitelerdeki başörtüsü olaylarının son durumlarını sordular, uzun uzun anlattık. Onlar da bize, Malezya’dan ve Malezya’daki Müslümanlardan onların yaşantılarından bahsettiler. Yaklaşık iki saat kadar sonra, Doç. Hulusi Bey ve Kemal Civelek bizi otele bıraktılar. 

Kadınlar Cuma namazı kılıyor

Sabah Malezya’yı tanımaya Kuala Lumpur’dan başladık. Modern binaların yanında gece kondular ve fazla temiz olmayan caddelerle tipik bir Uzakdoğu başkenti Kuala Lumpur. Afrika mimarisinin örnekleri olan minareler özgürce yükseliyor Kuala Lumpur’da. Minarelere paralel olarak, insanlar inançlarını özgürce yaşayabiliyorlarmış burada. Kemal Civelek anlatıyor: ‘Mesela nikâh, imamlar tarafından kayıt altına alınıyor. Cuma namazlarını memurlar da kılabiliyor. Cuma saatinde her taraf kapalıdır. Memur olan, fabrika vs. gibi yerlerde çalışan kadınlar başörtüsüyle rahatlıkla çalışabiliyorlar.’ Ayrıca Hac fonu diye bir fon kurulmuş, doğumdan itibaren bu fonda para birikiyormuş, çocuk ergenlik çağına gelince de bu fondan yararlanarak Hacca gidebiliyormuş. Malezyalı gençler bu fondan istifade ederek, evliliklerini Hac zamanında Mekke’de yapıyorlarmış. Hem Hac, hem de yanı sıra Evlilik. Çifte saadet, ne güzel. 

Namaz vakitlerinden yarım saat önce minarelerden Kur’an okunmaya başlıyor. Sorduk ‘Her zaman böyle midir?’ diye. ‘Evet böyledir.’ dediler. ‘Ezan sesinden rahatsız oluyoruz, ezanlar ses cihazlarıyla okunmasın!’ diye valiliklere müracaat eden Türkiyeli laikler geldi aklıma…Vakit namazlarına hanımlar da geliyor, çoluk- çocuk bütün aile camide vakit namazı kılıyor. Namazdan sonra tekrar işlerine dağılıyorlar. Oysa bizde kadınların camiye gitmeleri neredeyse yasak. Hele hele vakit namazlarında ve cuma namazında kadınlar rutin olarak camiye gelemezler, eğer gelirlerse… Sonucu düşünmek bile istemiyorum. Acaba diyorum, biz mi dini bilmiyoruz, yoksa Malezyalılar mı? Yoksa bu insanlar başka bir dine mi inanıyorlar? Yine de sorduk? “Sizler Müslüman mısınız”? 
-‘Evet Müslümanız.’ dediler ve dinlerinin İslâm olduğunu, Peygamberlerinin Hz. Muhammed (s) olduğunu, kitaplarının da Kur’an olduğunu söylediler. 

Kadınların cuma namazı kılması bizim için gerçekten büyük bir olay. Çünkü bizim ilmihal kitaplarında, cuma namazını kimler kılamaz başlığının altında, özürlüler, hastalar sayıldıktan sonra ”kadınlar” diye yazar. Türkiyeli Müslümanlar mı hata ediyor, yoksa Malezyalı Müslümanlar mı? Bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki; Allah’ın dininde çifte standart yoktur. Yorumu siz okuyucularıma bırakıyorum… 

Sunshine Camii

Malezya krallıkla idare edilen bir ülke. Kralların kralı var, birde eyaletlerin kralları var. Kralların krallarını eyaletlerin kralları seçiyor. Krallar kendi adlarına cami ve kültür merkezleri yaptırıyorlarmış. Osmanlı Padişahlarında olduğu gibi. ”Sunshine ” kralı da bir cami yaptırmış kendi adına. Bu caminin farklılığı, birkaç mimari özelliği bir arada taşıyor olmasından kaynaklanıyor. Minareler Osmanlı mimarisine uygun şekilde yapılmış, dış avlu Selçuklu mimari tarzında. Kubbe Mescid-i Nebi’nin mimari özelliğini yansıtıyor. İçerisinde Afrika mimari tarzı kullanılmış, duvar motifleri de öyle. Çiniler Kütahya’dan getirilmiş. Fevkalade güzel bir cami. 

Biri Filistinli diğeri Bosnalı

Malezyalılar, soba nedir, kalorifer nedir, palto nedir, nasıldır? bilmiyorlar, sıcaklık devamlı 30 derecenin üzerinde. Günümüz o kadar hızlı geçti ki, anlayamadık bile. 21:45’te Kuala Lumpur Havaalanı’nda olmamız gerekiyordu. Bu kez erken geldik Hava alanına. Kahvelerimizi yudumlarken, Filistinli bir erkek ve Bosnalı bir kız öğrenciyle tanıştırdı bizi Kemal Civelek. Ülkelerinden emperyalistler tarafından sürülmüş iki genç… Birinin taşlarla kolu kırılmış, öbürünün ırzına geçilmiş Filistin’de, Bosna’da. İkisi de kader kurbanı. Malezya’da bir araya gelmişler ve evlenmişler. Kader işte… “Bosnalı bacım, keşke fırınlara atılsaydın da, orada yakılsaydın da, dumanın göğe yükselseydi; belki o zaman dünya Müslümanları senin farkına varırlardı da, alnına o kara leke sürülmezdi.” Hüzünlendik, üzüldük, Filistin üzerine birkaç söz söyledik, sohbet ettik, bilgiler aldık. Bosna üzerine de birkaç söz söyledik, Aliya İzzet Begoviç’ten konuştuk. Sonra da, buruk bir şekilde ayrıldık o talihsiz ve mutlu çiftten. 

Allah Müslümanlara niçin yardım etmiyor

Enfal Suresi’nin 65. Ayeti şöyledir; ”Gerçekten inanan ve sabırlı olan 20 kişi iseniz, ben size 200 kişiyi mağlup edecek güç veririm, 100 kişiyseniz 1000 kişiyi mağlup edecek güç veririm”. Dünya nüfusu altı milyar. Bu altı milyar içinde Müslüman nüfus iki milyar. Yani üç kişiden biri Müslüman. Normal şartlarda bile Müslümanların onurlarını koruyabilmeleri söz konusu iken bir de Allah’ın 20 kişilik güce vereceği, 200 kişilik güç düşünülecek olursa, Müslümanların bugün emperyalistler tarafından kanlarının akıtılmaması, gözyaşlarının akıtılmaması gerekmez miydi? ”Allah Müslümanlara neden yardım etmiyordu?” Bir başka ayet hemen hafızamda canlanıveriyor, ‘Siz kendinizi değiştirmedikçe Ben sizi değiştirmem’… Hoşgörüde değişim, insan haklarını algılamada değişim, yardımlaşmada değişim, kardeşlikte değişim, başkalarının günahlarıyla uğraşmama konusunda değişim, dünya menfaatlarına bağlılıkta değişim, adil yargılama ve adil paylaşımda değişim, hurafelerden ayrılmada değişim, bidatlerden uzaklaşmada değişim, Allah’ın dinini Allah’a teslim etmede değişim, herhalde değişimden kastedilen bu ve benzeri değişimler olsa gerektir diye düşündüm. Dış görünümdeki değişim değildi istenen. Sakal bırakmak, şalvar giymek, sarık giymek, çarşaf giymek değildi herhalde değişime sebep olacak değişim. Çünkü Allah Müslümanları değiştirmiyordu, dönüştürmüyordu… 

Melbourne’deyiz

Uçaktayız, Avustralya’ya gidiyoruz. Filistin’i, Bosna’yı ve dünyanın başka yerlerinde yaşam mücadelesi veren Müslüman halkları hayalimden geçiriyorum, görür gibiyim onları. Hostesin anonsuyla daldığım hayal âleminden uyanıyorum. ‘Kemerlerinizi bağlayın”. Dokuz saatlik yorucu bir yolculuktan sonra bu sefer Avustralya’ya iniyoruz. Oldukça görkemli bir Havaalanı. Yol arkadaşım Malezya’daki gibi yine takıldı Pasaport memuruna, ama bu kez nedense erken kurtuldu memurun elinden. Kazım Ateş ve Tahir Solak karşıladı bizi Havaalanında. Melbourne’deki Milli Görüş Merkezine götürdüler bizi. 80 dönüm, içerisinde kapalı spor salonu bile mevcut olan mükemmel bir okul binası burası, satın almışlar. Aynı zamanda bu okulu bölge merkezi olarak da kullanıyorlarmış. Bizi bir odaya bıraktılar ve dinlememiz için gittiler. Yatak çarşaflarına başımızı koyamadık kokudan, çarşaflar değiştirilmemiş. Orada yatmamız mümkün değil, bir otel bulmalarını istedik ev sahiplerinden ve oraya taşındık. Yöneticiler bizlere çok mesafeliydiler, gelişimizden memnun olmamışlardı sanki. Sonradan öğrendiğimize göre, mülkiyet alımından dolayı aralarında problem varmış, bizim o problemden haberdar olmamızı istemedikleri için sıkıntılıymışlar. 

Melbourne yemyeşil, yüksek bina fazla yok. Evler genelde müstakil, bahçeli evler, düzayak giriliyor.   Avustralya’nın 4 büyük şehrinden biri, 35.000 Türkiyeli yaşıyormuş burada. Avustralya’da yaşayan tüm Türkiyelilerin sayısı ise 150.000 civarındaymış(1994). Resmi rakamlarda ise Türk nüfus 42.000 olarak tespit edilmiş. Avustralya’ya Türkiye’den gelenleri, Türkiyeli olarak sayıyormuş Avustralya hükümeti. Sadece Avustralya’da doğan çocukları Avustralyalı olarak gösteriyormuş resmi kayıtlarında. Aradaki fark bu anlayıştan kaynaklanıyormuş. Avustralya’da yaşayan Müslüman sayısı 500.000 civarında imiş. Ne yazık ki; orada da Müslümanlar arasında bir kaynaşmadan söz etmek mümkün değil. Onlar da Almanya’daki Müslümanlar gibi Allah’a kul yetiştirme yerine, kendilerine üye yetiştirmekle meşguller. 

Arap ülkelerinden gelenler daha aktif

Avustralya’nın ekonomik rahatlığı da birlikte olma ihtiyacından uzaklaştırmış Müslümanları. Avrupa’nın aksine, Arap ülkelerinden gelenler, Türkiyeli Müslümanlardan biraz daha şuurlu. Dört tane İslâm Koleji açmışlar Melbourne’ de. Eğitime büyük ölçüde ağırlık vermişler. Avustralya hükümeti bu konuda oldukça rahat. İki senelik bir deneme müddeti koymuş özel okullar için, bu zaman zarfında aldığı artı puanlardan sonra okulu Avustralya hükümeti finanse ediyormuş. Türkiye’den gelen Müslümanlar, Avrupa’da olduğu gibi, Avusturalya’da da böyle bir imkânı değerlendirememişler. Azem Atlıhan, Ali Galip Oruç, bölgenin bizlere mihmandar olarak verdikleri iki genç arkadaş. Azem Denizlili, İmam Hatip Lisesi’nden sınıf arkadaşım. 15 yıl sonra Melbourne’de karşılaştım ve kucaklaştık. Ali Galip Oruç da Yavuz’un hemşerisi. Kayserili. O da İmam Hatip Lisesi mezunu, onlar da 15 yıl sonra Melbourne’de karşılaşıyorlar. 

14 senede bir izin

Çok kıymetli dostlarımız oldu Avustralya’da. Avustralya’da yaşayan Türkiyeliler oldukça hüzünlü, on yıldan aşağı izine gidenlere fazla rastlayamıyorsunuz. Kimisinin anası, kimisinin babası vefat etmiş, buna rağmen onlar gidememişler izine, görememişler ölümden sonra kardeşlerini akrabalarını. Havaalanında rastladığımız bir teyzeye sordum: ‘Ne zamandan beri buradasınız’ ? ‘25 yıldan beri’ dedi. Peki, bu kaçıncı izin? “İkinci izin, birinci izine 14 yıl evvel gitmiştim.”  Yanında 17 yaşlarında bir kız var, besbelli ki kızı evlendirmeye götürüyor. Yeni bir kurban daha getirecek Avustralya’ya. 
Unutulan nesiller

Türkiye’den bir misafir gelmiş diye duyan koşup geliyor yanımıza, kucaklaşıyoruz. Dikkat ettik, bu koşup gelenler hep birinci kuşaktan insanlar. İkinci kuşağın, hele üçüncü kuşağın Türkiye diye, Türkiyeli diye bir derdi yok. O artık Avustralyalı olmuş. Adları; Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin. Dinleri, ”İslam”.
Ancak dilleri İngilizce, müzikleri İngilizce. Zeybek oynama yerine, horon tepme yerine, çiftetelli oynama yerine dans etmeyi tercih ediyorlar. Gençler arasındaki kültür erozyonunu fark eden bir kısım fedakâr insan, radyo kurmuşlar. Günde bir saat yayın yapıyorlar ama onlar daha fazlasını istiyorlar, bu kadar yetmez diyorlar, gerekli başvuruları çoktan yapmışlar.  Türkiye’den 20.000 km. uzaktaki bu insanlara sahip çıkılması gerekiyor. Dini cemaatlerin yaptıkları hizmetler de olmasa, hepten kaybolup gidecek bu insanlar. Biraz daha fedakârlık gerekiyor, didişmelerden uzak durmak gerekiyor, halkın verdiği maddi desteği sorumluluk şuuruyla kullanmak gerekiyor, bidat ve hurafelerden arınmış bir dinin buyruklarıyla beslemek gerekiyor Müslümanları. 

Radyo kurmuşlar

Radyo dinleyicilerinin isteklerine de cevap veriyor. Bir istek telefonu alındı biz oradayken. Bir bayan sesi ‘Alo’… Bir istekte bulunacağım, bugün çalmanız mümkün müdür ? Ali Galip çok nazik bir genç, radyodan o sorumlu. ”Tabi hanım efendi buyurun, kimin için hangi türküyü istiyorsunuz?” Cevap insanın içini acıtıyor: ‘Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar, aşrı aşrı memlekete kız vermesinler.” Avustralya’ya gelin gelmiş bu bacımız, geldiği seneden beri de köyüne gidememiş, özlemiş anasını- babasını. Gurbet içerisinde gurbeti yaşayan birisi olarak biz de hüzünlendik ve gözlerimizden süzülüverdi yaşlar… Başladı radyo türküyü çalmaya, “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler / Annesinin bir tanesini hor görmesinler /  Uçanda kuşlara malum olsun / Ben annemi özledim / Hem annemi hem babamı / Ben köyümü özledim / Babamım bir atı olsa binse de gelse /  Annemin yelkeni olsa açsa da gelse / Kardeşlerim yollarımı bilse de gelse / Uçanda kuşlara malum olsun / Ben annemi özledim / Hem annemi hem babamı/ Ben köyümü özledim.”*  

Nereleri imar etmedik ki

Benim ülkemde yedi iklim yaşanıyor. Yer altı ve yer üstü zenginlikleri de oldukça fazla. İnsanı çalışkan. Dünyanın her tarafını imar etmiş o çalışkan insanlar. Ancak kendi ülkelerini bir türlü imar edememişler. Sanki modern köleler olarak yayılmışlar dünyanın dört bir yanına. Üç kıtada at oynatmış bir milletin torunları, şimdi rızık peşinde koşuyorlar oralarda. ”Ya Rabbi bu ne zillet böyle”. Güzel Peygamberimizin buyruğu geldi aklıma, ”Cihadı terk eder de öküzün kuyruğuna yapışırsanız, Allah sizi zelil eder, tâ ki tekrar cihada dönünceye kadar.” 

Kültür elçileri

Bir hafta kaldık Melbourne’de. Sonra program gereği Sydney’e gittik. Giderken Canberra’ya da uğradık, yolumuzun üzerindeydi. Canberra Avustralya’nın başşehri. Sonradan özel olarak kurulmuş bir şehir. Oldukça geniş caddeleri var. Parlamento binası şehre hâkim bir tepeye kurulmuş, görkemli bir yapı. Canberra’da 40 hane kadar Türkiyelinin olduğunu söyledi yemek yediğimiz lokantanın sahibi. Lokantanın içerisi müze gibi, Osmanlı eserleriyle süslenmiş her taraf. Başta Hat Sanatı… Bir kültür elçisi ancak bu kadar Türkiye’yi ve Türk insanını tanıtabilir yurt dışında. Tebrik ettik kendisini. Yemek esnasında Hafız Burhan okuyordu inceden inceye: “Her yer karanlık pür nur o mevki / Mağrip mi yoksa makber mi yâ Rab/ Ya hab gâh-ı dilber mi ya rab/ Rüya değil bu ayniyle vaki/ Kabri çiçekten bir türbe olmuş/ Dönmüş o türbe bir haclegâhe/ Bir haclegâhe dönmüşse türben/ Aç koynunu aç mâşukânım ben.” 

Türkiye’deki lüks lokantalarda, batı müziği çalınır, nereye giderseniz gidin bu böyledir. Ülkemize kadar gelen turistlere bile kendi müziğimizi dinletmek istemeyiz nedense. Kimliğimizle onların karşısına çıkmaktan mı utanırız ne, ne kadar garip değil mi? 

Canberra’dan ayrıldık ve düştük yine yollara. Yollar çok güzel, ama yolda seyreden araba neredeyse yok denecek kadar az, tek-tük. Daha çok tırlar var o kıvrıla kıvrıla uzayıp giden otoyollarda.  Kornasını, elinizle çektiğiniz bir iple çaldığınız o süslü-püslü, burnu kocaman tırlar seyrediyorlar daha çok. Bazen de önünüze kanguru atlıyor. Koyuna, kediye, köpeğe, sığıra, tavşana alışkın olunca insan, birden bire kanguru görünce heyecanlanıyor.  Çok şirin hayvanlar, ön ayakları kısa, arka ayakları uzun. Allah’ın işine karışmamak daha doğru olacak galiba… 

Sydney’deyiz

Şehrin merkezinde süngü gibi, göğü yararak zirveye ulaşmaya çalışan iki minare var. Camiden önce minare yapılmış. Cami henüz inşaat halinde. Avustralya’da da Müslümanlar yaşıyor ve bu Müslümanlar oralarda İslâm’ı temsil ediyorlar. İşçi olarak buralara gelen o insanlar mühürlerini çoktan vurmuşlar Sydney’e. Orada yaşayan Türkiyeliler camileriyle övünüyorlar. Bila ücret herkes imece usulü çalışıyormuş caminin yapımında, herhalde azınlık psikolojisinin verdiği bir ezikliğin gereğidir diye düşünüyorum. Programlar bittikten sonra arkadaşlar ‘Sydney’de gezdirelim sizi’ dediler, teklifi kabul ettik. Önce  Sydney Opera House, dünyanın en göz alıcı yapılarından birisi. Eserin yapımına 1957 yılında başlanmış ve aradan geçen 16 yılın ardından, Sydney ile özdeşleşen bu nefes kesici yapı 1973 yılında tamamlanmış. 
Daha sonra Kral Caddesi’ne. Oradaki Türkiyeli çocukların halini gördükten sonra, içinizin cız etmemesi mümkün değil. O çılgın gece âleminin içinde o benim kızımın, oğlumun ne işi var? Ne işi var benim delikanlımın o âlemde. Dolar aşkına feda edilen nesillerimiz bunlar… Arif’in bir arkadaşı ”önceden bizi buraya sokmuyorlardı, şimdi ise buraların kralı biziz, artık buralar bizden sorulur” diyor. Arif Denizlili bir genç. Türkçe’yi çok zor konuşuyor. ‘Hocam eskiden bende bunlar gibiydim, ben hidayete erdim elhamdülillah, vesile olanlardan Allah razı olsun” diyor, utanarak. Türk çocukları İngilizce konuşuyorlar, Çinliler Çince. Bizim nesiller çok geçmeden kaybolup gidecek buralardan ama, Çinliler orada kimlikleriyle yaşamaya devam edecekler. 

Aborijinler

Aborijin Avustralya kıtası yerlilerine verilen ad. Aborijinler Avustralya’ya Güneydoğu Asya’dan gelmişler. Göçebe hayatı yaşamışlar. Avlanırken mızrak ve bumerang, balık avında ise kanolar kullanmışlar, meyve ve sebze toplamışlar. Yazılı bir dilleri olmamasına rağmen şarkılar yoluyla ağızdan ağıza birçok bilgi aktarmışlar. İngilizler 18. yüzyılda Avustralya’ya yerleştiklerinde 300.000’den fazla Aborijin yaşamaktaymış. Ancak birçoğu İngilizler tarafından katledilmişler ya da topraklarından sürülmüşler. Bugün 250.000’in civarında nüfusları varmış. Sokaklarda, sarhoş vaziyette pejmurda kıyafetleriyle dolaşıyorlar. Bugün, az sayıda Aborijin ülkenin iç kısımlarında, atalarının yaşadığı gibi yaşamaktaymış. Büyük bir çoğunluğu kasaba ya da şehirlere göç etmişler. Avrupalı sömürge güçleri Avustralya yerlilerini farklı zamanlarda soykırım uygulamalarına tabi tutmuşlar. Ancak soykırımlarla ilgili bilgi hükümetin tuttuğu kayıtlardan edinildiği için sayılarının belirtilenden çok daha fazla olabileceği düşünülebilirmiş. Tazmanya Soykırımı en iyi bilinen örnekmiş.

Vollongong’dayız

Vollongong Sydney’e 80 km. uzaklıkta bir liman kenti. Dünyanın ikinci büyük demir çelik fabrikasının burada olduğunu söylediler. 5.000 civarında Türkiyeli çalışıyormuş burada. Genellikle ”Döner Kebap” işinde çalışıyorlarmış bunlar. Avustralya’da yüksek tahsil mezunu çok sayıda insanımız var. Hikmetini sorduk. “Milli damat” olarak geldik dediler. İlahiyat mezunları, kimya mühendisleri, inşaat mühendisleri, iktisat mezunları bir hayli fazla. Doktora yapanların yanı sıra, taksiciliğe ve kebapçılığa heveslenenlerin sayısı da az değil. Çok sıcak bir ilgi ile karşıladılar bizleri, bağırlarına bastılar, birkaç gün daha kalarak, salon programları yapmamızı arzu ettiler. “Ne olur gitmeyin de diğer arkadaşlarımız da bu programlardan istifade etsinler!” diye yalvardılar. Süremiz kısa, yapılacak program fazla, boynu bükük olarak bıraktık Volongongluları orada: Çünkü Taçura’daki programa ulaşmamız gerekiyordu. 

Taçura

Taçura’da köy hayatı yaşıyor Türkiyeliler, her biri bir çiftlikte çalışıyor. Tam çilek mevsiminde gelmişiz Taçura’ya. Çileklerin her biri elma büyüklüğünde, belli ki hormonlu, tadı-tuzu yok. Taçuralılar arkadaşlarını telefonla çağırmışlar akşamki toplantıya. Cemiyet başkanının evinde toplanmışlar. Başkan Amasyalı. 25 yıl önce gelmiş o köye. Küçük küçük çiftlik sahibi olanlar da var aralarında. Denizlili bir kardeşimizin sekiz yüz dönüm çiftliğinin olduğunu söylediler. Damadı da oradaki cemiyetin sekreteri. İşçilikten çiftlik ağalığına, hoşumuza gitti, biz de tavsiyede bulunduk: “İşçiliğe son verin artık. Mademki buradasınız çocuklarınız burada, her sene izine de gidemiyorsunuz, zaman çok geç olmadan imkânlarınız ölçüsünde kendi çiftliklerinizi kurun”. Geç vakte kadar sohbeti sürdürdük. Kimse ayrılmadı, dini sohbetlere susadıklarını birçok kez ifade ettiler. Anladık ki, Avustralya’ya 15 günlüğüne değil, 3 aylığına gidilecek ve insanlarla doyasıya sohbet edilecek, sorularına cevap verilecek, birlikte yemekler yenilip gönülleri alınacak. 

Kickbox maçı

Tahir Solak, kardeşi Tarık’ın organize ettiği Kickbox Dünya Şampiyonası’na davet etti bizi. Salonu hınca hınç doldurmuşlar. Günün maçı bir Türk genciyle Filipinler’den bir genç arasında yapılacakmış. Aman Allah’ım o ne heyecan, neredeyse salon yıkılacak! Türk genci ringe çıkar çıkmaz, Türk bayrakları açıldı, sanki yer yerinden oynuyordu. Islıklar, tekbir sesleri ve alkışlar birbirine karışıyordu. Kıran kırana bir maç oldu. Üstün döğüştü Türk genci. Maç bittiğinde herkes ayaktaydı. Evet Türk’ün Melbourne zaferi ve Dünya şampiyonluğu… Az bir şey değil. Hele azınlık durumunda olan insanlar için tamamen onur meselesi. Velhasıl Avustralya bir başka güzellikler Ülkesi. Avustralyalılar da bir başka güzellikler yumağı, sevinci de başka Avustralyalının, hüznü de… Selam sana Avustralya, selam sana Avustralyalı kardeşim. 
………………………………………………………………………………………..
*Yüksek Yüksek Tepelere Ev Kurmasınlar… 

Bu öykü Malkara köylerinden alınmıştır. Öyküsü çevrede herkes tarafından bilinir. Söylentiye göre, çok eskiden köyün birinde Zeynep isimli çok güzel bir kız vardır. On altısına bastığı sırada Zeynep’i bir düğünde aşrı (yabancı) köylerden gelen Ali isimli bir genç görür,  çok beğenir ve köyüne döndüğünde hemen görücü gönderir. 
Zeynep’i Ali’ye verirler. Kısa bir zaman sonra düğünleri olur. Ali, Zeynep’i alıp köyüne götürür. Zeynep’in gelin gittiği köy ile kendi köyü arası üç gün üç gecelik mesafededir. Zeynep, anasını babasını ve kardeşlerini tam yedi yıl göremez. Bu özlem Zeynep’in yüreğinde her gün biraz daha büyüyerek dayanılmaz bir hal alır. Evinin bahçesine çıkar ve kendi köyüne doğru dönüp için için kendi yaktığı türküyü mırıldanır ve böylece sıla özlemini gidermeye çalışır. 

Kocası, Zeynep’in bu özlemine pek aldırış etmez,  eski sevgisi de kalmadığından eziyet etmeye başlar. Ve Zeynep yataklara düşer. Gün geçtikçe hastalığı artar. Zeynep’in düzelmesi için, köylüler anasının babasının çağrılmasını tavsiye ederler. Haber salınır ve Zeynep’in anası babası köye gelirler, Zeynep yataktadır, perişan bir halde hâlâ türküsünü mırıldanmaktadır. Aynı türküyü anasına babasına da söyler. Çevresindeki bütün köy kadınları duygulanıp gözyaşı dökerler. Annesi kızını o halde görünce pişman olur ve fenalıklar geçirir. Zeynep hasretini giderir, giderir gidermesine de, artık çok geç kalınmıştır. Zeynep annesine ve babasına kavuşmanın mutluluğu içinde ruhunu teslim eder. Herkes Zeynep için gözyaşı döker. 

İşte o gün bu gündür bu türkü ayrılığın türküsü olarak söylenip durur. Avustralyalılar da aynı hasretle söylerler ve dinlerlermiş bu türküyü, “Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar/ Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler …”

Devam edecek…

Inal

    Bu yazı yorumlara kapatılmıştır.